29 Nisan 2015 Çarşamba

TEVHİD:İnsanın Yaratılış Gayesi

Bakara suresi 30. ayetinde Yüce Allah Yeryüzünde kendi iradesini temsil edecek halife; yönetici, 
görevli atayacağını bildirmiştir.
Zariyat suresi 56. ayetine göre yaşam gayemiz, görevimiz: Kendi irademizle yeryüzünde Allah’ın 
iradesini gerçekleştirmek olmalıdır. Yeryüzünde ilahi iradeyi egemen kılmak için, O’nun yolunda 
çaba göstermek, sadece O’nun otoritesine boyun eğmek, O’na kul olma bilinciyle hareket etmek; 
yani tevhide mutlak sadakat yaratılış-varoluş gayemizdir. 
Bakara suresi 30. ayetinde yeryüzüne görevli atayacağını bildiren Yüce Allah, Zariyat suresi 56. 
ayetinde görev tanımı yapmaktadır.
Saff suresi 14. ve Muhammed suresi 7. ayetlerinde müminlerin Allah’ın yardımcıları oldukları/olmaları gerektiği bildirilmiştir.

Kuvveden fiile; İlahi gücün hükmünü tahakkuk ettirmek, yaşama aktarmak, işlevsel kılmak insanın asli gayesi olmalıdır.  
Allah aklı ve iradeyi insana dünyayı imar, ihya, ıslah etmek, adaleti, barışı tesis etmek, medeniyet oluşturmak velhasıl yaşanabilir bir dünya kurmak üzere bahşetmiştir. İnsanlar ortak iyi, ortak akılla bu amaca ulaşacaktır. 
Kur’an’ın bu konudaki ifadesi son derece açıktır:
 "Allah, sizi yeryüzünde var etti ve sizden orayı imar etmenizi/ömür sürmeye değer yer haline getirmenizi  istedi." (Hud-61)                                                                      "
Sizi yeryüzünün halifeleri/görevlisi/yetkilisi yapan,... O'dur.." (En'am-165)

Fecr suresi 27-30. ayetlerine göre görevini yerine getirme sorumluluğu ile yaşayan nefisler Allah’ın hoşnutluğunu  kazanmayı ve ebedi mutluluğu umarlar.. 

Bu konuda yöneticiler elbette birinci derece sorumludur. Halktan yetki alan,seçilen yöneticiler ilahi iradeye uygun halka hizmet ederler. Ülkelerini, toplumu barış, esenlik, mutluluk yurdu yapmak üzere iş ve icraatlarda bulunurlar. halka/seçmene düşen de liyakat sahibi, adil, ahlaklı yöneticileri iş başına getirmektir. 

Burada üzerinde durulması gereken önemli konu: Bakara suresi 30. ayete göre tüm insanlar halifedir, görevlidir. Yani halifelik bazı kişilere özel bir ünvan değildir. Tüm insanlar/müminler yeryüzünde kendi aklı, iradesi, gayreti ile Allah'ın iradesin yerine getirmekle; dünyayı barış huzur,esenlik yurdu yapmakla sorumlu,  görevlidir. Allah'ın/Kur'an'ın bildirdiği halifelik anlayışı, İslam tarihi boyunca Müslümanlar tarafından anlanan, uygulanan halife, hilafet uygulamasından tamamen farklıdır. Bir kişiye tahsis edilmiş halife ünvanı ve hilafet makamı Kur'andan onay almaz. Hilafet, Emevi uydurması, papalık özentili kötü bir taklittir.....

Sadece Allah’a kul olma bilinci ve mükellefiyeti her türlü beşeri, dünyevi boyunduruktan 
kurtulmayı, özgür olarak yaşamayı gerektirir. Allah’tan başkasının otoritersine tabi olmadan özgür olarak 
yaşayan insanlar Allah’ın istediği gibi kul olurlar; O’nun iradesine uygun bir kişilik, bir toplum ve 
medeniyet oluştururlar. Barış ve özgürlük temelinde ahlak ve adalete dayalı sosyal bir düzen 
kurarlar.

