26 Mart 2015 Perşembe

OSMANLI İMPARATORLUĞU

1517 yılında Mısır fetih edilip Memluk egemenliğine son verilince halifelik ünvanı III.Mütevekkil’den
Yavuz Sultan Selim’e geçmiştir. Kahire’de korunan kutsal emanetler İstanbul’a getirilmiştir.
Yavuz Sultan Selim gibi sonraki  Osmanlı padişahları da  halife  kabul edilmiştir.
Hilafet denen din dışı saltanat sisteminin Yavuz Selim tarafından Osmanlı’ya taşınmasından sonra Arabizmin etkisine girilmiştir. Sünni şeriatının benimsenmesiyle birlikte bir çok Emevi, Abbasi töresi,
örf ve adetleri, hurafe ve bid'adlar ‘‘İslam şeriatı’’ adı altında uygulanmaya başlanmıştır. Arabistan’dan getirilen 1000 kadar sünni ulema Anadolu’ya yayılarak sünni şeriatını halka aşılamıştır. Türk insanı dini Araplardan öğrenmiştir. Bugün toplumun büyük çoğunluğunda sünni şeriatının, Arap adetlerinin Kur’an hükümlerinden fazla bilinmesinin, benimsenmesinin temel nedeni o dönemde yapılan bu çalışmalardır. Sultanlar-muktedirler her dönemde çıkarlarına uygun din anlayışlarını topluma dayatmışlardır..

Osmanlı’da din konusunda son sözü söyleme yetkisine sahip olan şeyhülislamlar devlet yönetimine bağlıdıylar; devlet memuruydular. Padişahın politikalarına, kararlarına uymak zorundaydılar.
Fatih Sultan Mehmet’le başlayan süreçte saltanatın selameti için şeyhülislamın fetvası, padişahların onayı ile bir çok masum, günahsız şehzadenin ve erkek kardeşin katledildiği bilinmektedir.
Evlat, kardeş canına kıyan, bebek katili olan biri peygamberimizin halefi, halife olabilir mi ? 
Yüce İslam dini böyle zalim, kahredici bir makamı, saltanatı kabul eder mi.. ?
Osmanlı’nın son dönemlerinde; 19 yy. sonları, 20. yy. başlarında bir çok şeyhülislamın mason olduğu tarihi bir gerçektir. Bunlardan bazıları; Mustafa Kazım efendi, İzzettin efendi, Hayri efendi’dir. Padişah V. Murat’ın ve onun kardeşleri Nurettin ve Kamalettin’in de  mason oldukları bilinmektedir.

Osmanlı’nın yönetim sistemi  Kur’an’ın bildirdiği temel esaslara uygun olmadığı için din esaslarına aykırı uygulamalar kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı’nın teokratik monarji sistemi fıtrata ve Kur’an’a o kadar aykırıdır ki, başta padişahın kardeş ve evlatları olmak üzere çoğu zaman da hanedan mensubu bütün erkeklerin katledilmesi ile sistemin devamı ancak  sağlanabilmiştir.
                                                                                   
Kur’an haksız yere cana kıyanların cezasının ebedi cehennem olduğunu bildirmiştir. (Nisa-92, 93 Maide-32 İsra-33) Tabi ki doğrusunu Allah bilir, takdir Yüce Allah’ındır ama Kur’an’ın açık hükmüne göre, “ecdadımız” dediğimiz  padişahların pek çoğu ebediyyen cehennemin dostları olacaklardır.

Tarih kitapları hangi padişahın kaç kardeşini, kaç evladını katlettirdiğini yazıyor.
Osmanlı’nın  36 padişahından 34’ü kardeş veya evlat katilidir; Hem kardeş, hem de evlat katili olan padişahlar da vardır.  Çağ kapatıp, çağ açan İstanbul Fatihi Sultan Mehmet Han padişah olduğunda
yaptığı ilk iş henüz kundaktaki 3 aylık kardeşini boğdurtmak olmuştur.  
III. Mehmet tahta çıktığı gün 2-13 yaşlarında 19 (on dokuz) kardeşinin ve kundaktaki oğlunun katline
ferman buyurmuştur. Hamile cariyeleri çuvallar içinde denize attırmıştır. Yavuz Sultan Selim 5 kardeşini ve 5 yeğenini boğdurtmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, nam-ı değer Muhteşem Süleyman en çok oğul boğdurtan padişahtır. 9 erkek çocuğundan 4’nü boğdurtmuştur.  (II.)Selim  padişah olmuştur. Diğer dört oğlu ise yakalandıkları amansız hastalıklar sonucu ölmüştür.
Muhteşem Süleyman, şehzade Beyazıt’ın 4 erkek çocuğunu yani torunlarını da boğdurtmuştur.
Ayrıca, Rodos’un fethinden sonra amcası Cem sultan’ın oğlu ve çocuklarını da boğdurtmuştur.

