Suyu bol, bereketli bir kaynak düşünelim. Özellikleri, nitelikleriyle
eşsiz, benzersiz, lezzetli, faydalı,
şifalı suyu olan bir kaynak. Bu kaynaktan çıkan suyun adı “İslam”
olsun..
Pınardan kaynayan suyun dört bir yana akarak dereler
oluşturduğunu ve bu derelerin zaman
sürecinde değişik coğrafyalarda irili ufaklı göller
oluşturduğunu düşünelim.
Bu göllerde biriken suların özellikleri ile pınarın kaynağındaki suyun özelliğinin
ayni olduğunu söyleyebilir miyiz.? Tabi
ki söyleyemeyiz.
Su kaynağından çıktıktan sonra dereler oluşturup akarken, aktığı
coğrafyada, toprağın özelliklerini, değerlerini de bünyesine katmıştır. Suyun
aktığı coğrafyanın özellikleri suya karışmıştır.
Örneğin, dere kireçli bir toprakta akıyorsa, gölün suyu da
kireçli olacaktır.
Yöresel özellikler kaynaktan gelen suyun içinde çözülerek
onunla homojen bir yapı oluşturacaktır.
Adına İslam dediğimiz kaynağın suyu ile coğrafi-yöresel-yerel,
özelliklerin; beşer marifetiyle oluşan değerlerin karıştığı bu sentez yapıya
şeriat denir.
Gölün oluşmasında kaynağın suyu; şeriatın oluşmasında din
şüphesiz etken unsurdur.
Ancak gölün suyu nasıl ki, kaynaktaki su değilse; şeriat
da din değildir.
Şeriat: Hukuk, yöntem,
metod demektir.
Şeriat, dinimizin adı olarak kullanılamaz.
Dinimizin adı bizzat Allah tarafından İslam olarak konulmuştur. (Aliimran-19 Maide-3
)
Kur’an’da geçen din ve İslam kelimeleri bazı tefsir
ve ilmihal kitaplarında kasıtlı olarak veya
yanlışlıkla şeriat olarak çevrilmiştir. Kur’an’ın inanç,
iman ve ibadet konularıyla ilgili hükümlerini “İslam’ın şeriatı” olarak adlandırmak
da yanlıştır. Kur’an, İslam’ın esasını, özünü bildiren bu ayetleri muhkem ayetler
olarak adlandırmıştır, şeriat olarak değil.
Şeriat
veya şeriat hukuku: Toplumların, Kur’an’ın temel hükümlerine ve fıtrata-yaratılışın
evrensel prensiplerine uygun olarak, yaşadıkları zaman, mekan şartlarına ve
ihtiyaçlarına göre belirledikleri
kanunlar, kurallar, yöntemlerdir. Şeriatın dinamik bir yapısı vardır, insandan insana, toplumdan topluma zamanın
şartlarına, ihtiyaçlara göre farklılık gösterir.
Şeriat kuralları, oluşturuldukları dönemde, kabul
gördükleri toplumda anlam ifade eder.
Şeriat kuralları yereldir, bölgeseldir, beşeridir,
geçicidir.
Allah’ın buyrukları, dinin esasları ise, evrensel kalıcı
ilahi hükümlerdir. İslam “bir”dir.
Allah’ın Kur’an ile bildirdiği kutsal ilahi hükümlerdir. Şeriat, yorum, fıkıh
kuralları ise, birden fazladır.
Her mezhebin dini
yorumlama şekli, şeriatı, fıkıh kuralları farklıdır. Ayrıca her mezhebin içinde
birbirinden çok farklı yorumlar, şeriat ve fıkıh kuralları vardır..
Kur’an kendisiyle çelişmediği sürece dönemsel, yöresel,
ulusal şeriatları; hukuk kurallarını, adetleri, örfleri, kültürel değerleri yadsımaz,
dışlamaz. Ancak, kendisine eş, ortak, tamamlayıcı koşulmasına asla müsaade etmez.
Arap Kültürü, Emevi, Abbasi sultanlıklarının fıkhı-kanunları veya mezheplerin
kabulleri-şeriatları dinin kutsal değerleri değildir.
