30 Mart 2015 Pazartesi

SAİD NURSİ..

(Yaşar Nuri Öztürk-Kur’an’ın Temel Buyrukları sayfa-99-100 )

Bir toplum veya zümrede Kur’an dışında tartışma üstü kitap, peygamber dışında tartışma üstü
kişi varsa, o toplum ve zümre nüfus kağıdı ve iddiası ne olursa olsun MÜSLÜMAN DEĞİLDİR.
İş bununla da bitmez, böyle bir toplum ve zümre, Kur’an’ın açık beyanlarına göre MÜŞRİKTİR.
Kişi veya gurupların hatırı için bunu görmezlikten gelen veya tevil edenler ise şirke destek veren ZALİMLERDİR... Ne yazık ki, İslam dünyası, bu arada Türkiye böyle bir ŞİRK felaketinin kucağına
düşmüş durumdadır. Kur’an’ın yanında hatta bazen ondan önce güven kaynağı, tartışma üstü
kaynak kabul edilen yüzlerce kitap vardır. Bunların başında, tartışma üstü tutulan bazı hadis kitapları
gelmektedir. Tarikat, mezhep ve fırkaların tartışma üstü tutulan ve sayıları yüzleri bulan zübürleri de
dinin tartışmasız kitabı olarak algılanmakta, onu en küçük anlamda eleştiriye tabi tutanlar zındık ve kafir ilan edilmektedir. Hatta bunlar içinde örneğin, Nurculuğun değişik kollarında bu zübürlerin dilini
sadeleştirmeye kalkanları bile sapıklıkla itham edenler vardır.
Bu fırkalar, efendilerinin zübürlerini esas alarak Kur’an’ı düzeltirler ama, Kur’an’ı esas alarak o
zübürleri düzeltmeye asla yanaşmazlar. Çünkü bizzat kendi beyanlarına göre Kur’an nasıl Tevrat
ve İncil’i tastikleyen kitapsa SAİD NURSİ’nin risaleleri  de –haşa- Kur’an’ı tastiklemektedir.
Yani bu tarikat mensuplarına göre, Nur Risaleleri’nin sözleri Kur’an ayetlerinin–haşa- delili sayılmaktadır.......
(Mevlana’da  yazdığı önsözde Mesnevi’nin Kur’an’ın delili olduğunu söylemiştir. Nur Risaleleri ile
Mesnevi’ye atfedilen bu ortak özellik, Nurculuk ile Mevleviliğin; tarikat ile tasavvuf anlayışının
bünyelerinde şirk unsurlar barındırma, şirke sapma konusunda benzer özellikler taşıdıklarını gösterir..)
Peygamberin bile hata yapabileceğini, ancak bu hatalarının ilahi vahiyle düzeltildiğini bildiren bir
kitabın mensubu olduğunu söyleyenler, nasıl oluyor da kutsal ilan ettikleri bazı kişilerin hatasız ve
tartışma üstü olduğunu kabullene biliyorlar? Böyle bir kabulle, Kur’an’ın insan ve Allah anlayışını
yan yana tutmak asla mümkün değildir.
Bu yoldaki kabullerin sahiplerinin en kısa zamanda genel bir tövbe ile Allah’tan af dilemeleri ve
Kur’an’a dönerek imanlarını tazelemeleri gerekir...”

Zekeriya Beyaz, Said Nursi ve Nurculuk adlı kitabının 248. ve 249. sayfalarında Said Nursi ile ilgili
şu çarpıcı tespitlerde bulunuyor:
 “Said Norsi diyor ki:
‘Birden bir ihtar-ı gaybi gibi kalbime denil ki: İmam-ı  Ali radıyallahü anhu Risale-i Nur ile çok meşguldür.’
‘Hatırıma geldi ve manen denildi ki..’
‘Kalbime denildi ki..’
‘Gelen cevap manevi canipten geldi. Bana denildi ki..’
‘Birden bir ihtar-ı gaybi ile kat-i kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki..’
‘şiddetli bir ihtar ile kalbime denildi ki..’
‘ Manevi bir ihtar ile bir iki ince meseleyi size yazıyorum.’
  Said Norsi’nin kitaplarını incelerken sık sık şöyle sözlerle karşılaşıyoruz.
‘Kalbime ihtar edildi, denildi ki..’
‘Size şu meseleleri bildirmem bana ihtar edildi, denildi ki..’
Bazen de ‘bana yazdırıldı’ veya ‘yazdırılmadı’ gibi cümleler kullanıyor. Ancak kimin ihtar ettiğini, kimin
bildirdiğini ve kimin yazdırdığını hiç açıklamıyor ve söylemiyor.
böylece bizim zihnimizde bir takım önemli sorular oluşuyor. Şöyle ki:
1-        Said Norsi’ye kitaplarını bir başkası mı ihtar edip bildirmektedir? Bir başkası mı yazdırmaktadır?
2-       Said Norsi’nin kalbine ihtar edip bilgiler veren ve bu bilgileri insanlara açıkla veya yaz diyen
       kimdir?
3-   Allah tarafından mı ihtar edilip bilgi verilmekte ve yazdırılmaktadır?
4-  Acaba bir melek mi söyleyip bildirmekte ve yazdırmaktadır? Öyle ise o meleğin adı nedir?
       5-  Yoksa Allah doğrudan kendisi ile konuşup bilgiler ve insanlara duyurmak için emirler mi veriyor?
       6-  Eğer öyle ise Said Norsi kendisine vahiy geldiğini mi söylemek istiyor?
       7-  Öyle ise Risale-i Nur kitapları kutsal kitaplar mıdır?
      8-  O halde kendisi de yeni bir peygamber midir? Yalancı peygamber midir?
      9-  Eğer peygamberliğini ilan ediyorsa, o zaman yeni bir din mi getirmiştir? Peki bu yeni dinin adı
             nedir? Ve ümmeti kimlerdir?
      10-  Neden gerçeği açıkça söylemiyor da, insanları böyle şüphelere düşürüyor.
      11- Yoksa kendisini ve yazdığı kitapları kutsallaştırmak için, halkı aldatmak için böyle esrarengiz
              hileler mi yapıyor? 
       12- Yoksa Said Norsi akıl hastası mıdır?
Kısacası bu sorular zorunlu olarak aklımıza geliyor fakat cevaplarını da bilmiyoruz. .”             

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK 

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                          



TARİKATLAR...

‘‘Tarikatların en önemli kurallarından biri müridin kendisini şeyhine ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakmasıdır. Kuran’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü
körüne itaat esastır.Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye şeyhin mehdiliğinin veya İsalığının inandırılması, şeyhin dünyadaki en üstün insan olduğunun iknası, kişinin maddi açıdan sömürülmesi,
dine yapılan ilave ve eksiltmelerin yutturulması gayet kolay olmaktadır.
Üstelik kişi aklı bir kenara bırakma prensibini (Aklı dışlayarak, bir kenara bırakarak sadece ‘gönül yolu’ ile iman etmek tasavvuf anlayışının temel kuralıdır.) kabul ettikten sonra üniversite bitiren okumuş müritle; cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye gelmektedir. Bu yüzden bizi tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı şaşırtmamalıdır. Çünkü bu kişiler tarikatların yapısı gereği aklını bir kenara bırakmış ve şeyhe teslim olmuşlardır. Bu tavrın neticesi ise cahil ile okumuşun, bilen ile bilmeyenin farkının kalmamasıdır.
Araştırma yerine yutturma, düşünme yerine taklit esas olunca, tarikattaki herkesin inancı, hayata
bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle aynı olmaktadır...
 Tarikatlara girenlere verilen tarikat terbiyesini, itaat kültürünü  anlamak için bir tarikatta müride uymasının zorunlu olduğu yedi madde diye eline verilen listeyi görelim:
1-) Mürşidine (şeyhine-hoca efendisine) tam teslim olmak ve hiç kimseyi mürşidinden üstün 
    bilmemek.
2-) Zeki ve idrak kabiliyeti yüksek olmak.
3-) Şeyhinin, hoca efendisinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak.
4-) Sözünde sadık ve güvenilir olmak.
5-) Malını ve mülkünü şeyhin, tarikatın, cemaatin  hizmetine vermek.
6-) Mürşidin ve tarikatın sırlarını gizli tutmak.
7-) Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak.’’
(Kuran Araştırmaları Gurubu- Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din)  