“Öz evlatlarını katledenler, hüsrana uğramışlardır. Sapıtmışlardır onlar..” 
  (Enam-140)                                                                   
“Müşriklerden bir çoğuna, Allah’a ortak koştukları kişiler, öz evlatlarını öldürmeyi güzel
   göstermiştir..” (Enam-137)
“Benim ahdim- vaadim-sözüm zalimlere ulaşmaz..”  (Bakara-124)

“Yöneticiye zalim de olsa itaat gerekir, çünkü o, tanrının iradesini temsil ediyor” anlayışı
Hıristiyanlığa Pavlos tarafından sokulmuştur. Bu söz daha sonra Emevi uleması tarafından
“devlet başkanları; sultanlar, padişahlar ahlaksızlık, zulüm de sergileseler azledilemez.”
şekline dönüştürülmüştür. Saltanat uleması daha sonra yalanlarına Hz. peygamberi de alet ederek
din ve akıl dışı şöyle bir hadis uydurmuşlardır. “Sultan-padişah, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir...”

I. Meşrutiyet Kanuni Esasi olarak da bilinen Osmanlı’nın 1876 tarihli ilk anayasasının 3. maddesinde
Padişahın kutsallığı nedeniyle yargılanamayacağı yazılıdır.  
II. Meşrutiyet Kanuni Esasi 1908 Anayasa’nın 5. maddesi ise aynen şöyledir:
“Padişah hazretlerinin yüce ve dokunulmaz benlikleri kutsal ve sorumluluk üstüdür.”
Oysa, dinimize göre Kutsal ve dokunulmaz olan sadece Yüce Allah’tır.
Allah’a ait olan kutsallık ve dokunulmazlık özellikleri başka bir insana atfedilirse  o kişiyi ilahlaştırmış, putlaştırmış oluruz.
“Allah Yapmakta olduklarından sorumlu tutulamaz, ama insanlar tüm yaptıklarından sorumlu
   Tutulurlar..” (Enbiya-23)
                                                                               * * * * *
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun tek ardıl devletidir.  Osmanlı tarihi bizim tarihimizdir. Temelinde iyi, güzel değerler olmasaydı 624 yıl var olamazdı. Ancak geçmişten elbette dersler çıkaracağız, objektif olacağız, kişileri değil, ilkeleri, sistemleri inceleyeceğiz, gerekirse eleştireceğiz. Ülkemizde Osmanlı’nın eleştirilmesine karşı çıkanların büyük çoğunluğu onun yönetim tarzını; hilafeti, teokratik diktayı dinin emrettiği yönetim şekli sanan ve geriye dönmeyi; hilafete, diktaya dönmeyi  hayal eden dinci, siyasal İslamcı kesimdir.
                                                                                         
