1517 yılında Mısır fetih edilip Memluk egemenliğine son
verilince halifelik ünvanı III.Mütevekkil’den
Yavuz Sultan Selim’e geçmiştir. Kahire’de korunan kutsal
emanetler İstanbul’a getirilmiştir.
Yavuz Sultan Selim gibi sonraki Osmanlı padişahları da halife
kabul edilmiştir.
Hilafet denen din dışı saltanat sisteminin Yavuz Selim tarafından
Osmanlı’ya taşınmasından sonra Arabizmin etkisine girilmiştir. Sünni
şeriatının benimsenmesiyle birlikte bir çok Emevi, Abbasi töresi,
örf ve adetleri, hurafe ve bid'adlar ‘‘İslam şeriatı’’ adı
altında uygulanmaya başlanmıştır. Arabistan’dan getirilen 1000 kadar sünni
ulema Anadolu’ya yayılarak sünni şeriatını halka aşılamıştır. Türk insanı dini
Araplardan öğrenmiştir. Bugün toplumun büyük çoğunluğunda sünni şeriatının,
Arap adetlerinin Kur’an hükümlerinden fazla bilinmesinin, benimsenmesinin temel
nedeni o dönemde yapılan bu çalışmalardır. Sultanlar-muktedirler her dönemde
çıkarlarına uygun din anlayışlarını topluma dayatmışlardır..
Osmanlı’da din konusunda son sözü söyleme yetkisine sahip
olan şeyhülislamlar devlet yönetimine bağlıdıylar; devlet memuruydular. Padişahın
politikalarına, kararlarına uymak zorundaydılar.
Fatih Sultan Mehmet’le başlayan süreçte saltanatın
selameti için şeyhülislamın fetvası, padişahların onayı ile bir çok masum, günahsız şehzadenin ve erkek
kardeşin katledildiği bilinmektedir.
Evlat, kardeş canına kıyan, bebek katili olan biri
peygamberimizin halefi, halife olabilir mi ?
Yüce İslam dini böyle zalim, kahredici bir makamı,
saltanatı kabul eder mi.. ?
Osmanlı’nın son dönemlerinde; 19 yy. sonları, 20. yy.
başlarında bir çok şeyhülislamın mason olduğu tarihi bir gerçektir. Bunlardan bazıları; Mustafa Kazım
efendi, İzzettin efendi, Hayri efendi’dir. Padişah V. Murat’ın ve onun kardeşleri Nurettin ve
Kamalettin’in de mason oldukları
bilinmektedir.
Osmanlı’nın yönetim sistemi Kur’an’ın bildirdiği temel esaslara uygun
olmadığı için din esaslarına aykırı uygulamalar kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı’nın
teokratik monarji sistemi fıtrata ve Kur’an’a o kadar aykırıdır ki, başta padişahın kardeş ve evlatları olmak
üzere çoğu zaman da hanedan mensubu bütün erkeklerin katledilmesi ile sistemin
devamı ancak sağlanabilmiştir.
Kur’an haksız yere cana kıyanların cezasının ebedi
cehennem olduğunu bildirmiştir. (Nisa-92, 93 Maide-32 İsra-33) Tabi ki
doğrusunu Allah bilir, takdir Yüce Allah’ındır ama Kur’an’ın açık hükmüne göre, “ecdadımız” dediğimiz
padişahların pek çoğu ebediyyen cehennemin dostları olacaklardır.
Tarih kitapları hangi padişahın kaç kardeşini, kaç
evladını katlettirdiğini yazıyor.
Osmanlı’nın 36
padişahından 34’ü kardeş veya evlat katilidir; Hem kardeş, hem de evlat katili
olan padişahlar da vardır. Çağ kapatıp,
çağ açan İstanbul Fatihi Sultan Mehmet Han padişah olduğunda
yaptığı ilk iş henüz kundaktaki 3 aylık kardeşini
boğdurtmak olmuştur.