Günümüzde kutsallığı ilan edilen şeriat algısı Kur’an’ın
evrensel ilkelerinden ziyade, yüzyıllar içinde oluşmuş Arap kültürüdür.
İslam tarihi boyunca insanlar mezhep yorumlarına,
şeriatlarına, yaşadıkları toplumun örf ve adetlerine, yaşam tarzlarına, ‘‘ulemanın kavli budur, icma bu yoldadır,
ecdadımız böyle yapmıştır, asırlardır Müslümanların uygulaması böyledir’’
diyerek bunlara ‘‘İslam hukuku, İslam kültürü, İslam şeriatı’’ demişlerdir. 10 – 12 asır öncesinin kabullerine, kurallarına, fıkhına, şeriatına
saplanıp kalmışlardır. Dinin
emirleri ile örfler, adetler, kültürler, kanunlar, mezhep kabülleri, şeriatları
birbirine karışmış ve İslam dininden ayrı kültür, gelenek, şeriat inançları
oluşmuştur..
İlahi olana; İslam’a, Kur’an hükümlerine tabi olanlara
Müslüman denir.
Beşeri olana; mezhep şeriatlarına tabi olanlara da
şeriatçı denir.
“Sizden her biri için bir yol-şeriat ve
bir yöntem belirledik. Allah dileseydi sizi elbette bir tek
ümmet yapardı. Ama size vermiş
olduklarıyla sizi imtihana çeksin diye öyle yapmamıştır..”
(Maide-48)
“Sizden önce de
yollar-yöntemler-yasalar-medeniyetler, kültürler, şeriatlar gelip geçmiştir..”
(Aliimran-137)
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, tüm Müslüman ümmeti için ortak
tek bir yol, yöntem, şeriat belirlenmemiştir. Her toplum için ayrı, farklı bir
yol, yöntem, şeriat belirlenmiştir.
Bu durum dinin evrensellik, zaman mekan üstü olma özelliğinin
gereği olarak insanlara özgür
iradeleriyle inisiyatif kullanma imkanının verilmesidir. Her toplum kendi
yaşadığı zamana ve
mekanın şartlarına, imkanlarına, toplumun ihtiyaçlarına
uygun olarak ve Kur’an’ın temel
hükümlerine bağlı kalarak kendi örflerini, kültürlerini,
şeriatlarını, hukuklarını, yol ve yöntemlerini
oluşturacaklardır. Yaşanan her dönemin, devrin, zamanın,
mekanın, coğrafyanın farklı özellikleri, şartları olacağından belirlenecek yol-yöntem-
şeriat da farklı, farklı olacaktır..
Dinin dinamik yapısı gözardı edilerek 10-12 asır öncesinin
örfünü, yöntemini, kültürünü, fıkhını, şeriatını, yaşam şeklini, giyinme, baş
örtme adetini günümüzde İslam’ın hükmü, imanın şartı olarak sunmak, İslam’la ve
akılla bağdaşmaz.
Ecdatperestlik, Arapperestlik, Emevi tutkusuyla geleneğin
kutsallaştırılması, fıkhın dinle özdeşleştirilmesi, tutuculuk, muhafazakarlık
sonucu Müslümanlar yaşanan zamanın şartlarına
ve ihtiyaçlara uygun
yol yöntem, şeriat belirlemede isteksiz olmuşlar, yetersiz kalmışlardır.
İslam ülkelerinin geri kalmışlığı dine bağlanamaz.
Bilakis, İslam’ın dinamik yapısının gözardı edilmesi,
ve Kur’andan,
akıldan, bilimden uzaklaşılıp Arapçılığa, asırlar öncesinin şeriatlarına
saplanıp kalınması Müslüman ülkelerin kültür, sanat teknoloji, sanayileşme
yarışında geri kalmalarına sebep olmuştur. Müslümanların dini anlana ve yaşama
anlayışında yanlışlıklar olduğunun en açık kanıtı, Müslüman
ülkelerin günümüzdeki içler acısı, perişan halidir, hal-i
pür melalidir. İslam ülkelerinin dini anlama, yaşama anlayışında ve dine atfedilen
iktisadi, siyasi yapının yanlışlıkları, eksiklikleri olmasaydı; İslam ülkeleri
bilimde, sanatta, teknolojide, sanayileşmede bu kadar geri kalmazlardı ve
sömürgeci Haçlı emperyal güçlerin otoritesine böylesine teslim olmazlardı.