1071 yılından sonra  Anadolu’ya bir çok Türk boyu gelmiştir. Bunlardan biri de Kaya-Kayı boyudur.
Osmanlı Kayı boyundan bir ailenin adıdır. Osmanlı devleti sonuç olarak bir “aile devleti”dir.
Osmanlı Milleti diye bir millet yoktur. Osmanlı’da ulus yoktur, sadece sultan vardır. Devlet ve Osmanlı sülalesi  eşdeğerdir. Osman’lı padişahları Türk Milleti’nin ecdadı değildir; sadece Osmanlı ailesi-hanedanı soyundan olanların ecdadıdır.
Ecdad: Baba, dede, ata demektir. Herkesin bir babası, annesi, dedesi geçmişi-ecdadı vardır.
Bir kişinin, bir ailenin ecdadı bütün bir milletin ecdadı olamaz.
                                                                               * * * * *
Osman beyin kayın pederi Edep Ali, şii mezhebine mensup bir alevi dedesidir.
Osmanlı ordusunun omurgasını oluşturan yeniçeri ocağının piri Bektaşi’dir.
Yeniçerilerin 94. alayında Mürşit olarak bir Bektaşi babası otururdu. 
Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fethi sonucu halifeliğin Osmanlı’ya geçmesinden sonra sünnilik Osmanlı’nın resmi mezhebi haline gelmiştir. Mısır’dan getirilen 1000 kadar din alimi topluma sünniliği yaymıştır. Safevi-Alevilik, “kızılbaşlık” denilerek yok edilmeye çalışılmış; Bektaşi-Alevilik ise korunmuştur. 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte Bektaşi dergahları da kapatılmış ve Bektaşi-Alevilik tamamen yok edilmeye çalışılmıştır.
                                                                                 * * * * *
Halifeliğin Yavuz Selim’e geçmesinden sonra sünni-hanefi mezhebi şeriatı, Ehli Sünnet fıkhı din anlayışına egemen olmuştur. Hıristiyanlıkta din adamlarının Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul edilmelerine benzer şekilde, padişahların  Allah’ın yeryüzündeki gölgesi oldukları  ve peygamberimizin halefi oldukları kabul edilmiştir. Onlara  Zill Allah fi’l-âlem” - Allah’ın yeryüzündeki gölgesi,  
halife-i ru-yi zemin” yeryüzünün halefi ve hatta Halifet-ül Resül-Resulün Halefi alifesi HhhhHhhhhHhhhhkhohoüüüdenilmiştir.
Fermanları kutsal sayılmıştır.. Dikkat edilirse yanında eşi veya çocuğu olan hiçbir padişah resmi yoktur. padişahlar portrelerinde hep tek başınadır. Allah tek ve benzersiz olduğu için padişahlar da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak kendilerini tek ve benzersiz görmüşlerdir. O yüzden portrelerinde yanlarında kimsenin bulunmasını istememişlerdir.

Osmanlı’da bütün ülke toprakları “Memalik-i Şahane” yani padişahın mülküdür.
Bir kişinin kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayması ve mülkü sahiplenmesi Franvun’ca bir tavırdır. Fravun da Tanrı Ra’nın yer yüzündeki temsilcisi olduğunu ve  Mısır mülkünün sahibi olduğunu iddia ediyordu. (Zuhruf 51)  Mülkün sahibi Yüce Allah’tır. Yeryüzündekilerin, gökyüzündekilerin ve ikisi arasındakilerin sahibi O’dur. O’na ait olanı  sahiplenmeye çalışmak şirktir.
 Son Osmanlı padişahı ve Müslüman ümmetinin halifesi, “Allah’ın gölgesi’’ Vahdet’tin, ne acıdır ki, 
bir düşman fırkateyni ile 17.11.1922 tarihinde İstanbul’dan, kaçmış ve Haçlı devletlerin korumasına sığınmıştır. Bu olay üzerine Atatürk şunları söylemiştir.

“ Hakikatten, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını kendi ülkesinde milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlukun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir.” (Nutuk – Kaynak Yayınları – S:217)

O dönemde din istismarının etken unsuru hilafet sistemi toplum üzerinde öyle etkilidir ki, 01.11.1922 tarihinde  saltanatı kaldıran Atatürk, ayni zamanda hilafeti de kaldıramamıştır.
                                                                                    
Kaçan hain Vahidettin’in yerine Abdülmecit efendi halife olmuştur. Damat Ferit’in Şeyhülislamı
Mustafa Sabri ve İskipli Atıf Hoca gibi mürteciler saltanat ve hilafetin İslam’ın özü olduğunu, halifenin peygamberimizin vekili olduğunu söyleseler de 03.03.1924 tarihli kanun ile hilafet kaldırılmıştır.
Din adamlarının ve onların oluşturdukları kurumların devlet yönetimindeki otoritesine son verilmiş ve demokratik, laiklik anlayış benimsenerek akla, bilime, çağdaş değerlere yönelinmiştir.