Aklı, iradesi, özgürlüğü bir yerlere bağımlı olanlar, bağımlı oldukları otoriteye tabi olurlar. Onların 
kulu,kölesi olurlar. Onların buyruklarına boyun eğerler.
Kişi ya sadece Allah’ın otoritesine tabi olarak, O’na boyun eğerek, O’nun iradesine uygun özgürce
yaşayacak; ya da özgürlüğünden feragat edecek, başka bir kişinin, makamın otoritesine tabi 
olacak veona boyun eğecek.Kişi Allah’tan başka kime, neye boyun eğerse, o kişinin ilahı-putu 
artık o olur.     

Yaşam gayesinin öznesi kişinin ilahıdır. Kişi sadece Allah kul olma amacıyla yaşar veya başka 
amaçlar için yaşar.. Yaşam amacı para kazanmak ise, o kişinin ilahı-putu paradır. Dünyevi 
zevkleri, menfaatleri, makam ve servet sahip olmayı; binlerce odası olan saraylarda oturmayı, 
haksız kazanç ile evine paraları yığmayı, kendi arzu ve ihtiraslarını tatmin etmeyi yaşam gayesi 
haline getirenler; ihtiraslarını, dünyevi menfaatleri, zevkleri ilah-put edinmiş olurlar.

"Sermaye çağımızın en büyük putudur.." (Ali Şeriati)

"İmanın sahiciliği sevdiğin şeylerden vazgeçmen gerektiğinde ortaya çıkar." (Caner Taslaman)

Uluslararası egemen emperyal güç odaklarının otoritesi altına giren, onlara boyun eğen kişi 
onları putlaştırmış olur. Bir ideolojinin, mezhebin, düşünce akımının kural ve kabullerini 
uygulamayı yaşam amacı haline getirenler bu akımlara kulluk etmiş olurlar. Allah’tan başkasına, 
başka bir şeye boyun eğen, kul, köle olanlar şirk yoluna girenlerdir. Şirk yoluna giren kişinin 
varoluş gayesine uygun yaşaması mümkün değildir.O’nun içindir ki şirk affedilmez en büyük 
günahtır.

Ahireti gereği gibi kavrayamayanlar, tüm güzellikleri bu dünyada arzularlar. 
Şu bilinmelidir ki, dünya hayatı bütün arzuların, ihtirasların tatmin yeri değildir. Bu gerçek aslında ahiretin
akli-felsefi kanıtlarından biridir. Bütün arzuların, isteklerin karşılanacağı yer cennettir. Arzular,
ihtiraslar,sonsuz istekler, egolar bu dünyada imtihan aracıdır. 
Dünyevi arzularını, ihtiraslarını, egolarını, kibirlerini dizginleyenler;şeytanın vesveselerine 
aldanmayıp nesiflerini olgunlaştıranlar ahirette cennet ile ödüllendirilmeyi umarlar.  

"Yoksa insanın arzu ettiği her şeye sahip olabileceğini mi sanıyorsunuz?" (Necm-24)
“Dünya çıkarını gözetene ondan veririz; ahiret yararını gözetene de ondan 
veririz. Şükredenleri ödüllendireceğiz biz.”  (Aliimran-145)

Nefsine uyarak tüm arzularını, ihtiraslarını bu dünyada tatmin etmeye çalışanlar; küresel 
kapitalizmin teşvik ettiği tüketim çılgınlığına kapılanlar, dünyevi zevkleri ve servet, şöhret;
makam, mevki sahibi olmayı yaşam amacı haline getirenler fıtratlarından, varoluş gayelerinden 
uzaklaşırlar ve ahiretlerini tehlikeye atarlar. 
Kur'an, insanın dünyevi nimetlere olan zaafına dikkat çeker. Hz. Adem'de bu konuda şeytanın 
vesvesesine uymuş sonra af dilemiştir. Kur'an'da insanın doymazlığına, azgınlığına atıf yapan ve 
kınayan bir çok ayet vardır..
Dünya nimetlerinden sıratı müstakim esasına uygun, aşırılıklardan arınmış olarak, meşru sınırlar 
içinde yararlanmalıyız. 