İnsan, kendisini diğer kişilerden ayıran kendine has şahsi özelliklerini; şahsiyetini – kişiliğini-karakterini oluşturan değerlerini koruyarak güven içinde özgürce yaşamalıdır. Sadece Allah’a teslim olan Müslümanlar şahsiyetli, şerefli, çağdaş, akıl ve bilim yolunda ilerleyen, sorgulayan, eleştiren, özgür düşünce ve iradesiyle hareket eden erdemli bireylerdir. Genelin içinde özel olmanın, birey olmanın, kişilik ve karakter sahibi olmanın onurunu yaşarlar.
Tarikat müritleri ise; mürşit, şeyh, evliya denen beşerlere Allah’ın sıfatlarına, niteliklerine eş, benzer sıfatlar, nitelikler vererek onlara kul, köle olan, biat eden, raiyeleşmiş-sürüleşmiş kişilerdir.
Tarikatlerde genelin içinde kaybolmuş bireyler, değerini başkasına endekslemiş, eklemlenmiş kişilikler vardır. Özgür düşünce, kişisel irade ve akleden, düşünen, onurlu, erdemli bireyler yoktur.
Şahsi niteliklerin yok edildiği yerde ancak şahsiyetsiz şablon kişilikler oluşur.  
“Amaç vesileleri mubah kılar” mantığıyla her türlü insani, ahlaki, değer gözardı edilir; hak, hukuk, kanun, adalet yoktur; gurubun amaçlarına, çıkarlarına hizmet etmek ve şeyhlere, şıhlara, hoca efendilere, muhteremlere  kendini teslim etme, onların buyruğu altına girme, mutlak itaat ve biat kültürü vardır. Kulun, kula itaat ve biat etmesi hiç şüphesiz tevhid ilkesiyle ve “raina demeyin” (Bakara-104) ayetiyle çelişir..  Tarikatlarda düşünce, akıl, bilim adamı olmak önemli değildir. “Dava” adamı olmak önemlidir.
Tarikatlar özgür benlikler değil; “adanmış” güdülmeye hazır, silik benlikler arar.
İslam, kula kulluk etmeyi yasaklamıştır. Tevhid ilkesinin amacı, insanları yaşamlarında özgür kılmaktır. Özgürlüğün kısıtlanması, yok edilmesi; fıtratın kuralları ve Yaratan’ın iradesi ile çelişir. 

İslam,  akleden, şahsi özellikleriyle var olan onurlu, erdemli, şahsiyetli bireylerden oluşan ve güven içinde özgürce yaşayan toplum ister. Tarikat, cemaat kültürü ise, birey bilincinin gelişmesine izin vermez; kendilerinin anlayışlarını, kurallarını, kabullerini benimseyen itaatkar birbirinin aynısı, kopyası bireyler ister.  
Tarikat mensupları duvardaki tuğla gibidir. Özgür insan ise ormandaki ağaç gibi tek ve hürdür.
Tuğlalar beşer ürünüdür, kalıplara dökülüp imal edilir. Nitelikleri, fonksiyonları birbirinin aynısıdır.
Aklını özgürce kullanan, kula kulluk etmeyen, onurlu, saygın, ağaç gibi tek ve hür bireyler İslam’ın istediği erdemli ve özgür yaşayan toplumları-ormanı oluşturur.

İslam toplum, millet ve insanlık dinidir. Bunu, ferdi-insanı toplum içinde eritmeden sağlar.''  (Hüseyin Atay)

Tarikat kültüründe  mezhep imamları, tarikat şeyhleri; kurtarıcı, erdirici, Allah’a yaklaştırıcı, şefaat edici ve mutlak biat edilmesi gereken kişiler olarak kabul edilir. Bunların yazdıkları kitaplar eleştirilemez, değiştirilemez hatta sadeleştirilemez kabul edilir. Her tarikat, kendi kitabını dinin tartışılmaz kitabı olduğunu iddia ederek, Kur’an’a eş, ortak koşar.
Kendilerini eleştirenleri itikatsız olmakla suçlarlar. Kafir, zındık ilan ederler.

‘‘Taklitçiliğin dayandığı esas: Mezhep imamlarının, tarikat şeyhlerinin, cemaat hoca efendilerinin dediklerinin doğruluğuna imandır. Onların yanıldığı düşünülemez. Ve onlara imanla dindar olunur.
İşte bu taklitçilik ilmi yıktı. Şimdi taklitçiliği ancak ilimle (akıl ve bilgiyle) yıkmak mümkün olur.’’  
 (Hüseyin Atay-Kur’an’da İman Esasları ve Kader)

Saygılarımla
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com


                                                                                     

FARZ Nedir.? SÜNNET Nedir.?

Farz
Yapılması, uyulması Kur’an’da kesin ve açık olarak muhkem ayetlerle (Ali İmran-7) bildirilen hükümlerdir;  emirlerdir, yasaklardır. Bunlara İslam’ın nass’ları da denir. Bunların ihmal edilmesi, yapılmaması günahtır. İnkar edilmesi ise, dini inkar etmektir, dinden çıkmaktır.
Dinin esaslarını oluşturan inanç, iman, ibadet konuları ile haramları bildirin hükümler ve iyi, erdemli, ahlaklı, adil insanlardan oluşan barış, esenlik içinde özgürce yaşayan bir toplum oluşturma amacına matuf hükümler, ayetler İslam’ın farzlarıdır. Farz hükümler beşeri katkıya, yoruma ihtiyaç duyulmadan anlaşılan,  açık net ifadelerle ve tek seçenek olarak  bildirilen hükümlerdir.
Örneğin; Allah’a, peygamberler, meleklere, Kitap’lara ve ahirete iman etmek ile namaz kılmak, zekat vermek ve diğer ibadetler;  adil olmak, ölçüde-tartıda hile yapmamak, yalancı şahitlik yapmamak, müşriklerle evlenmemek gibi Ahlaki yapılanmayla ilgili konularda  Kur’an kişiye yorum-tercih imkanı vermez, hiçbir esneklik göstermez. “Şöyle olursa ahirete iman etmeye bilirsiniz” veya “Böyle olursa ticarette hile, yolsuzluk yapabilirsiniz” şeklinde bir çelişkiye düşmez.
Farz hükümler değişik surelerde bir çok kez tekrar edilirler ve bu hükümlere uymamanın yaptırımı ile uyulması halinde mukâfatı Kur’an’da bildirilir.
İslam’ın farzları insan aklıyla ve fıtratla uyumludur. Kur’an akılla çelişen veya insanın zararına olan hiçbir hüküm bildirmez. 
Kur’an, 55-60 kadar konuda emirler ve yine 55-60 kadar konuda yasaklar bildirmiştir. Bunlar İslam’ın farz hükümleridir. Bu hükümlerin hepsi insanın mutluluğu, esenliği içindir; barış ve güven içinde özgürce yaşaması içindir.

İslam ümmetinin İslam’ı anlama, uygulama konusunda bir çok yanlışları, eksikleri vardır.  İnancına bir çok bid’adlar, hurafeler karıştırmıştır. Ama, Allah’a şükür aklı başında hiç bir Müslüman ahireti inkar etmez veya alış verişte hile yapmayı mubah görmez. Yani İslam’ın farz hükümleriyle ilgili İslam ümmetinin genelinde bir faklılaşma veya yanlış yorumlar, uygulamalar yoktur. Hangi ekolün mensubu olursa olsun, hangi İslam ülkesinin vatandaşı olursa olsun hiçbir Müslüman ahireti inkar etmez. “Namaz Allah’ın emri değildir” demez. “Domuz eti yemek, alkollü içki içmek helaldir” demez. Gıybet etmeyi, zinayı, mal biriktirmeyi, yetim hakkı yemeyi savunmaz. Kibirli, riyakar olmaz.
İslam’ın temel esaslarının,  farz hükümlerinin neler olduğunu anlamak için ümmetin genelini  gözlemlemek yeterlidir. Fanatik, radikal küçük çaplı hizip guruplar haricinde İslam ümmetinin genelinde benimsenen, uygulanan hususlar İslam’ın farz hükümleridir.

Kur’an bazı konularda insan iradesine seçenek sunmak için esnek hükümler bildirmiştir. Bunlara “Kısas” ve “El kesme” cezalarını örnek verebiliriz. Cana kıymaya karşılık kısas hükmü uygulanabileceği gibi, suçlunun af edilmesine de imkan sağlanmıştır. Dolayısıyla, kısas tek seçenek olarak bildirilmediği için islam’ın farz hükmü değildir. Ayni uygulama el kesme cezası için de söz konusudur. Hırsızın eli kesilebileceği gibi, affedilmesi de mümkündür. Kur’an’da el kesme cezasının alternatifi de bildirildiği için “el kesmek” İslam’ın farzı değildir. 