Kur’an ve sünnet dışı hilafet sistemi zalim Ehli Beyt düşmanı Emevi'ler tarafından ihdas edilmiştir.
Aslında dini değil, siyasi bir kurumdur ve Emevi şeriatının, sünni  anlayışın sembölüdür.
Emevi şeriatını putlaştırıp İslam’ın yerine koymaya çalışanlar; asırlar boyu dini saltanat, sömürü
aracı yapanlar hilafetin kaldırılmasına büyük tepki göstermişlerdir. Emevi şeriatının takipçileri
olan günümüz siyasal islamcı akımların, partilerin en büyük hayali bir gün tekrar hilafet sistemine dönebilmektir. 
                                                                                * * * * *                                                               
Osmanlı’da  “devşirme sistemi” özel bir yere sahiptir. Aşağıda bu konuyla ilgili aydınlatıcı bir alıntı yer almaktadır.

“Osmanlı devletini kuranlar Türkmenlerdi . Osman, Orhan ve I. Murat döneminde Osmanlı’nın yönetici
 sınıfı Türkmenlerden oluşmuştu.
I. Murat döneminde Rumeli’de fethedilen topraklarda yaşayan Hıristiyan halklarının yaşları 10- 15
arası olan çocuklarından sağlıklı, zeki ve becerikli olanlar toplanmaya başlandı. Osmanlı geleneklerine
göre eğitildi.  Bunlara devşirme denirdi..
Hıristiyan çocukların devşirilmesinin II. Murat döneminde bir sistem haline dönüştürülmesiyle devşirmeler Osmanlı’nın devlet ve ordu yönetiminde çok önemli roller üstlenmeye başladılar. En iyileri saray içindeki Enderun mektebinde eğitildiler. (Enderun’a Türk çocukları alınmazdı.) Sadrazamlık, vezirlik, beylerbeyliği gibi en önemli devlet görevlerini  Enderun’da yetişen devşirmeler üstlendi.
Devşirme sisteminin Osmanlı’ya yerleşmesiyle Osmanlıyı kuran Türkmenler devlet yönetimine pek sokulmadılar..... II. Mahmut devrinde devşirme sisteminden vazgeçilmiş olsa da, Türkmenler
Osmanlı’nın yıkılışına kadar hep ezildiler, sömürüldüler, zulüm gördüler...............
Osmanlı imparatorluğu’nun başına büyük belalar açan Celali isyanları Türkmen isyanlarıdır.
 Bu isyanların en önemli nedeni Türkmenlerin vergi ve angaryalar altında ezilmeleridir.
Osmanlı toplumunda ikinci sınıf insan durumuna düşürülmüş olmalarıdır......
Türkmenler aleviydi, ama o dönemde onlara alevi değil, kızılbaş denirdi. Türkmenler Orta Asya’dan beri başlarına kızıl börk (kulah şeklinde başlık) giyerlerdi. Kızılbaş adı oradan gelir. Bazı şeyhülislamlar, ki bunların içinden en meşhuru ebu Suud efendidir. “Kızılbaşları katletmek sevaptır.” Mealinde fetvalar yayınladılar. Osmanlı döneminde isyancıların yanı sıra on binlerce belki yüzbinlerce Türkmen sadece Türkmen ya da kızılbaş oldukları için sevabına öldürüldüler..”
 (Bütün Düny a Dergisi 20011/12 S:21)  

Taklitçi, nakilçi selefiye yorumuna karşı; akılcı Mütezile-Maturidi ekölüyle  12. yüzyıla kadar İslam dünyasında bir çok alimler yetişmiştir. Bu tarihten sonra Eşarilik benimsenerek nakilcilerle, akılcıların arası bulunmaya çalışılmış ancak süreç içinde akılcılıktan uzaklaşılmış, taklitçilik, mürtecilik baş taşı edilmiştir. 
                                                                                   