"Yeterli olanı az bulan insan için hiç bir şey yeterli değildir." (Epıkuros- Ölm:MÖ-270)
"Mutluluğun sırrı; daha çok olanı aramakta değil, daha az olanın tadını çıkarmakta saklıdır."(Sokrates)
"Yoksulluk Pek çok şeyin olmayışıdır. Ama açgözlülük hiçbir şeyin olmayışıdır!.." (Karl Marx)
"Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük!" (Tolstoy)

Tüketim insana geçici mutluluk verir. Varoluş amacından uzak yaşayan kişi ilah edindiği dünyevi 
değerlere ne kadar çok sahip olursa olsun manevi doygunluk hissedemez. Ne kadar çok servet, 
şöhret sahibi olursa olsun mutlu olamaz. Daima bir tatminsizlik,eksiklik, boşluk hisseder.
Bu tatminsizliğini, mutsuzluğunu gidermek için daha çok ve ölçüsüz-sınırsız tüketmeye, israfa, 
gösterişe, aşırılığa, gayri meşruluğa yönelir.. Tüketmek için kazanmak gerekir, kazanmak için her 
yolu mubah görürler. Bazı insanlar uyuşturucunun, alkolün, kumarın müptelası, kölesi olur. 
Böylece fıtratından, yaratılış amacından daha da uzaklaşmış olurlar, kısır döngüye girmiş olurlar.. 

"Dediler ki: Ne varsa şu dünya hayatımızdadır, başka bir şey yoktur. Yaşarız, ölürüz...." (Casiye-24)
Bu zihniyete göre, mutlak gerçek şimdiye yani dünyaya aittir ve burada var olmanın gayesi de zevk almaktır. 
Bu tutum kelimenin tam anlamıyla hedonizmdir yani dünyada var olmayı zevk almaya indirgeyen bir dünyevileşmedir. 
Bu önce bireysel huzursuzluğu, ardından toplumsal anomiyi/kaosu doğurur. Dinin reddettiği de budur."
(Şaban Ali Düzgün-Sarp Yokuşun Eteğinde İnsan- S:174)

"Gözünüzü açın/Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain/tatmin olur". 
(Ra'd Suresi, 28)

Tarih boyunca yaşanan bütün acıların, kötülüklerin, zulümlerin; savaşların, sömürünün, emperyal 
zihniyetin temelinde başkasının hakkını gasp etme ve böylece dünya nimetlerinden daha fazla 
yararlanma, daha fazla tüketme arzusu vardır. 
Yeryüzünde küçük bir zümre adeta cenneti yaşarken; geniş kitleler ise adeta cehenneme mecbur 
kalır. Bir tarafta mutlu azınlık sefaat sürerken, diğer tarafta toplumlar açlık, kıtlık sorunları 
yaşarlar. 

Hayatta en önemli şey kazanmaktır” (Winner takes it all) ve pazar ekonomisi anlayışının egemen olduğu ortamlar, başkalarını düşünmek (altruizm) ve topluma hizmet etmek düşüncesini ortadan kaldırmaktadır. Ödömonik hayat anlayışına kıyasla, bireyciliğin hâkim olduğu ve herkesin kendi çıkarını düşündüğü ekonomilerde zevk ve hazza dayalı kendini iyi hissetme anlayışı kapitalist etikle uyumlu gözükmektedir. Ancak bu anlayışla yaşayanlar, paranın satın alabileceği maddi değerlerin peşinde koşarak mutlu olacakları yanılgısını yaşayarak, deniz suyu içerek susuzluklarını gidermeye çalışmaktadır. Yine bu anlayışla yetişen çocuklar, kendi kendine yetmekten uzak, dış değerlendirmelere bağımlı olarak mutsuz bir yaşam süren ve giriştikleri işlerde kişisel çıkarlarını toplumun önüne koyan yetişkinliklere dönüşmektedir." Acar Baltaş

“Dünya hayatına meyledenler deniz suyu içenlere benzerler. İçtikçe susarlar, susadıkça içerler.
(Muhittin Arabi)
VEDAT AKBAŞAK


.
  