III. Mehmet tahta çıktığı gün 2-13 yaşlarında 19 (on dokuz)
kardeşinin ve kundaktaki oğlunun katline
ferman buyurmuştur. Hamile cariyeleri çuvallar içinde
denize attırmıştır. Yavuz Sultan Selim 5 kardeşini ve 5 yeğenini boğdurtmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, nam-ı
değer Muhteşem Süleyman en çok oğul boğdurtan padişahtır. 9 erkek çocuğundan 4’nü
boğdurtmuştur. (II.)Selim padişah olmuştur. Diğer dört oğlu ise yakalandıkları amansız hastalıklar
sonucu ölmüştür.
Muhteşem Süleyman, şehzade Beyazıt’ın 4 erkek çocuğunu
yani torunlarını da boğdurtmuştur.
Ayrıca, Rodos’un fethinden sonra amcası Cem sultan’ın oğlu
ve çocuklarını da boğdurtmuştur.
“Öz evlatlarını katledenler, hüsrana uğramışlardır.
Sapıtmışlardır onlar..”
(Enam-140)
“Müşriklerden
bir çoğuna, Allah’a ortak koştukları kişiler, öz evlatlarını öldürmeyi güzel
göstermiştir..” (Enam-137)
“Benim ahdim- vaadim-sözüm zalimlere ulaşmaz..” (Bakara-124)
“Yöneticiye zalim de olsa itaat gerekir, çünkü o, tanrının
iradesini temsil ediyor” anlayışı
Hıristiyanlığa Pavlos tarafından sokulmuştur. Bu söz daha
sonra Emevi uleması tarafından
“devlet başkanları; sultanlar, padişahlar ahlaksızlık,
zulüm de sergileseler azledilemez.”
şekline dönüştürülmüştür. Saltanat uleması daha sonra
yalanlarına Hz. peygamberi de alet ederek
din ve akıl dışı şöyle bir hadis uydurmuşlardır.
“Sultan-padişah, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir...”
I. Meşrutiyet Kanuni Esasi olarak da bilinen Osmanlı’nın
1876 tarihli ilk anayasasının 3. maddesinde
Padişahın kutsallığı nedeniyle yargılanamayacağı
yazılıdır.
II. Meşrutiyet Kanuni Esasi 1908 Anayasa’nın 5. maddesi ise
aynen şöyledir:
“Padişah hazretlerinin yüce ve dokunulmaz benlikleri
kutsal ve sorumluluk üstüdür.”
Oysa, dinimize göre Kutsal ve dokunulmaz olan sadece Yüce
Allah’tır.
Allah’a ait olan kutsallık ve dokunulmazlık özellikleri
başka bir insana atfedilirse o kişiyi
ilahlaştırmış, putlaştırmış oluruz.
“Allah
Yapmakta olduklarından sorumlu tutulamaz, ama insanlar tüm yaptıklarından
sorumlu
Tutulurlar..”
(Enbiya-23)
* * * * *
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun tek ardıl
devletidir. Osmanlı tarihi bizim tarihimizdir.
Temelinde iyi, güzel değerler olmasaydı 624 yıl var olamazdı. Ancak geçmişten
elbette dersler çıkaracağız, objektif olacağız, kişileri değil, ilkeleri,
sistemleri inceleyeceğiz, gerekirse eleştireceğiz. Ülkemizde Osmanlı’nın eleştirilmesine karşı çıkanların
büyük çoğunluğu onun yönetim tarzını; hilafeti, teokratik diktayı dinin
emrettiği yönetim şekli sanan ve geriye dönmeyi; hilafete, diktaya dönmeyi hayal eden dinci, siyasal İslamcı kesimdir.
1071 yılından sonra
Anadolu’ya bir çok Türk boyu gelmiştir. Bunlardan biri de Kaya-Kayı boyudur.
Osmanlı Kayı boyundan bir ailenin adıdır. Osmanlı devleti
sonuç olarak bir “aile devleti”dir.
Osmanlı Milleti diye bir millet yoktur. Osmanlı’da ulus
yoktur, sadece sultan vardır. Devlet ve Osmanlı sülalesi eşdeğerdir. Osman’lı padişahları Türk
Milleti’nin ecdadı değildir; sadece Osmanlı ailesi-hanedanı soyundan olanların ecdadıdır.
Ecdad: Baba, dede, ata demektir. Herkesin bir babası,
annesi, dedesi geçmişi-ecdadı vardır.
Bir kişinin, bir ailenin ecdadı bütün bir milletin ecdadı
olamaz.