Beşeri katkıya, yoruma ihtiyaç duyulan , İslam tarihi boyunca farklı toplumlarda farklı  şekillerde yorumlanmış ve farklı uygulamaları olan konular dinin farzı değildir.
Bunlar daha çok muamelat alanıyla, pratik yaşamla ilgili; zaman, zemin koşullarına, ihtiyaçlara, imkanlara bağlı olarak farklı algılanmış hususlardır. Örneğin: Namaz kılmak farzdır, ancak  namazın rekat sayıları Kur’an’da bildirilmemiştir. Bu durum farklı uygulamalara yol açmıştır. 
Bu konularda hiç kimse kendi uygulamasını dinin farzı olarak sunmamalıdır. 
Baş örtme konusu İslam ülkeleri arasında farklı uygulamaları olan bir başka konudur. 
Bu konuda hiç kimse kendi tercihini veya bağlısı olduğu mezhebin görüşünü dinin farzı-vecibesi olduğunu iddia edemez.


S Ü N N E T
Davranış, tarz, tavır, yöntem, uygulama biçimi demektir. İslam dünyasında Hz.peygamber’in
Kur’an’da yer alan hükümleri, emirleri, farzları yaşama uygulama tarzına, yöntemine sünnet denir.
Kur’an hükümlerine uygun yaşam tarzı ve örnek ahlakı Hz. peygamberimizin sünnetidir.
Dinin ve sünnetin tek kaynağı Kur’an’ı Kerimdir.
Sünnetten söz etmek için öncelikle Kur’an’da onun dayandığı bir hükmün olması gerekir. 
 Yüce Allah hükümlerini, emir ve yasaklarını, uyarı ve öğütleriniKur’an ile bizlere bildirmiştir.
Hz. Muhammed Kur’an’ın hükümlerini bizlere tebliğ ederek resullük görevini yerine getirmiştir.

Bu hükümleri yaşantısına uygulama şekliyle-sünnetiyle; ibadetleri uygulama şekli, adil yönetimi, güçlükler karşısında sabırlı ve gayretli olması; dürüst ve güvenilir, merhametli ve  şefkatli olması; abartı ve israftan uzak yaşaması; yardımlaşmaya, dayanışmaya, paylaşmaya önem vermesi; yalandan, riyadan, zandan, iftiradan, dedikodudan, gıybetten uzak durması ve üstün ahlakıyla ümmetine örnek ve önder olarak nebilik görevini yerine getirmiştir.
Hz. peygamber hiç şüphesiz Kur’an’a uymuştur; Kur’an hükümlerine uygun bir yaşam sürmüştür. 
Ümmetini de Kur’an’la uyarmış ve onlara Kur’an’la öğüt vermiştir; ümmetine de Kur’an’a uygun yaşamalarını öğütlemiştir. (Enam-50  Kaf-45  Enbiya-45)
Kur’an’a uyan; Kur’an’a uygun yaşayan kişi ayni zamanda sünnete de uymuş olur..

Hz. peygamberimizin resullük göreviyle ilgisi olmayan; Kur’an hükümleri kapsamında olmayan ve bir beşer olması dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun örfüne, adetine; coğrafi koşullara veya kendi beğenilerine, tercihine bağlı olan davranışları sünnet değildir. Hz.peygamberimizin cübbe giymesi, sarık takması,  balı çok sevmesi-yemesi, yemek yerken çatal, kaşık kullanmaması, sandelet giymesi, deveye binmesi Kur’an kapsamında olmayan konular olduğu için sünnet değildir.          

Dinde hüküm koyma yetkisi yalnız Allah'a aittir. İslam'ın kapsamını, içeriğini Kur'an oluşturur. Sünnet veya hadis adı altında çeşitli mezheplerin kendi görüşlerini destekleyen, çıkarlara uygun oluşturulan beşeri temelli külliyat kapsamında bulunan kabulleri, kuralları din hükmü saymak veya bunları Kur'an'ı tamamlayan, açıklayan kaynaklar  olarak kabul etmek şirk yoluna girmektir.
Kur'an'ın eksiği-fazlası yoktur; beşeri katkıya ihtiyacı ve izni yoktur. (En am-38)

“Hüküm yalnız ve yalnız Allah’ındır..” (Enam-57  Kasas-70, 88  Yusuf-40, 67)
“Gözünüzü açın hüküm yalnız O’nundur..”  (Enam-62)
“O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez..” (Kehf-26)
De ki: “Yalnız bana vahiy edilene - Kur’an’a uyarım ben..” (Enam-50  Ahfaf-9)
De ki: “Ben sadece Rabbimden bana vahiy olunana uyuyuyorum..” (Araf-203 Yunus-15)
De ki: “Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum..” (Enbiya-45)
“Rabbinden sana vahiy edilene uy..” (Enam-106)

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

                                                               

29 Mart 2015 Pazar

LAİK ANLAYIŞIN AMACI.

Laik anlayışın amacı: Dini ve samimi inanç sahibi müminleri-dindarları dikta heveslisi riyakar dincilerin, siyasetçilerin, siyasal İslamcı akımların, cemaatlerin istismarından, sömürüsünden, zulmünden korumaktır. Dinimizi çıkarlara uygun şekillendirme, bozma, yozlaştırma çabalarına ve makam, mevki, iktidar aracı yapılmasına engel olmaktır.

Laik anlayışı benimseyen kişiler: Teokrasi karşıtıdır. Dinci din adamları sınıfının mensubu olmayan ve din adamları sınıfının otoritesine bağlı olmak istemeyen kişilerdir. Kimseyi inancına müdahale ettirmeyen; dini sömürü, baskı aracı yaptırmayan kişilerdir. Dini, siyasi ve dünyevi çıkarlarına alet eden dinci siyasi akımların, mezheplerin, tarikatlerin kurallarına, kanunlarına göre yönetilmek ve yaşamak istemeyenlerdir. Tevhide sadakat ile bağlı; demokrasiyi benimsemiş; çağdaş, özgür bireylerdir.

Laik anlayışı benimsemeyen kişiler: Teokrasi taraftarıdır. Dini siyasi ,ticari çıkarlarına alet eden; özgürlük, eşitlik karşıtı dinci zümreye mensup olanlar  ile bunların taraftarı ve yandaşı olanlardır veya kutsiyetlerine inandıkları din adamları sınıfının, dinci akımların, tarikatlerin, cemaatlerin vesayetine, otoritesine teslim olan, din anlayışlarını onların istediği şekilde oluşturan ve onların kurallarına, kanunlarına göre yönetilmek ve yaşamak isteyenlerdir. Bunlar tevhid inancından uzak, aklı prangalanmış ve demokrasi, çağdaşlık karşıtı; köleliğe, raina gibi güdülmeye yatkın kişilerdir.
                                                                                    
Laik yönetimler: Dinin siyasi, dünyevi çıkarlara alet edilmediği, insanlara belli bir din anlayışının dikte edilmediği, devlet yönetiminde dini kurumların, ruhban=din adamları sınıfının değil; halk iradesinin-egemenliğinin hakim olduğu çağdaş, özgür, adil, demokratik yönetimlerdir.
Laik ülkelerde sistemin öznesi insandır, halktır. Kanunlar, dini-inancı ne olursa olsun bütün vatandaşlara eşit şekilde uygulanır. Hiç kimse inancından dolayı farklı muamele görmez, dışlanmaz..
Laik devletler, yönetimler ancak laikliği benimsemiş halk tarafından kurulabilir.
“Kişiler laik olamaz, devlet laik olur” sözü anlamsız, yanıltıcı bir sözdür. Laikliği anlamamış, benimsememiş kişilerin laik yönetim anlayışını benimsemesi söz konusu olamaz.
Din ve vicdan özgürlüğü ile ifade özgürlüğü başta olmak üzere bütün hak ve özgürlüklerin güvencesi, herkesin inancının gereği olan ibadetleri serbestçe yapabilmesi, devletin bütün inançlara saygılı olması; laik anlayışın benimsenmiş olmasının bir sonucudur.

Laik olmayan yönetimler: Kur’an’ın yönetimle ilgili bildirdiği temel esaslara uygun olmayan; dinin siyasi çıkarlara, iktidar ihtiraslarına, dünyevi menfaatlere alet edildiği; topluma dogmalardan oluşan belli bir din anlayışının ve yaşam tarzının dikte edildiği; farklı, muhalif görüşleri ve din anlayışları olanlara yaşam hakkı verilmeyen jakoben tavırlı totaliter yönetimlerdir.
Sözde din hükümlerinin uygulandığı, aslında saltanat çıkarlarına uygun mezhep kurallarının, şeriat kültürünün egemen olduğu ve din dışı dinci din adamları=ruhban sınıfının mutlak egemenliği, otoritesi, vesayeti altındaki yönetimlerdir.
Siyaset, saltanat, iktidar yelkenlerinin din rüzgarı ile doldurulduğu laik olmayan yönetimler hiç istisnasız hepsi teokratik dikta yönetimleridir. Laikliğe karşı olanlar, dikta yönetimi istiyor demektir. 
Laiklik demokrasinin ön koşuludur. Laikliğin olmadığı yerde demokrasi olmaz. Demokrasinin olmadığı yerde; bağımsız, tarafsız adalet olmaz; özgürlük, eşitlik olmaz; çağdaşlık, akılcılık olmaz.  