İslam ümmetinin mutluluğu, din anlayışlarını ve
yaşayışlarını, iktisadi ve sosyal yapılarını günümüzün imkan ve ihtiyaçlarını
dikkate alarak sadece Kur’an hükümlerine göre inşa etmekten geçmektedir.
Geçmiş toplumların oluşturduğu fıkıh-şeriat kurallarının
din olmadığı; daha açık söyliyelim:
Emevi ve Abbasi
dönemlerinde oluşan fıkhın; sünni ve şii şeriatının din veya dinin unsuru olmadığı
bilinmelidir.
Geçmişte İslam toplumları nasıl ki, kendi
yol, yöntemlerini, şeriatlarını belirleyip yaşamışlarsa; Günümüzde de
Müslümanlar yaşadıkları şartlara, imkanlara, ihtiyaçlara göre kendi
yol, yöntemlerini, kültürlerini, hukuklarını şeriatlarını
oluşturarak yaşamalıdır..
Geçmişin birikiminden yararlanmalıyız ama taklit
etmemeliyiz. Geçmişin imkanlarıyla, şartlarıyla, sorunlarıyla, ihtiyaçlarıyla;
günümüzün imkanları, şartları, sorunları, ihtiyaçları farklıdır. Gelecekte de
farklı olacaktır ve gelecek nesiller de kendi
ihtiyaçlarına, imkanlarına, şartlarına göre yol, yöntem; şeriatlar
belirleyeceklerdir.
Yüce Allah’ın vermiş olduğu akıl, ilim yardımıyla ve diğer
nimet ve imkanlarla çalışarak, emek vererek kendileri için iyi, güzel, faydalı;
yol, yöntem, kültür, şeriat belirleyen toplumlar daha çok bolluk içinde
ve mutlu yaşayacaklardır.
Yaşanan zamana uygun yeni yol, yöntem, şeriat geliştiremeyen; tembellik,
miskinlik edenler, geçmişe takılıp kalan taklitçiler imtihanı kaybedeceklerdir..
(Maide-48)
İslam tarihinde ‘‘şeriat
isteriz’’ diye bağıran, yaygara koparan tarikatçiler, cemaatçiler, siyasal
İslamcılar çok olmuştur. “Şeriat isteriz”in, “İslam isteriz”le hiç alakası
yoktur. Şeriat Kur’an’ın getirdiği din değildir. Bunların kastettikleri şeriat:
Dini esaslara dayalı, Kur’an hükümlerine uygun yaşam ve yönetim şekli değildir; Emevi fıkhına, sünni
şeriatına, sömürü ve zulme uygun yönetim
şeklidir.
Yani teokratik diktadır. Bu kişilere göre şeriat, kendi
çıkarlarının kutsal kılıfıdır..
Gerçek Kur’an mümini “şeriat isterim” diye bağırmaz.
“Kur’an hükümlerine göre yaşamak
ve yönetilmek istiyorum, sadece Allah’a teslim olmak
istiyorum” diye bağırır.
Dinin esaslarını, İslam’ın kapsamını dinin sahibi tek
hüküm koyucusu Yüce Allah belirlemiş ve
Kur’an’ı Kerim ile bizlere bildirmiştir. Şeriatın içeriği
ise, beşerleri unsurlar tarafından belirlenir
ve fıkıh, ilmihal kitapları gibi beşer ürünü kitaplarda yazılır.
Hiçbir toplum kendi şeriatını, yani kendi kurallarını,
yöntemlerini, örflerini, adetlerini,
dinin
kendisi ilan etmeye, din ile eşitlemeye
kalkışmamalıdır.
Şeriatı din ve İslam’la eşitleme gayretleri, insanları
Allah ile aldatma oyunlarından biridir.
Şeriat, İslam veya Kur’an’la eşitlenemez. Şeriat, mezhep
kabulleriyle, örflerle, adetlerle,
geleneksel kültürle, fıkıhla eşitlenebilir.