* * * * *
Osman beyin kayın pederi Edep Ali, şii mezhebine mensup bir
alevi dedesidir.
Osmanlı ordusunun omurgasını oluşturan yeniçeri ocağının
piri Bektaşi’dir.
Yeniçerilerin 94. alayında Mürşit olarak bir Bektaşi
babası otururdu.
Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fethi sonucu
halifeliğin Osmanlı’ya geçmesinden sonra sünnilik Osmanlı’nın resmi mezhebi
haline gelmiştir. Mısır’dan getirilen 1000 kadar din alimi topluma sünniliği
yaymıştır. Safevi-Alevilik, “kızılbaşlık” denilerek yok edilmeye çalışılmış; Bektaşi-Alevilik
ise korunmuştur. 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte Bektaşi dergahları da kapatılmış ve Bektaşi-Alevilik tamamen yok edilmeye
çalışılmıştır.
* * * * *
Halifeliğin Yavuz Selim’e geçmesinden sonra sünni-hanefi
mezhebi şeriatı, Ehli Sünnet fıkhı din anlayışına egemen olmuştur. Hıristiyanlıkta
din adamlarının Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul edilmelerine
benzer şekilde, padişahların Allah’ın yeryüzündeki
gölgesi oldukları ve peygamberimizin
halefi oldukları kabul edilmiştir. Onlara “Zill
Allah fi’l-âlem” - Allah’ın yeryüzündeki gölgesi,
“halife-i
ru-yi zemin” yeryüzünün halefi ve hatta Halifet-ül Resül-Resulün Halefi alifesi HhhhHhhhhHhhhhkhohoüüüdenilmiştir.
Fermanları kutsal sayılmıştır.. Dikkat edilirse yanında
eşi veya çocuğu olan hiçbir padişah resmi yoktur. padişahlar portrelerinde hep
tek başınadır. Allah tek ve benzersiz olduğu için padişahlar da Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi olarak kendilerini tek ve benzersiz görmüşlerdir. O yüzden
portrelerinde yanlarında kimsenin bulunmasını istememişlerdir.
Osmanlı’da bütün ülke toprakları “Memalik-i Şahane” yani
padişahın mülküdür.
Bir kişinin kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi
sayması ve mülkü sahiplenmesi Franvun’ca bir tavırdır. Fravun da Tanrı Ra’nın
yer yüzündeki temsilcisi olduğunu ve Mısır
mülkünün sahibi olduğunu iddia ediyordu. (Zuhruf 51) Mülkün sahibi Yüce Allah’tır. Yeryüzündekilerin,
gökyüzündekilerin ve ikisi arasındakilerin sahibi O’dur. O’na ait olanı sahiplenmeye çalışmak şirktir.
Son Osmanlı padişahı ve Müslüman ümmetinin halifesi, “Allah’ın
gölgesi’’ Vahdet’tin, ne acıdır ki,
bir düşman fırkateyni ile 17.11.1922 tarihinde İstanbul’dan,
kaçmış ve Haçlı devletlerin korumasına sığınmıştır. Bu olay üzerine Atatürk
şunları söylemiştir.
“
Hakikatten, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve
hayatını kendi ülkesinde milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir
mahlukun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne
hazindir.” (Nutuk – Kaynak Yayınları – S:217)
O dönemde din istismarının etken unsuru hilafet sistemi
toplum üzerinde öyle etkilidir ki, 01.11.1922 tarihinde saltanatı kaldıran Atatürk, ayni zamanda
hilafeti de kaldıramamıştır.
Kaçan hain Vahidettin’in yerine Abdülmecit efendi halife
olmuştur. Damat Ferit’in Şeyhülislamı
Mustafa Sabri ve İskipli Atıf Hoca gibi mürteciler
saltanat ve hilafetin İslam’ın özü olduğunu, halifenin peygamberimizin vekili
olduğunu söyleseler de 03.03.1924 tarihli kanun ile hilafet kaldırılmıştır.
Din adamlarının ve onların oluşturdukları kurumların
devlet yönetimindeki otoritesine son verilmiş ve demokratik, laiklik anlayış
benimsenerek akla, bilime, çağdaş değerlere yönelinmiştir.