İslam uygarlığı 11. yüzyıla kadar bilim ve teknolojinin beşiği olmuştur. İslam’ın Rönesansı olan bu dönemde çoğunluğu Arap olmayan, Türkmen ve Pers kökenli alimler, düşünürler yetişmiştir.   
Bunlardan bazıları: İbn-i Sina, (Doğumu: 980 Buhara )  Farabi, (Doğum: 870 Kazakistan) Battani,  
(Doğum: 858 Harran ovasu-Şanlıurfa) Al Buruni, (Doğum: 973 Harezm- ) El Kindi,(Doğum: 801 Kufe- Irak) El Harezmi, (Doğum: 780 Harezm ) ibn Rüşt, (Doğum: 1126-Cordoba) Ömer Hayyam (Doğum: 1048 Nişabur)   İlim tarihinin bu değerli şahsiyetlerinden hiç biri İslam’ın doğduğu, Emevilerin hükmettiği coğrafyadan çıkmamıştır. Büyük bir kısmı günümüzde Türk-i Cumhuriyetlerin bulunduğu Türkistan olarak adlandırılan İslam’ın hakim olduğu topraklardan çıkmıştır. Bu topraklara İslam’ı getirenler peygamberimizin vefatından sonra  Emevi zülmünden kurtulmak için hicret etmek zorunda kalan Ehli Beyt mensupları ve ilk kuşak sahabelerdir.

El Harezmi cebir biliminin atası sayılır.  830 yılında yazdığı kitapla “cebir” in temellerini atmıştır.
İbn-i Sina’ın eseleri 18. yy’la kadar Avrupa’da tıp fakültelerinde temel kaynaklar olarak okutulmuştur.
Avrupa ülkelerinde 17. 18. yüzyılda  yaşanan reform ve rönesans hareketlerinin temelinde Müslümanların bilimsel ve kültürel  birikimleri yatar. İslam uygarlığının değerleri, birikimleri Haçlı savaşları sırasında  fark edilmiş ve 12.-13. yy’dan itibaren Avrupa'ya taşınmaya başlanmıştır.

İslam dünyasında sultanlar-padişahlar çıkarlarına uygun din-mezhep anlayışlarını, işlerine gelen beşer düşüncelerini hemen her dönemde topluma din diye dayatmışlardır. Toplumda saltanat çıkarlarına uygun bir din anlayışı oluşmasını sağlamışladır. 12. yüzyıldan sonra ve özellikle hilafetin Osmanlı’ya geçmesinden sonra Kur’an’ın işaret ettiği akıl, bilim terk edilmiş ve Emevi kültürü, Ehli Sünnet fıkhı hukukta referans kaynağı olmuştur. Bu anlayış İslam ümmeti üzerinde “afyon” etkisi yapmıştır.
12. yy’dan 16. yy’la kadar Uluğ bey, (Ölm:1449)  Ali Kuşçu, (Ölm:1474) Piri Reis (Ölm:1554) Evliy a Çelebi (Ölm:1682) Katip Çelebi (1657)  ve gök bilimci Takiyüddin bın manıf (Ölm:1585) gibi birkaç düşünce ve bilim adamı daha yetişmiştir.  Ancak 17. yy’dan sonra İslam dünyasında bir tek  bilim adamı, düşünür, filozof yetişmemiştir...

Osmanlı’da 18.yy. sonuna kadar sadece 80 kitap basılmıştır. Din adına akıl ve bilim düşmanlığının yapıldığı, özgür düşüncenin ve adaletin olmadığı yerde ne din olur, ne medeniyet olur, ne gelişme olur, ne de insanlık olur.Günümüzde dünyanın en fakir 35 ülkesinin tamamı Müslüman ülkeleridir.  Fakirlik kader  değildir; İslam ülkelerinin yaşadığı olumsuzlukların sorumlusu bizzat ümmetin kendisidir. (Nisa-79)