Kur’an’da ‘‘İslam devleti, şeriat devleti, İslam hukuku, şeriat
hukuku’’ gibi ifadeler yer almaz.
Bu ifadelere mezhep kabullerinin, kuralların anlatıldığı
fıkıh, ilmihal kitaplarında rastlanır.
Bu kitaplarda geçen İslam veya şeriat hukuku tabirleriyle
aslında sünni veya şii fıkhı kastedilir.
İslam veya şeriat devleti tabiriyle de aslında sünni veya
şii şeriatına; kabullerine, fıkhına göre
yönetilen devletler kastedilir.
İslam devleti olmaz; İslam dininin mensubu Müslüman milletlerin
kurdukları devletler olur..
Kur’an anayasa veya hukuk kitabı değildir. Devlet
idaresiyle ilgili tüm detaylarıyla bir yönetim, siyasi rejim şekli bildirmez, öngörmez.
Kur’an’ın konumu bu detayların üzerindedir. Kur’an yasalara, anayasalara ufuk,
vizyon, ışık veren bir kitaptır. İnsanlara rahmet ve yol gösterici olan Kur’an,
zaman
ve mekan üstü, evrensel ilahi temel hükümler, ilkeler bildirir.
Kur’an’ın Allah’ın vahyi olması O’nu
herhangi bir kitapla eşitlememize veya mukayese etmemize
izin vermez..
Kur’an’da tüm detaylarıyla bir sistem, siyasi rejim
önerilmediğine göre bir siyasi sisteme, yönetim
şekline “İslam’i yönetim, İslam devleti” veya “İslam cumhuriyeti”
adını vermek yanlıştır, aldatmacadır. Bu ifadeler istismarcı, sömürgeci siyasal İslamcı
akımların uydurmalarıdır.
İslam dini, firavunlara, diktatörlere, zalimlere,
haksızlığa, kula kul, köle olmaya karşı bir din olarak indirilmiş ve dünyaya yayılmıştır. Ancak bu
gün İslam ülkelerinin neredeyse tamamı diktatörlüklerle yönetilmektedir. Bu
ülkelerde halk sefalet çekerken; krallar, sultanlar, emirler, veliahtlar ve onların destekçileri, koruyucuları olan egemen
emperyalist Haçlı güçler ve siyonist Yahudiler ülkelerin doğal kaynaklarını
servete dönüştürmekte, sefahat sürmektedir. Bu ülkelerde bilim adamı, sanatçı
yetişmez. Bilim, teknoloji, kültür, sanat, felsefe alanında hiçbir şey
üretilmez. Bilimsel icatlar, keşifler olmaz.
* * * * *
Demokrasi ile halkın refahı arasında sıkı bir ilişki vardır. İslam ülkelerindeki teokratik
diktatörlüklerin
yıkılması ve laik, demokratik rejimler kurulması halinde ülke kaynakları
halk
tarafından kullanılacaktır. Diktatörlerin ve
koruyucularının sömürüsü, saltanatı sona erecektir.
Bundan dolayıdır ki, İslam ülkelerinde diktatörler;
krallar, emirler, şeyhler laik demokrasiye
karşı çıkarlar. Laikliğin din düşmanlığı olduğunu
söylerler. Aslında laiklik, çıkarlara hizmet
etmek üzere uyarlanmış, uydurulmuş din anlayışına ve dindar
halkın inançlarını uydurdukları bu
din anlayışıyla istismar eden, sömüren siyasetçilere, siyasal
akımlara diktatörlere, dikta heveslilerine ve onların koruyucusu, hamisi olan sömürgeci emperyal egemen
güçlere düşmandır..
İslam ülkelerinde yaşanan insan haklarından uzak; çağdışı,
bağnaz bazı uygulamalar ile aslında İslam’la ilgisi olmayan mezhep
şeriatlarının radikal uygulamaları olan bazı tutum ve eylemler İslam’a fatura
edilmektedir. Bu durum, İslam’ın sevilmesine,
yayılmasına engel teşkil etmektedir.