Kur’an ve sünnet dışı hilafet sistemi zalim Ehli Beyt
düşmanı Emevi'ler tarafından ihdas edilmiştir.
Aslında dini değil, siyasi bir kurumdur ve Emevi
şeriatının, sünni anlayışın sembölüdür.
Emevi şeriatını putlaştırıp İslam’ın yerine koymaya
çalışanlar; asırlar boyu dini saltanat, sömürü
aracı yapanlar hilafetin kaldırılmasına büyük tepki
göstermişlerdir. Emevi şeriatının takipçileri
olan günümüz siyasal islamcı akımların, partilerin en
büyük hayali bir gün tekrar hilafet sistemine dönebilmektir.
*
* * * *
Osmanlı’da “devşirme sistemi” özel bir yere sahiptir. Aşağıda
bu konuyla ilgili aydınlatıcı bir alıntı yer almaktadır.
“Osmanlı devletini kuranlar Türkmenlerdi . Osman, Orhan ve I.
Murat döneminde Osmanlı’nın yönetici
sınıfı Türkmenlerden oluşmuştu.
I. Murat döneminde Rumeli’de fethedilen topraklarda yaşayan
Hıristiyan halklarının yaşları 10- 15
arası olan
çocuklarından sağlıklı, zeki ve becerikli olanlar toplanmaya başlandı. Osmanlı
geleneklerine
göre
eğitildi. Bunlara devşirme denirdi..
Hıristiyan çocukların devşirilmesinin II. Murat döneminde bir
sistem haline dönüştürülmesiyle devşirmeler Osmanlı’nın
devlet ve ordu yönetiminde çok önemli roller üstlenmeye başladılar. En iyileri
saray içindeki Enderun mektebinde eğitildiler. (Enderun’a Türk çocukları
alınmazdı.) Sadrazamlık, vezirlik, beylerbeyliği gibi en
önemli devlet görevlerini Enderun’da
yetişen devşirmeler üstlendi.
Devşirme
sisteminin Osmanlı’ya yerleşmesiyle Osmanlıyı kuran Türkmenler devlet
yönetimine pek sokulmadılar..... II. Mahmut devrinde devşirme sisteminden
vazgeçilmiş olsa da, Türkmenler
Osmanlı’nın
yıkılışına kadar hep ezildiler, sömürüldüler, zulüm gördüler...............
Osmanlı
imparatorluğu’nun başına büyük belalar açan Celali isyanları Türkmen
isyanlarıdır.
Bu isyanların en önemli nedeni Türkmenlerin
vergi ve angaryalar altında ezilmeleridir.
Osmanlı
toplumunda ikinci sınıf insan durumuna düşürülmüş olmalarıdır......
Türkmenler aleviydi, ama o dönemde onlara alevi değil, kızılbaş
denirdi. Türkmenler Orta Asya’dan beri başlarına
kızıl börk (kulah şeklinde başlık) giyerlerdi. Kızılbaş adı oradan gelir. Bazı
şeyhülislamlar, ki bunların
içinden en meşhuru ebu Suud efendidir. “Kızılbaşları katletmek sevaptır.”
Mealinde fetvalar yayınladılar. Osmanlı döneminde isyancıların yanı sıra on
binlerce belki yüzbinlerce Türkmen sadece Türkmen ya
da kızılbaş oldukları için sevabına öldürüldüler..”
(Bütün Düny a Dergisi 20011/12 S:21)
Taklitçi, nakilçi selefiye yorumuna karşı; akılcı Mütezile-Maturidi
ekölüyle 12. yüzyıla kadar İslam
dünyasında bir çok alimler yetişmiştir. Bu tarihten sonra Eşarilik benimsenerek
nakilcilerle, akılcıların arası bulunmaya çalışılmış ancak süreç içinde
akılcılıktan uzaklaşılmış, taklitçilik, mürtecilik baş taşı edilmiştir.
İslam uygarlığı 11. yüzyıla kadar bilim ve teknolojinin beşiği
olmuştur. İslam’ın Rönesansı olan bu dönemde çoğunluğu Arap olmayan, Türkmen ve
Pers kökenli alimler, düşünürler yetişmiştir.