Laik olmayan yönetimler Allah’ın indirdiği ile; Kur’an’a uygun hükmetmeyen yönetimlerdir. Ancak laik anlayışın benimsendiği ülkeler de Kur’an esaslarına uygun yönetim şekli oluşturmak mümkündür. Çünkü; laikliğin olmadığı yerde Kur’an’ın emrettiği şura esası olmaz;  liyakat sahibi, adil yöneticilerin seçimle belirlenmesi söz konusu olmaz; sosyal adalet, adil paylaşım olmaz; özgürlük olmaz. İktidarda-yönetimde dincilerin olduğu ülkelerde acı, ızdırap sömürü bitmez. Dinciler iktidardan uzaklaştırılmadığı sürece sorunlar devam eder..

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                                                     

28 Mart 2015 Cumartesi

DEMOKRASİNİN DEĞERİNİ ANLAYAMADIK/ANLATAMADIK!

Halk arasında “kolay elde edilenin kıymeti bilinmez” diye bir söz vardır.
Birinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’da krallıklar, monarjiler, imparatorluklar yıkılmış; siyasi, sosyal, ekonomik  buhranlar yaşanmıştır. Bir çok Avrupa ülkesinde insanlar  sorunlarına çıkış yolu ararken  faşist diktatörlerin tuzaklarına düşerek özgürlüklerini yitirmişlerdir. Bu diktatörler  bütün Avrupa’yı hatta dünyayı bir kez daha kan ve göz yaşına mahkum etmiştir. İkinci Dünya savaşında milyonlarca insan ölmüştür.
Adolf Hitler Almanya’da 12 yıl, Benito Mussolini  İtalya’da 23 yıl, Franko 1938 yılından 1975 yılına kadar 37 yıl İspanya’da iktidarda kalmıştır. Franko’nun döneminde İspanya’da  yaşanan iç savaşta beşyüzbini aşkın cumhuriyetçi öldürülmüştür. Portekiz’de 36 sene Salazar diktatörlüğü hüküm sürmüştür.
Rusya’da Stalin milyonlarca insanı katletmiştir. Bulgaristan’da 1934 yılında faşist yönetim iş başına gelmiştir ve nazi Almanya’sının müttefiki olarak 2. Dünya savaşına girmiştir.
 Yunanistan’da 1926 yılında General Theodoros Pangolos  diktatörlüğünü ilan etmiştir. 
1935 yılında ise Kıral 2. George tahta geçmiştir. Günümüzde bir çok Avrupa ülkesinde sembolik yetkilerle de olsa monarji artıkları krallar, kraliçeler, prensler, prensesler vardır. Japonya’da imparator vardır.

Avrupa’da insanlar demokrasi ve özgürlük için faşist diktatörlere karşı uzun yıllar mücadele vermiştir. Acılar çekilmiş, bedeller ödemiştir. Avrupa faşist diktatörlerin, iç savaşların ve ikinci dünya savaşının neden olduğu acıları yaşarken Türk halkı Atatürk’ün önderliğinde Haçlı emperyal güçlere karşı  verdiği kurtuluş mücadelesinden sonra Avrupa’da olduğu gibi onlarca yıl süren ara-kara-kanlı bir dikta dönemi yaşamadan, bedel ödemeden laik demokrasiye; Cumhuriyete kavuşmuştur. Atatürk monarşiyi yıkarak egemenliği padişahtan alıp halka vermiştir. Türk halkına özgürlük, laik demokrasi, cumhuriyet rejimi adeta altın tepside sunulmuştur. Ancak günümüzde görülen odur ki, toplumda demokrasi kültürü yeterince gelişmemiştir. Halkımızın önemli bir kısmı özgürlüğün, demokrasinin, laikliğin ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkında değildir. Demokrasiyi, laikliği, özgürlüğü benimsemekte, içselleştirmekte güçlük çekmektedir. Demokrasi ve laiklik karşıtı dinci siyasi akımların peşinden gitmekte, onları desteklemektedir.  Atatürk mirasının karşı karşıya kaldığı tehlikenin en önemli nedeni; halkımızın bir kısmının cehaleti,  aymazlığı, bilinç ve vefa eksikliğidir..
Bir toplumda cehalet egemen olursa, o toplumun egemenliği kalıcı olmaz.
Toplum olarak aklımızı başımıza toplamazsak; bu coğrafyada bu cehaletle, bu vurdum duymazlıkla kalıcı olmamıza izin vermezler..

65 milyon insanın ölümüne yol açan İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülke genelinde yaşanan bazı
sıkıntıları bahane ederek İsmet Paşa’ya yapılan saldırılar haksız, gayri vicdanı saldırılardır.
Ekmek karnesinden bahsediliyor. Karne ile de olsa vatandaş ekmek bulabiliyordu.
Ama savaşa giren ülkelerde insanlar karne ile de ekmek bulamıyorlardı. Sovyet vatandaşlarının savaş yıllarında açlıktan ölmemek için fare leşlerini bile yedikleri söylenmektedir...

İslam tarihi  zulüm ve sömürü ehli saltanat sahiplerine karşı; onurlu, vicdan ve ahlak sahibi bir çok değerli şahsiyetin hayatları pahasına verdikleri mücadelelerle doludur. Ehli beytin ve Hz. peygamberin torunlarının Muaviye ve Yezit’e karşı verdikleri mücadele,  İmamı Azam ebu Hanife’nin Emevi ve Abbasi sultanlarına direnişi bu karşı duruşun simgesel anıtlarıdır..
Tarih bize şunu şöylüyor: 13 asır önce ümmet bazı konularda bize göre daha duyarlı, daha bilinçliymiş.
Yaklaşık 1350 sene önce  ümmetin-halkın haksızlığa, yolsuzluğa, yalana, talana, sömürüye, adaletsizliğe, adam kayırmaya karşı Hz. Osman döneminde gösterdiği tepki, duyarlılık günümüzde Türk halkına ve tüm İslam toplumlarına örnek olmalıdır. Hz. Osman dönemi gün ve gün incelenmelidir. O dönemde ümmetin gösterdiği refleks, tepki örnek alınmalıdır.Halka baskı yapan, zulmeden, sömüren bütün diktatörlükler gerçek halk hareketleri ile yok edilmelidir..

Mussolini döneminde İtalya’da üniversite öğretim görevlilerine faşist yönetimi savunacaklarına dair yemin ettiriliyordu. Gazete editörleri bizzat Mussolini tarafından seçiliyordu. Tüm iş dünyası, şirketler, dernekler baskı altına alınıyordu.Benzer uygulamaları ne yazık ki, bizler şimdi günümüzde yaşıyoruz.
                                                                  *  * *  * *
Türk Milleti demokrasiyi, laikliği kolay elde ettiği için kıymetini bilemediği söylenebilir.
Ancak diğer taraftan halk arasında “zor elde edilen şeyler kıymetli olur”diye de bir söz vardır.
Bu vatan için, bu topraklar için , bağımsızlık için çok acılar çekilmiş, çok canlar yitirilmiştir.
Zamanın emperyal güçleri olan devletlere karşı her aileden birkaç şehit verilerek kurtuluş
mücadelesi kazanılmıştır. Dünya tarihinde emperyalizme karşı kazanılan ilk ulusal savaşın galibi olan bu millet,  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni  kurulmuştur. Ayrıca son 30 yılda bölücü terör bu millete çok acılar yaşatmıştır, binlerce vatan evladı terör kurbanı olmuştur, bu vatan için can vermiştir.
Günümüzde, bölücü ve irticacı çevrelerin Haçlı güçlerle işbirliği yaparak Sevr’i tekrar horlatma gayretlerine; etnik bölünme, federasyon hayallerine karşı sağduyulu, vatan sever halkın gösterdiği haklı reaksiyonun arkasında yatan ana faktör; bedeller ödenerek çok zor elde edilen vatanımızın, bağımsızlığımızın türlü entrikalarla elimizden alınma endişesidir.
 Vatanıyla ayrılmaz bir bütün olan Türk Milleti zor elde ettiği vatan toprağının bölünmesine veya bu sonucu doğuracak gelişmelere bütün gücüyle karşı koyacaktır. 