Suudi Arabistan’da hanımların otomobil kullanma yasağı ve bu
ülkeye gidecek hanımların yanında eşinin veya erkek bir akrabasının bulunma
zorunluluğu, çarşaf, cübbe giymek gibi çağdışı moda anlayışı ve güya cihat ilan
edilmesi, sivillere karşı Hizbullah’ın, el Kaide’nin, Taliban’ın terör
eylemleri bunlara örnek verilebilir.
İslam karşıtları ile ateistler, deistler İslam’ı kötülemek
ve görüşlerini temellendirmek için aslında din dışı olan çeşitli ekollerin
Kur’an ile de çelişen kurallarından, kabullerinden örnekler verirler.
Mezheplerin ve çeşitli gurupların Kur’an ve akıl dışı uygulamalarını İslam
kapsamında kabul ederek dinimizi kötülerler. Beşer tercihlerini, tasarruflarını
İslam’a fatura ederler.
Kur’an odaklı olarak; Kur’an kapsamını esas alarak İslam
karşıtı düşünceleri temellendirmek mümkün değildir. Kur’an’ı, Kur’an’ın istediği gibi okuyan ve
İslam’ı asıl tek kaynağından öğrenen akıl, vicdan sahibi hiç kimse O’nda eksik
ve çelişki bulamaz; akla ve fıtrata aykırı hiçbir şey bulamaz....
“Sorun İslam’ın kendisinde değil, İslam’ı ters
giyenlerdedir. En şık elbise bile ters giyilince nasıl sahibini maskara
yapıyorsa, İslam’ı ters giyenler de aynı şekilde kendilerini maskara
yapmışlardır.
“Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.”
“Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.”
(Muhammed İkbal)
“İslam denince akla problemler, çıkmazlar ve
çelişmeler geliyorsa, bunun sebebi İslam değil Müslümanlardır. Müslümanların bu
asırda Kur’an’dan başka imamları yoktur. Ezher’de okutulan ve benzeri kitaplar
var olduğu müddetçe, bu ümmet ayağa kalkamaz. Ümmeti kaldıracak ruh, ilk dönemde
hâkim olan Kur’an ruhudur. Kur’an dışında her şey; Kur’an’ı bilmek ve yaşamak
arasına konmuş engellerdir.” (Muhammed Abduh)
"Peki, İslam Hukuku’nun dayanağı olan şeriat nedir? Şeriatı kısaca dini hukuk ve ahlak kuralları olarak tanımlayabiliriz. Şeriatın İslam olduğunu kabul eden bir anlayışa göre şeriat Kur’an’dan ve hadislerden meydana geldiği ve ezelden ebede kadar devam edecek bir dünya düzenidir. NAHL SURESİ 90. AYET’te insanlara ’’Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.’’ deniyor. İşte şeriatın en önemli kuralları burada açıkça dile getiriliyor. Zira bu kurallar insanlara doğru yolun ne olduğunu açıkça göstermektedir. Ancak geçen zaman içinde yöneticiler toplumsal olayların çözümünde karşılaşılan önemli sorunların halledilmesinde Hz. Muhammed’e ait olmayan hadis ve sünnetlere İslam fıkıhçıların başvurması şeriatın muhtevasını adeta darmadağın etmiştir. Açıkçası Arap toplumunun gelenekleri, adetleri, kültürü dininin kuralları gibi gösterilmeye başlanmıştır. Kur’ân’da asla yer almayan hurafeler, Allah ile kul arasındaki ilişkilerin yeni kurallara bağlanması, sanat düşmanlığı, kadına uygulanan şiddet (recm), gibi konular vd. bunlar arasında sayılabilir. ALLAH’ın emirlerini tahrif eden Emevi şeriatına biad etmekten kurtulmak İslam’ın en önemli görevidir. Emevi’lerin Arap olmayan Müslümanlar’a karşı kullandıkları ’’Mevâli’’ ifadesi günümüzde de geçerliliğini korumakta olup Türk’ler günümüzdeki tüm Arap’lar için mevâlidir. Bu Emevi’ler ki, Kerbelâ katliamını gerçekleştiren, Medine’yi ve Mekke’yi kuşatan, Muaviye tarafından halifeliği saltanata çeviren, İslam’a bugün içinden çıkılamaz sorunlar bırakan bir topluluktur."
Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK
kuranpenceresinden@hotmail.com