Avrupa’da Kopernik, Kepler, Galileo, Newton gibi bilim adamları yetişirken; Macellan, 1522 yılında dünyanın yuvarlak olduğunu keşfederken, Kristof Kolomb 1492 yılında Amerikayı keşfederken  
Doğu’nun ve okyanus ötesinin zenginlikleri Avrupa’ya akarken, teknoloji  ve silah sanayileri gelişirken, Osmanlı’da yüksek öğrenim kurumları olan medreseler sadece din eğitimi veren, mollalar- “din adamları” yetiştiren; tarih, coğrafya, fen, fizik, matematik gibi müspet-pozitif ilimleri dışlayan kurumlar olmuştur. Osmanlı tarihinde bir tek bilimsel, teknolojik buluş yoktur. Osmanlı’nın Batı kültürüne katkısı, etkisi; Türk kahvesi, kahvehane kültürü, ipekli kumaşlar, halıcılık, kilimcilik, çinicilik ile sınırlı kalmıştır.  Sanat, kültür, edebiyat, bilim, endüstri ve teknoloji yarışındaki geri kalış ve moderniteyi, aydınlanma-akıl çağını, yakalayamama Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Örfi hukuktan şer’i hukuka yöneldikçe yani zamanın ihtiyaçlarına göre akıl yoluyla belirlenen hukuk sisteminden Emevi şeriatına, fıkhına göre belirlenen hukuk sistemine geçildikçe Osmanlı’da sorunlar artmış, gerileme hızlanmıştır. 1683 yılında ikinci  Viyana kuşatması başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra imparatorluk sürekli toprak kaybetmiştir.
Osmanlı en güçlü olduğu dönem de bile sadece askeri alanda en güçlü olabilmiştir.
17. yy’da Avrupa’dan Osmanlı’ya gelen seyyahlar kitaplarında halkın yoksulluğunu, kötü yaşam  koşullarını, yaşanan açlık, kıtlık sorunlarını anlatırlar.

Osmanlı’da değişimci, yenilikçi hareketler yukarıdan aşağıya yönetici sınıfın öngörüsü, isteği veya
toplum içindeki dinamiklerin baskısından çok askeri yenilgi ve toprak kayıplarından sonra başlamıştır.
Fransız devriminin etkileri Avrupa'yla sınırlı kalmamış ve 19. yüzyılda Osmanlı’ya da ulaşmıştır.
III. Selim’le başlayan II. Mahmut,  Abdülmecit ve Abdülaziz dönemleriyle devam eden 90 yıllık
süreçte reform hareketleri yaşanmıştır. Tanzimat (1839 ) ve Islahat (1856) fermanları yayınlanmıştır.
II. Abdülhamit döneminde önce  I. Meşrutiyet (1876) sonra İttihat ve Terakki Cemiyetinin faaliyetleri sonucu II. Meşrutiyet kanuni esasi - anayasa ilan edilmiştir. (1908) Bu dönemde Maarif Nezareti geliştirilmiş, çağdaş eğitim veren okullar açılmış ve daha bir çok reformlar yapılmıştır.  
Ancak bütün bu iyi niyetli çabalar yeterli olmamıştır. 
Kapitilasyonlar nedeniyle özellikle 1838 yılında İngilizlerle yapılan Baltalimanı Anlaşmasıyla Osmanlı’nın bağımsız dış politika izleme imkanı kalmamıştır. Dış borçların taksitleri bile ödenemez hale gelince 1881 yılında Düyun-i Umumiye  İdaresi adı altında bir komisyon kurulmuştur.
Böylece Osmanlı ekonomisi tamamen kontrol altına alınmıştır.
Bu süreç Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürmüştür. 

Osmanlı’nın yıkılmasının sorumlusu İslam değildir; Kur’an hükümleri yerine sünni şeriatının hükümlerini, kabullerini din adına uygulayan Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını söyleyen padişahlardır ve  onların destekcisi “din adamları” sınıfıdır. Halifelerdir, şeyhülislamlardır, ulemalardır, mollalardır. Akılcılık yerine selefiliği; geçmişe saplanıp kalmayı tercih eden hanedan ve elit yönetici sınıftır.

Osmanlının yıkılmasının bir diğer önemli sebebi ise, hanedana karşı alternatif güç oluşmasını engellemek için toplum içinde sermaye birikimine, tüccar kapitalist oligarşik yapılara müsaade edilmemesidir. Özgürlüğün, rekabetin olmadığı yerde toplumsal değişimi, ilerlemeyi sağlayacak sosyal, ekonomik güç odakları oluşamamış ve teknoloji, sanayi gelişememiştir.  Saltanatın alternatifi olabilecek muhalefet hareketleri engellemek, Osmanlı siyasetinin temel hedeflerinden biri olmuştur.

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                                      


                                                                      

Hiç yorum yok:

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....