"Ne yazık ki, bedel ödenmeden kazanılan: 

Bu Cumhuriyet... 
Bu demokrasi... 
Bu temel hak ve özgürlükler... 
Bir türlü feodalitenin prangalarından kurtulamamış olan din/tarım toplumu değerlerini, kendi çıkarları için istismar eden siyasal liderlerin elinde oyuncak olmuş... 
Cumhuriyeti, Demokrasiyi, Hukuk Devletini, temel hak ve özgürlükleri kullanarak iktidara gelen dinbaz ve çıkarcı politikacılar, Cumhuriyet’in, Demokrasinin ve Hukuk Devletinin kurumlarını, temel hak ve özgürlükleri, kendi iktidarları uğruna sınırlamaya ve kısıtlamaya kalkışmışlardır!"
(Emre Kongar-04.11.2016 - Cumhuriyet)

Saygılarımla
VEDAT AKBAŞAK



                                                                                  

27 Mart 2015 Cuma

Kur'an Diktatörleri FiRAVUN ile Sembolize etmiştir.

Dindarın zıttı dincidir. Dindarların kıymeti bilinmez ise, meydan dincilere kalır.
Dindar Allah için, Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmak için ihlas ile iş yapar.
Dinci ise Allah adını kullanarak kendisi için, kendi menfaati, itibari, çıkarı için iş yapar. Samimi dindarların inançlarını ve ülke kaynaklarını sömürür..
Dinci gerçek dini dışlayarak, onun yerine çıkarlarına uygun din anlayışını egemen kılmak ister.
Bunun Kur’an’daki adı şirktir. Günlük hayattaki adı da dinciliktir.
Bugünkü dincilik akımlarının tümünün ilham kaynağı, fikir babası Emevi zihniyetidir.                                  Emevi zihniyetinin ilham kaynağı da tağutlaşmış nefsin sembolü olan Firavun’dur.                                                                     
 Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, halkı Allah ile, din ile aldatmaya çalışan, (“Aldatan da sakın sizi Allah adına/Allah ile aldatmasın/sömürmesin.” Fatır-5 Lokman-33) kendine ilahi nitelikler atfeden, Allah’ın otoritesi yerine kendi otoritesini tesis etmeye çalışan diktatörleri Kur’an Firavun ile sembolize etmiştir. Firavunlar-diktatörler nefislerini tağutlaştırmış, putlaştırmış müşriklerdir.
Bunlar Allah’a isyanda ve günahta sınır tanımazlar.
Kur’an’ın bildirdiğine göre Firavun’un – diktatörlerin genel özellikleri: Kendisini yeryüzü tanrısı gibi görmek; mülkün, yönetimin, ülkenin mutlak maliki-sahibi görmek; devlet gücüyle azmak, şiddet uygulamak, fesat yaratarak halkı bölmek, sınıflara ayırmak;  yandaşlarını ödüllendirmek, muhaliflerine zulmetmek, özgürlükleri kısıtlamak,  vicdansızlık, saltanat, servet düşkünlüğü, ihtiras, ego, kibir, öfke, ahlaksızlık ve  adaletsizlik.

Kur’an diktatörleri Firavun ile empolize eder. Firavun’un din adamları, ruhbanları-Ahbar’ları, Belam’ları varmış; silahlı gücü, ordu komutanları-Haman’ları varmış; servetinin, hazinesinin bekçileri- Karun’ları varmış... Tarih boyunca bütün diktatörlerin bir  Ahbar’ı, Haman’ı, Karun’u olmuştur. Bu unsurlar birbirlerinin alternatifi olan paralel güçler değildir.Bunlar birbirlerini tamamlayarak, işbirliği yaparak, şer ittifakı kurarak halkı sömürmüşlerdir.  Ama unutmamak gerekir, her Firavun’un bir Musa’sı da olmuştur..

Firavun’un takipçisi olan diktatörler halkı sömürmekle kalmayıp;  insanları doğru yoldan uzaklaştırmaya, Allah’ın mesajını gizlemeye, kendi çarpık düşüncelerini halka dikte etmeye çalışmışlardır.
.....Firavun şöyle dedi: “Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem..” (Mümin-29)

Kur’an, Fıravun’u- diktatörleri lanetlemiştir. 
“Kıyamet günü yardım göremeyeceklerdir. Bu dünya hayatında da arkalarına bir lanet taktık..”
(Kasas-41,  42)

İblis veya şeytan, insanlar ve cinler gibi ayrı varlık değildir. Bunlar insanlardan da, cinlerden de olabilir. (Nas suresi) Şeytan, insanlara ve peygamberlere düşmandır...
Allah insanı en güzel biçimde yaratmıştır, şan ve şeref sahibi kılmıştır.  (Tin-4 Şura-70) Ona akıl ve özgür irade vermiştir. Aklını, iradesini olumlu veya olumsuz yönde kullanmasında herhangi bir limit, sınırlama getirmemiştir. İnsan aklını, iradesini iyi yönde de; kötü yönde de sınırsızca kullanabilir. (Şems-8, 9) Aklını, iradesini fıtratına uygun olarak iyi, olumlu yönde kullanan-salih amel işleyen Allah dostları; Allah’ın şefaatine, rızasına, hoşnutluğuna mazhar olmayı umarlar.  İnsanın aklını, iradesini olumsuz yönde kullanması ve nefsin hevasına, olumsuz yönlendirmelerine uyması; kibir, gurur, dünyevi zevklere düşkünlük, nankörlük, sabırsızlık, tahammülsüzlük gibi zaaflar şeytani yönelişlerdir, tavırlardır..

ŞEYTAN: Kötülüğü emreden nefsin sıfatıdır. (Nefs-i Emmare- Kötülüğü, şerri emreden nefis.Bkz:Yusuf-53)
Nefs, kendisine kötülük ve edepsizlik telkin eden şeytanın baskısı altındadır. (Bakara-169)
Baskıya boyun eğen nefs şeytanın dostu-şeytan evliyası olur. Aşağıların en aşağısı olur.. (Tin-5)
Şeytan sinsi ve yalancıdır.(İbrahim-22) İnsanlara korku vermeye çalışır.(Aliİmran-175) Fitne,  bozgunculuk yapar.(İsra-53 Maide-91)
Son derece aşırı, her türlü beşeri değerlerden uzak “yok artık, bu kadar da olmaz”dediğimiz tavırlarla,  olaylarla karşılaştığımızda hayretle irkilmemiz, tepki göstermemiz doğaldır; ama bilinmelidir ki, insan fıtratı bu aşırılıklara müsaittir.

İBLİS: Nefsi devamlı münkeri, şerri emreden, gerçeğe karşı çıkan, kötü, çirkin yönelişler, tavırlar içinde olan aşağıların en aşağısı olan kişidir. (Tin-5)Devamlı kötülük yapan; Hak’tan, adaletten uzak ve kibirli, zalim kişilere halk arasında da iblis denir. Kur’an, şeytan ve iblisi ayni özelliklere, fonksiyona sahip varlık olarak tanıtır.
“Ey iman edenler! şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şeytan ona iğrençlikleri ve kötülüğü emreder..” (Nur-21) 
“Hiç kuşkusuz şeytan, insan için açık bir düşmandır..” (Yusuf-5)
“... cinlerin ve insanların şeytanlarını her peygambere düşman yaptık..” (Enam-112)

Şeytanın kullandığı insanlar Kur’an’da “şeytanın evliyası-dostu” veya “şeytanın orduları” 
(Şuara-95) diye anılmıştır. Şeytan evliyaları Allah ile aldatmanın öncüleridir.

“Onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Bir de kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanırlar..” (A’raf-30)

Sömürgeci emperyalist ülkeler  ve onların işbirlikçileri; cemaatler, dinci siyasi akımlar, ırkçı, etnik bölücü terör örgütleri şeytanın ordularıdırlar..

TAĞUT: Hak, hukuk gözetmeyen, haddi aşan, Allah’ın hükümleri yerine kendi çıkarlarına uygun kurallar koyan ve insanları kendi kurallarına uymaya zorlayan gözü kararmış, kalbi mühürlenmiş herkestir.
Nefsin negatif yöndeki serüveninin son durağı tağutlaşmadır. İşte Kur’an’ın Firavun ile sempolize ettiği kafir, fasık, zalim dikta heveslisi yöneticilerin varacakları son durak bu TAĞUT durağıdır. 
Atatürk’ün mirasına saldıranlar, Cumhuriyetimize musallat olanlar, demokrasiyi araç olarak kullananlar, kamu binalarından T.C. tabelalarını indirenler dikkat etmelidirler. Sonunda varacakları durağın tabelasında TAĞUT yazarsa, o duraktan geri dönüş de mümkün değildir.
O durağa varan yolcuların daimi konaklama yeri cehennemdir..