Bunlardan bazıları: İbn-i Sina, (Doğumu: 980 Buhara ) Farabi, (Doğum: 870 Kazakistan) Battani,
(Doğum: 858 Harran ovasu-Şanlıurfa) Al Buruni, (Doğum: 973
Harezm- ) El Kindi,(Doğum: 801 Kufe- Irak) El Harezmi, (Doğum: 780 Harezm ) ibn Rüşt, (Doğum:
1126-Cordoba) Ömer Hayyam (Doğum: 1048 Nişabur)
İlim tarihinin bu değerli
şahsiyetlerinden hiç biri İslam’ın doğduğu, Emevilerin hükmettiği coğrafyadan
çıkmamıştır. Büyük bir kısmı günümüzde Türk-i Cumhuriyetlerin bulunduğu
Türkistan olarak adlandırılan İslam’ın hakim olduğu topraklardan çıkmıştır. Bu
topraklara İslam’ı getirenler peygamberimizin vefatından sonra Emevi zülmünden kurtulmak için hicret etmek
zorunda kalan Ehli Beyt mensupları ve ilk kuşak sahabelerdir.
El Harezmi cebir biliminin atası sayılır. 830 yılında yazdığı kitapla “cebir” in
temellerini atmıştır.
İbn-i Sina’ın eseleri 18. yy’la kadar Avrupa’da tıp
fakültelerinde temel kaynaklar olarak okutulmuştur.
Avrupa ülkelerinde 17. 18. yüzyılda yaşanan reform ve rönesans hareketlerinin
temelinde Müslümanların bilimsel ve kültürel birikimleri yatar. İslam uygarlığının
değerleri, birikimleri Haçlı savaşları sırasında fark edilmiş ve 12.-13. yy’dan itibaren
Avrupa'ya taşınmaya başlanmıştır.
İslam dünyasında sultanlar-padişahlar çıkarlarına uygun
din-mezhep anlayışlarını, işlerine gelen beşer düşüncelerini hemen her dönemde topluma
din diye dayatmışlardır. Toplumda saltanat çıkarlarına uygun bir din anlayışı
oluşmasını sağlamışladır. 12. yüzyıldan sonra ve özellikle hilafetin Osmanlı’ya
geçmesinden sonra Kur’an’ın işaret ettiği akıl, bilim terk edilmiş ve Emevi
kültürü, Ehli Sünnet fıkhı hukukta referans kaynağı olmuştur. Bu anlayış İslam
ümmeti üzerinde “afyon” etkisi yapmıştır.
12. yy’dan 16. yy’la kadar Uluğ bey, (Ölm:1449) Ali Kuşçu, (Ölm:1474) Piri Reis (Ölm:1554)
Evliy a Çelebi (Ölm:1682) Katip Çelebi (1657) ve gök bilimci Takiyüddin bın manıf (Ölm:1585)
gibi birkaç düşünce ve bilim adamı daha yetişmiştir. Ancak 17. yy’dan sonra İslam dünyasında bir tek bilim adamı, düşünür, filozof
yetişmemiştir...
Osmanlı’da 18.yy. sonuna kadar sadece 80 kitap basılmıştır.
Din adına akıl ve bilim düşmanlığının yapıldığı, özgür düşüncenin ve adaletin
olmadığı yerde ne din olur, ne medeniyet olur, ne gelişme olur, ne de insanlık olur.Günümüzde dünyanın en fakir 35 ülkesinin
tamamı Müslüman ülkeleridir. Fakirlik
kader değildir; İslam ülkelerinin yaşadığı olumsuzlukların
sorumlusu bizzat ümmetin kendisidir. (Nisa-79)
Avrupa’da Kopernik, Kepler, Galileo, Newton gibi bilim
adamları yetişirken; Macellan, 1522 yılında dünyanın yuvarlak olduğunu
keşfederken, Kristof Kolomb 1492 yılında Amerikayı keşfederken
Doğu’nun ve okyanus ötesinin zenginlikleri Avrupa’ya
akarken, teknoloji ve silah sanayileri
gelişirken, Osmanlı’da yüksek öğrenim kurumları olan medreseler sadece din
eğitimi veren, mollalar- “din adamları” yetiştiren; tarih, coğrafya, fen, fizik,
matematik gibi müspet-pozitif ilimleri dışlayan kurumlar olmuştur. Osmanlı tarihinde bir tek bilimsel,
teknolojik buluş yoktur. Osmanlı’nın Batı kültürüne katkısı, etkisi; Türk
kahvesi, kahvehane kültürü, ipekli kumaşlar, halıcılık, kilimcilik, çinicilik
ile sınırlı kalmıştır. Sanat, kültür, edebiyat,
bilim, endüstri ve teknoloji yarışındaki geri kalış ve moderniteyi, aydınlanma-akıl
çağını, yakalayamama Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Örfi hukuktan şer’i
hukuka yöneldikçe yani zamanın ihtiyaçlarına göre akıl yoluyla belirlenen hukuk
sisteminden Emevi şeriatına, fıkhına göre belirlenen hukuk sistemine geçildikçe
Osmanlı’da sorunlar artmış, gerileme hızlanmıştır. 1683 yılında ikinci Viyana kuşatması başarısızlıkla sonuçlandıktan
sonra imparatorluk sürekli toprak kaybetmiştir.