“Tağut’a (azgına, zorboya) kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı..” (Zümer-17)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfre sapanlarsa tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç kuşkusuz, şeytanın tuzağı çok zayıftır..” (Nisa-76)

Şeytanın bir özelliği de Ademoğluna-insana secde etmeyi-saygı göstermeyi reddetmesidir. (Bakara-34)
Şeytanlaşmış nefisler insana-halka saygı duymazlar, özgürlükleri kısıtlarlar, baskı zulüm yaparlar.
Müminlerin şeytanın;  şeytana uyan nefislerin  şerrinden korunmak için ilahi anlamda Allah’a sığınmaktan başka çareleri yoktur.  (A’raf-200 Nahl-98  Müminun-97)
Dünyevi anlamda ise, şeytanlaşmış nefislerden, diktatörlerden korunmanın tek çaresi laiklik ilkesine sarılmaktır.

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK



                                                                                                                                                                           

26 Mart 2015 Perşembe

OSMANLI İMPARATORLUĞU

1517 yılında Mısır fetih edilip Memluk egemenliğine son verilince halifelik ünvanı III.Mütevekkil’den
Yavuz Sultan Selim’e geçmiştir. Kahire’de korunan kutsal emanetler İstanbul’a getirilmiştir.
Yavuz Sultan Selim gibi sonraki  Osmanlı padişahları da  halife  kabul edilmiştir.
Hilafet denen din dışı saltanat sisteminin Yavuz Selim tarafından Osmanlı’ya taşınmasından sonra Arabizmin etkisine girilmiştir. Sünni şeriatının benimsenmesiyle birlikte bir çok Emevi, Abbasi töresi,
örf ve adetleri, hurafe ve bid'adlar ‘‘İslam şeriatı’’ adı altında uygulanmaya başlanmıştır. Arabistan’dan getirilen 1000 kadar sünni ulema Anadolu’ya yayılarak sünni şeriatını halka aşılamıştır. Türk insanı dini Araplardan öğrenmiştir. Bugün toplumun büyük çoğunluğunda sünni şeriatının, Arap adetlerinin Kur’an hükümlerinden fazla bilinmesinin, benimsenmesinin temel nedeni o dönemde yapılan bu çalışmalardır. Sultanlar-muktedirler her dönemde çıkarlarına uygun din anlayışlarını topluma dayatmışlardır..

Osmanlı’da din konusunda son sözü söyleme yetkisine sahip olan şeyhülislamlar devlet yönetimine bağlıdıylar; devlet memuruydular. Padişahın politikalarına, kararlarına uymak zorundaydılar.
Fatih Sultan Mehmet’le başlayan süreçte saltanatın selameti için şeyhülislamın fetvası, padişahların onayı ile bir çok masum, günahsız şehzadenin ve erkek kardeşin katledildiği bilinmektedir.
Evlat, kardeş canına kıyan, bebek katili olan biri peygamberimizin halefi, halife olabilir mi ? 
Yüce İslam dini böyle zalim, kahredici bir makamı, saltanatı kabul eder mi.. ?
Osmanlı’nın son dönemlerinde; 19 yy. sonları, 20. yy. başlarında bir çok şeyhülislamın mason olduğu tarihi bir gerçektir. Bunlardan bazıları; Mustafa Kazım efendi, İzzettin efendi, Hayri efendi’dir. Padişah V. Murat’ın ve onun kardeşleri Nurettin ve Kamalettin’in de  mason oldukları bilinmektedir.

Osmanlı’nın yönetim sistemi  Kur’an’ın bildirdiği temel esaslara uygun olmadığı için din esaslarına aykırı uygulamalar kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı’nın teokratik monarji sistemi fıtrata ve Kur’an’a o kadar aykırıdır ki, başta padişahın kardeş ve evlatları olmak üzere çoğu zaman da hanedan mensubu bütün erkeklerin katledilmesi ile sistemin devamı ancak  sağlanabilmiştir.
                                                                                   
Kur’an haksız yere cana kıyanların cezasının ebedi cehennem olduğunu bildirmiştir. (Nisa-92, 93 Maide-32 İsra-33) Tabi ki doğrusunu Allah bilir, takdir Yüce Allah’ındır ama Kur’an’ın açık hükmüne göre, “ecdadımız” dediğimiz  padişahların pek çoğu ebediyyen cehennemin dostları olacaklardır.

Tarih kitapları hangi padişahın kaç kardeşini, kaç evladını katlettirdiğini yazıyor.
Osmanlı’nın  36 padişahından 34’ü kardeş veya evlat katilidir; Hem kardeş, hem de evlat katili olan padişahlar da vardır.  Çağ kapatıp, çağ açan İstanbul Fatihi Sultan Mehmet Han padişah olduğunda
yaptığı ilk iş henüz kundaktaki 3 aylık kardeşini boğdurtmak olmuştur.  
III. Mehmet tahta çıktığı gün 2-13 yaşlarında 19 (on dokuz) kardeşinin ve kundaktaki oğlunun katline
ferman buyurmuştur. Hamile cariyeleri çuvallar içinde denize attırmıştır. Yavuz Sultan Selim 5 kardeşini ve 5 yeğenini boğdurtmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, nam-ı değer Muhteşem Süleyman en çok oğul boğdurtan padişahtır. 9 erkek çocuğundan 4’nü boğdurtmuştur.  (II.)Selim  padişah olmuştur. Diğer dört oğlu ise yakalandıkları amansız hastalıklar sonucu ölmüştür.
Muhteşem Süleyman, şehzade Beyazıt’ın 4 erkek çocuğunu yani torunlarını da boğdurtmuştur.
Ayrıca, Rodos’un fethinden sonra amcası Cem sultan’ın oğlu ve çocuklarını da boğdurtmuştur.

“Öz evlatlarını katledenler, hüsrana uğramışlardır. Sapıtmışlardır onlar..” 
  (Enam-140)                                                                   
“Müşriklerden bir çoğuna, Allah’a ortak koştukları kişiler, öz evlatlarını öldürmeyi güzel
   göstermiştir..” (Enam-137)
“Benim ahdim- vaadim-sözüm zalimlere ulaşmaz..”  (Bakara-124)

“Yöneticiye zalim de olsa itaat gerekir, çünkü o, tanrının iradesini temsil ediyor” anlayışı
Hıristiyanlığa Pavlos tarafından sokulmuştur. Bu söz daha sonra Emevi uleması tarafından
“devlet başkanları; sultanlar, padişahlar ahlaksızlık, zulüm de sergileseler azledilemez.”
şekline dönüştürülmüştür. Saltanat uleması daha sonra yalanlarına Hz. peygamberi de alet ederek
din ve akıl dışı şöyle bir hadis uydurmuşlardır. “Sultan-padişah, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir...”

I. Meşrutiyet Kanuni Esasi olarak da bilinen Osmanlı’nın 1876 tarihli ilk anayasasının 3. maddesinde
Padişahın kutsallığı nedeniyle yargılanamayacağı yazılıdır.  
II. Meşrutiyet Kanuni Esasi 1908 Anayasa’nın 5. maddesi ise aynen şöyledir:
“Padişah hazretlerinin yüce ve dokunulmaz benlikleri kutsal ve sorumluluk üstüdür.”
Oysa, dinimize göre Kutsal ve dokunulmaz olan sadece Yüce Allah’tır.
Allah’a ait olan kutsallık ve dokunulmazlık özellikleri başka bir insana atfedilirse  o kişiyi ilahlaştırmış, putlaştırmış oluruz.
“Allah Yapmakta olduklarından sorumlu tutulamaz, ama insanlar tüm yaptıklarından sorumlu
   Tutulurlar..” (Enbiya-23)
                                                                               * * * * *
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun tek ardıl devletidir.  Osmanlı tarihi bizim tarihimizdir. Temelinde iyi, güzel değerler olmasaydı 624 yıl var olamazdı. Ancak geçmişten elbette dersler çıkaracağız, objektif olacağız, kişileri değil, ilkeleri, sistemleri inceleyeceğiz, gerekirse eleştireceğiz. Ülkemizde Osmanlı’nın eleştirilmesine karşı çıkanların büyük çoğunluğu onun yönetim tarzını; hilafeti, teokratik diktayı dinin emrettiği yönetim şekli sanan ve geriye dönmeyi; hilafete, diktaya dönmeyi  hayal eden dinci, siyasal İslamcı kesimdir.
                                                                                         
1071 yılından sonra  Anadolu’ya bir çok Türk boyu gelmiştir. Bunlardan biri de Kaya-Kayı boyudur.
Osmanlı Kayı boyundan bir ailenin adıdır. Osmanlı devleti sonuç olarak bir “aile devleti”dir.
Osmanlı Milleti diye bir millet yoktur. Osmanlı’da ulus yoktur, sadece sultan vardır. Devlet ve Osmanlı sülalesi  eşdeğerdir. Osman’lı padişahları Türk Milleti’nin ecdadı değildir; sadece Osmanlı ailesi-hanedanı soyundan olanların ecdadıdır.
Ecdad: Baba, dede, ata demektir. Herkesin bir babası, annesi, dedesi geçmişi-ecdadı vardır.
Bir kişinin, bir ailenin ecdadı bütün bir milletin ecdadı olamaz.
                                                                               * * * * *
Osman beyin kayın pederi Edep Ali, şii mezhebine mensup bir alevi dedesidir.
Osmanlı ordusunun omurgasını oluşturan yeniçeri ocağının piri Bektaşi’dir.
Yeniçerilerin 94. alayında Mürşit olarak bir Bektaşi babası otururdu. 
Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fethi sonucu halifeliğin Osmanlı’ya geçmesinden sonra sünnilik Osmanlı’nın resmi mezhebi haline gelmiştir. Mısır’dan getirilen 1000 kadar din alimi topluma sünniliği yaymıştır. Safevi-Alevilik, “kızılbaşlık” denilerek yok edilmeye çalışılmış; Bektaşi-Alevilik ise korunmuştur. 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte Bektaşi dergahları da kapatılmış ve Bektaşi-Alevilik tamamen yok edilmeye çalışılmıştır.
                                                                                 * * * * *
Halifeliğin Yavuz Selim’e geçmesinden sonra sünni-hanefi mezhebi şeriatı, Ehli Sünnet fıkhı din anlayışına egemen olmuştur. Hıristiyanlıkta din adamlarının Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul edilmelerine benzer şekilde, padişahların  Allah’ın yeryüzündeki gölgesi oldukları  ve peygamberimizin halefi oldukları kabul edilmiştir. Onlara  Zill Allah fi’l-âlem” - Allah’ın yeryüzündeki gölgesi,  
halife-i ru-yi zemin” yeryüzünün halefi ve hatta Halifet-ül Resül-Resulün Halefi alifesi HhhhHhhhhHhhhhkhohoüüüdenilmiştir.
Fermanları kutsal sayılmıştır.. Dikkat edilirse yanında eşi veya çocuğu olan hiçbir padişah resmi yoktur. padişahlar portrelerinde hep tek başınadır. Allah tek ve benzersiz olduğu için padişahlar da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak kendilerini tek ve benzersiz görmüşlerdir. O yüzden portrelerinde yanlarında kimsenin bulunmasını istememişlerdir.

Osmanlı’da bütün ülke toprakları “Memalik-i Şahane” yani padişahın mülküdür.
Bir kişinin kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayması ve mülkü sahiplenmesi Franvun’ca bir tavırdır. Fravun da Tanrı Ra’nın yer yüzündeki temsilcisi olduğunu ve  Mısır mülkünün sahibi olduğunu iddia ediyordu. (Zuhruf 51)  Mülkün sahibi Yüce Allah’tır. Yeryüzündekilerin, gökyüzündekilerin ve ikisi arasındakilerin sahibi O’dur. O’na ait olanı  sahiplenmeye çalışmak şirktir.
 Son Osmanlı padişahı ve Müslüman ümmetinin halifesi, “Allah’ın gölgesi’’ Vahdet’tin, ne acıdır ki, 
bir düşman fırkateyni ile 17.11.1922 tarihinde İstanbul’dan, kaçmış ve Haçlı devletlerin korumasına sığınmıştır. Bu olay üzerine Atatürk şunları söylemiştir.

“ Hakikatten, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını kendi ülkesinde milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlukun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir.” (Nutuk – Kaynak Yayınları – S:217)

O dönemde din istismarının etken unsuru hilafet sistemi toplum üzerinde öyle etkilidir ki, 01.11.1922 tarihinde  saltanatı kaldıran Atatürk, ayni zamanda hilafeti de kaldıramamıştır.
                                                                                    
Kaçan hain Vahidettin’in yerine Abdülmecit efendi halife olmuştur. Damat Ferit’in Şeyhülislamı
Mustafa Sabri ve İskipli Atıf Hoca gibi mürteciler saltanat ve hilafetin İslam’ın özü olduğunu, halifenin peygamberimizin vekili olduğunu söyleseler de 03.03.1924 tarihli kanun ile hilafet kaldırılmıştır.
Din adamlarının ve onların oluşturdukları kurumların devlet yönetimindeki otoritesine son verilmiş ve demokratik, laiklik anlayış benimsenerek akla, bilime, çağdaş değerlere yönelinmiştir.

Kur’an ve sünnet dışı hilafet sistemi zalim Ehli Beyt düşmanı Emevi'ler tarafından ihdas edilmiştir.
Aslında dini değil, siyasi bir kurumdur ve Emevi şeriatının, sünni  anlayışın sembölüdür.
Emevi şeriatını putlaştırıp İslam’ın yerine koymaya çalışanlar; asırlar boyu dini saltanat, sömürü
aracı yapanlar hilafetin kaldırılmasına büyük tepki göstermişlerdir. Emevi şeriatının takipçileri
olan günümüz siyasal islamcı akımların, partilerin en büyük hayali bir gün tekrar hilafet sistemine dönebilmektir. 
                                                                                * * * * *                                                               
Osmanlı’da  “devşirme sistemi” özel bir yere sahiptir. Aşağıda bu konuyla ilgili aydınlatıcı bir alıntı yer almaktadır.

“Osmanlı devletini kuranlar Türkmenlerdi . Osman, Orhan ve I. Murat döneminde Osmanlı’nın yönetici
 sınıfı Türkmenlerden oluşmuştu.
I. Murat döneminde Rumeli’de fethedilen topraklarda yaşayan Hıristiyan halklarının yaşları 10- 15
arası olan çocuklarından sağlıklı, zeki ve becerikli olanlar toplanmaya başlandı. Osmanlı geleneklerine
göre eğitildi.  Bunlara devşirme denirdi..
Hıristiyan çocukların devşirilmesinin II. Murat döneminde bir sistem haline dönüştürülmesiyle devşirmeler Osmanlı’nın devlet ve ordu yönetiminde çok önemli roller üstlenmeye başladılar. En iyileri saray içindeki Enderun mektebinde eğitildiler. (Enderun’a Türk çocukları alınmazdı.) Sadrazamlık, vezirlik, beylerbeyliği gibi en önemli devlet görevlerini  Enderun’da yetişen devşirmeler üstlendi.
Devşirme sisteminin Osmanlı’ya yerleşmesiyle Osmanlıyı kuran Türkmenler devlet yönetimine pek sokulmadılar..... II. Mahmut devrinde devşirme sisteminden vazgeçilmiş olsa da, Türkmenler
Osmanlı’nın yıkılışına kadar hep ezildiler, sömürüldüler, zulüm gördüler...............
Osmanlı imparatorluğu’nun başına büyük belalar açan Celali isyanları Türkmen isyanlarıdır.
 Bu isyanların en önemli nedeni Türkmenlerin vergi ve angaryalar altında ezilmeleridir.
Osmanlı toplumunda ikinci sınıf insan durumuna düşürülmüş olmalarıdır......
Türkmenler aleviydi, ama o dönemde onlara alevi değil, kızılbaş denirdi. Türkmenler Orta Asya’dan beri başlarına kızıl börk (kulah şeklinde başlık) giyerlerdi. Kızılbaş adı oradan gelir. Bazı şeyhülislamlar, ki bunların içinden en meşhuru ebu Suud efendidir. “Kızılbaşları katletmek sevaptır.” Mealinde fetvalar yayınladılar. Osmanlı döneminde isyancıların yanı sıra on binlerce belki yüzbinlerce Türkmen sadece Türkmen ya da kızılbaş oldukları için sevabına öldürüldüler..”
 (Bütün Düny a Dergisi 20011/12 S:21)  

Taklitçi, nakilçi selefiye yorumuna karşı; akılcı Mütezile-Maturidi ekölüyle  12. yüzyıla kadar İslam dünyasında bir çok alimler yetişmiştir. Bu tarihten sonra Eşarilik benimsenerek nakilcilerle, akılcıların arası bulunmaya çalışılmış ancak süreç içinde akılcılıktan uzaklaşılmış, taklitçilik, mürtecilik baş taşı edilmiştir. 
                                                                                   