Osmanlı en güçlü olduğu dönem de bile sadece askeri alanda
en güçlü olabilmiştir.
17. yy’da Avrupa’dan Osmanlı’ya gelen seyyahlar
kitaplarında halkın yoksulluğunu, kötü yaşam
koşullarını, yaşanan açlık, kıtlık sorunlarını anlatırlar.
Osmanlı’da değişimci, yenilikçi hareketler yukarıdan
aşağıya yönetici sınıfın öngörüsü, isteği veya
toplum içindeki dinamiklerin baskısından çok askeri
yenilgi ve toprak kayıplarından sonra başlamıştır.
Fransız devriminin etkileri Avrupa'yla sınırlı kalmamış ve
19. yüzyılda Osmanlı’ya da ulaşmıştır.
III. Selim’le başlayan II. Mahmut, Abdülmecit ve Abdülaziz dönemleriyle devam eden
90 yıllık
süreçte reform hareketleri yaşanmıştır. Tanzimat (1839 ) ve
Islahat (1856) fermanları yayınlanmıştır.
II. Abdülhamit döneminde önce I. Meşrutiyet (1876) sonra İttihat ve Terakki
Cemiyetinin faaliyetleri sonucu II. Meşrutiyet kanuni esasi - anayasa ilan
edilmiştir. (1908) Bu dönemde Maarif Nezareti geliştirilmiş, çağdaş eğitim
veren okullar açılmış ve daha bir çok reformlar yapılmıştır.
Ancak bütün bu iyi niyetli çabalar yeterli
olmamıştır.
Kapitilasyonlar nedeniyle özellikle 1838 yılında İngilizlerle
yapılan Baltalimanı Anlaşmasıyla Osmanlı’nın bağımsız dış politika izleme
imkanı kalmamıştır. Dış borçların taksitleri bile ödenemez hale gelince 1881
yılında Düyun-i Umumiye İdaresi adı
altında bir komisyon kurulmuştur.
Böylece Osmanlı ekonomisi tamamen kontrol altına
alınmıştır.
Bu süreç Osmanlı’nın yıkılışına kadar sürmüştür.
Osmanlı’nın yıkılmasının sorumlusu İslam değildir; Kur’an
hükümleri yerine sünni şeriatının hükümlerini, kabullerini din adına uygulayan
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduklarını söyleyen padişahlardır ve onların destekcisi “din adamları” sınıfıdır.
Halifelerdir, şeyhülislamlardır, ulemalardır, mollalardır. Akılcılık yerine
selefiliği; geçmişe saplanıp kalmayı tercih eden hanedan ve elit yönetici
sınıftır.
Osmanlının yıkılmasının bir diğer önemli sebebi ise, hanedana
karşı alternatif güç oluşmasını engellemek için toplum içinde sermaye
birikimine, tüccar kapitalist oligarşik yapılara müsaade edilmemesidir. Özgürlüğün, rekabetin olmadığı yerde toplumsal değişimi,
ilerlemeyi sağlayacak sosyal, ekonomik güç odakları oluşamamış ve teknoloji, sanayi
gelişememiştir. Saltanatın alternatifi
olabilecek muhalefet hareketleri engellemek, Osmanlı siyasetinin temel hedeflerinden
biri olmuştur.
Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK
kuranpenceresinden@hotmail.com