İslam uygarlığı 11. yüzyıla kadar bilim ve teknolojinin beşiği olmuştur. İslam’ın Rönesansı olan bu dönemde çoğunluğu Arap olmayan, Türkmen ve Pers kökenli alimler, düşünürler yetişmiştir.   
Bunlardan bazıları: İbn-i Sina, (Doğumu: 980 Buhara )  Farabi, (Doğum: 870 Kazakistan) Battani,  
(Doğum: 858 Harran ovasu-Şanlıurfa) Al Buruni, (Doğum: 973 Harezm- ) El Kindi,(Doğum: 801 Kufe- Irak) El Harezmi, (Doğum: 780 Harezm ) ibn Rüşt, (Doğum: 1126-Cordoba) Ömer Hayyam (Doğum: 1048 Nişabur)   İlim tarihinin bu değerli şahsiyetlerinden hiç biri İslam’ın doğduğu, Emevilerin hükmettiği coğrafyadan çıkmamıştır. Büyük bir kısmı günümüzde Türk-i Cumhuriyetlerin bulunduğu Türkistan olarak adlandırılan İslam’ın hakim olduğu topraklardan çıkmıştır. Bu topraklara İslam’ı getirenler peygamberimizin vefatından sonra  Emevi zülmünden kurtulmak için hicret etmek zorunda kalan Ehli Beyt mensupları ve ilk kuşak sahabelerdir.

El Harezmi cebir biliminin atası sayılır.  830 yılında yazdığı kitapla “cebir” in temellerini atmıştır.
İbn-i Sina’ın eseleri 18. yy’la kadar Avrupa’da tıp fakültelerinde temel kaynaklar olarak okutulmuştur.
Avrupa ülkelerinde 17. 18. yüzyılda  yaşanan reform ve rönesans hareketlerinin temelinde Müslümanların bilimsel ve kültürel  birikimleri yatar. İslam uygarlığının değerleri, birikimleri Haçlı savaşları sırasında  fark edilmiş ve 12.-13. yy’dan itibaren Avrupa'ya taşınmaya başlanmıştır.

İslam dünyasında sultanlar-padişahlar çıkarlarına uygun din-mezhep anlayışlarını, işlerine gelen beşer düşüncelerini hemen her dönemde topluma din diye dayatmışlardır. Toplumda saltanat çıkarlarına uygun bir din anlayışı oluşmasını sağlamışladır. 12. yüzyıldan sonra ve özellikle hilafetin Osmanlı’ya geçmesinden sonra Kur’an’ın işaret ettiği akıl, bilim terk edilmiş ve Emevi kültürü, Ehli Sünnet fıkhı hukukta referans kaynağı olmuştur. Bu anlayış İslam ümmeti üzerinde “afyon” etkisi yapmıştır.
12. yy’dan 16. yy’la kadar Uluğ bey, (Ölm:1449)  Ali Kuşçu, (Ölm:1474) Piri Reis (Ölm:1554) Evliy a Çelebi (Ölm:1682) Katip Çelebi (1657)  ve gök bilimci Takiyüddin bın manıf (Ölm:1585) gibi birkaç düşünce ve bilim adamı daha yetişmiştir.  Ancak 17. yy’dan sonra İslam dünyasında bir tek  bilim adamı, düşünür, filozof yetişmemiştir...

Osmanlı’da 18.yy. sonuna kadar sadece 80 kitap basılmıştır. Din adına akıl ve bilim düşmanlığının yapıldığı, özgür düşüncenin ve adaletin olmadığı yerde ne din olur, ne medeniyet olur, ne gelişme olur, ne de insanlık olur.Günümüzde dünyanın en fakir 35 ülkesinin tamamı Müslüman ülkeleridir.  Fakirlik kader  değildir; İslam ülkelerinin yaşadığı olumsuzlukların sorumlusu bizzat ümmetin kendisidir. (Nisa-79)

Avrupa’da Kopernik, Kepler, Galileo, Newton gibi bilim adamları yetişirken; Macellan, 1522 yılında dünyanın yuvarlak olduğunu keşfederken, Kristof Kolomb 1492 yılında Amerikayı keşfederken  
Doğu’nun ve okyanus ötesinin zenginlikleri Avrupa’ya akarken, teknoloji  ve silah sanayileri gelişirken, Osmanlı’da yüksek öğrenim kurumları olan medreseler sadece din eğitimi veren, mollalar- “din adamları” yetiştiren; tarih, coğrafya, fen, fizik, matematik gibi müspet-pozitif ilimleri dışlayan kurumlar olmuştur. Osmanlı tarihinde bir tek bilimsel, teknolojik buluş yoktur. Osmanlı’nın Batı kültürüne katkısı, etkisi; Türk kahvesi, kahvehane kültürü, ipekli kumaşlar, halıcılık, kilimcilik, çinicilik ile sınırlı kalmıştır.  Sanat, kültür, edebiyat, bilim, endüstri ve teknoloji yarışındaki geri kalış ve moderniteyi, aydınlanma-akıl çağını, yakalayamama Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Örfi hukuktan şer’i hukuka yöneldikçe yani zamanın ihtiyaçlarına göre akıl yoluyla belirlenen hukuk sisteminden Emevi şeriatına, fıkhına göre belirlenen hukuk sistemine geçildikçe Osmanlı’da sorunlar artmış, gerileme hızlanmıştır. 1683 yılında ikinci  Viyana kuşatması başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra imparatorluk sürekli toprak kaybetmiştir.
Osmanlı en güçlü olduğu dönem de bile sadece askeri alanda en güçlü olabilmiştir.
17. yy’da Avrupa’dan Osmanlı’ya gelen seyyahlar kitaplarında halkın yoksulluğunu, kötü yaşam  koşullarını, yaşanan açlık, kıtlık sorunlarını anlatırlar.

Osmanlı’da değişimci, yenilikçi hareketler yukarıdan aşağıya yönetici sınıfın öngörüsü, isteği veya
toplum içindeki dinamiklerin baskısından çok askeri yenilgi ve toprak kayıplarından sonra başlamıştır.
Fransız devriminin etkileri Avrupa'yla sınırlı kalmamış ve 19. yüzyılda Osmanlı’ya da ulaşmıştır.
III. Selim’le başlayan II. Mahmut,  Abdülmecit ve Abdülaziz dönemleriyle devam eden 90 yıllık
süreçte reform hareketleri yaşanmıştır. Tanzimat (1839 ) ve Islahat (1856) fermanları yayınlanmıştır.
II. Abdülhamit döneminde önce  I. Meşrutiyet (1876) sonra İttihat ve Terakki Cemiyetinin faaliyetleri sonucu II. Meşrutiyet kanuni esasi - anayasa ilan edilmiştir. (1908) Bu dönemde Maarif Nezareti geliştirilmiş, çağdaş eğitim veren okullar açılmış ve daha bir çok reformlar yapılmıştır.  
Ancak bütün bu iyi niyetli çabalar yeterli olmamıştır. 
Kapitilasyonlar nedeniyle özellikle 1838 yılında İngilizlerle yapılan Baltalimanı Anlaşmasıyla Osmanlı’nın bağımsız dış politika izleme imkanı kalmamıştır. Dış borçların taksitleri bile ödenemez hale gelince 1881 yılında Düyun-i Umumiye  İdaresi adı altında bir komisyon kurulmuştur.
Böylece Osmanlı ekonomisi tamamen kontrol altına alınmıştır.
Bu süreç Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürmüştür. 

Osmanlı’nın yıkılmasının sorumlusu İslam değildir; Kur’an hükümleri yerine sünni şeriatının hükümlerini, kabullerini din adına uygulayan Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını söyleyen padişahlardır ve  onların destekcisi “din adamları” sınıfıdır. Halifelerdir, şeyhülislamlardır, ulemalardır, mollalardır. Akılcılık yerine selefiliği; geçmişe saplanıp kalmayı tercih eden hanedan ve elit yönetici sınıftır.

Osmanlının yıkılmasının bir diğer önemli sebebi ise, hanedana karşı alternatif güç oluşmasını engellemek için toplum içinde sermaye birikimine, tüccar kapitalist oligarşik yapılara müsaade edilmemesidir. Özgürlüğün, rekabetin olmadığı yerde toplumsal değişimi, ilerlemeyi sağlayacak sosyal, ekonomik güç odakları oluşamamış ve teknoloji, sanayi gelişememiştir.  Saltanatın alternatifi olabilecek muhalefet hareketleri engellemek, Osmanlı siyasetinin temel hedeflerinden biri olmuştur.

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                                      


                                                                      

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....