ORTAK ATA NEFS-İ VAHİDE ve EVRİM

"Ey insanlar! Sizi bir canlıdan (nefs-i vahide) yaratan ve ondanda eşini yaratan .... Rabbinize saygılı olun." (Nisa-1  En'am-98 Zümer-6)  
"Sizi bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ayni cevherden var eden, Allah'tır." (A'raf-189) 
" O ki, sizi Hâlden hâle/aşamadan aşamaya geçirerek yarattı." (Nuh-14)  
"... Siz hâlden hâle/bir durumdan diğerine geçeceksiniz." (İnşikak-19)  
"... Ve Allah sizi bir bitki olarak yerden/topraktan bitirdi." (Nuh-17)
Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden var eden, Allah`tır.
Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden var eden, Allah`tır.
Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden var eden, Allah`tı
Tek hücreli canlılarda mitoz bölünme üremeyi sağlar. Hücre kendini eşleyerek iki ayrı hücreye bölünür.
Ayrıca erkeğin ve dişinin DNA’larında  hem erkeğin, hem de dişinin genetik kodu vardır.
Bilimin bu keşifleri ile tek bir  özden, nefisten (Nefsi vahide) nasıl yaratıldığımızı; eşinin Adem’in yaratıldığı ayni nefisten nasıl yaratıldığını anlamamız kolaylaşmıştır.. Yaşamın tek bir hücreden başlamış olması; ırkçılığın ne kadar anlamsız olduğunu da gözler önüne serer..

Bütün canlıların ortak atası nefsi vahidedir. Kur'an'da yaratılışın  suda başladığı (Enbiya-30 Nur-45) ve aşamalı süreçle (su, toprak, balçık-çamur) olduğu anlatır. (Secde 7-9) Su, toprak gibi cansız maddelerden canlılığın nasıl başladığını/ilk canlı formun nasıl oluştuğunu bilim henüz açıklayabilmiş değildir..                Tek bir canlıdan başlayan ve süreçle yaratılış gerçeği; bütün türlerin ortak atadan geldiği ve birbirlerinden evrimleşerek çeşitliliğin oluştuğu yönündeki bilimsel teoriyi güçlendirmektedir. Bu teorinin antitezi; "ortak ata"  ve evrimi reddedip bütün canlıların en baştan bugünkü haliyle yaratıldığını söylemektir ki bu görüş Nisa suresi 1. ayetiyle çelişir. Bütün canlılar bir tek canlıdan-nefisten ve süreç içinde değişim geçirerek, hâlden hâle geçerek var olmuştur.

"Darvin'in evrim teorisi; en önemli mekanizması 'doğal seleksiyon' olan, bütün canlıların geçmişte yaşamış tek hücreli 'ortak bir ata'dan değişerek geldiklerini söyleyen ve onları 'ortak bir soy' yoluyla bağlayan bir teoridir.......  Genel eğilim ise, türlerin değişimini, doğal seleksiyon ile mutasyon (genlerdeki değişimler) mekanizmalarının ikisine birden atıfla açıklayan ve bunun yanında başka mekanizmaları da (genetik sürüklenme gibi) değerlendiren evrim teorisi yaklaşımlarıdır." ( Caner Taslaman- Bir Müslüman Evrimci olabilir mi? -S:25, 26)

"Evrimin gerçekleşmesi için ilk canlı formun varlığı şarttır. Fakat yaşamın kökenini araştırmak için Darwin'in evrim teorisi hiç bir şey söylemez. Zaten Darwin'in amacı da yaşamın kökenini açıklamak değildir. Onun ilgilendiği şey yaşamın nasıl olup da bunca zengin bir çeşitliliğe dönüşe bildiğinin yolunu ortaya koymaktır.....  Darwin, tamamen doğal seçilim yoluyla türlerin çeşitliliğini açıklamaya odaklandığı için hiç bir şekilde yaşamın kökeniyle ilgilenmez...... 
Evrim teorisi hiç bir şekilde Tanrı inancına karşı bilimsel bir argüman olarak kullanılamaz. Aksine iyi anlaşıldığında evrimi Tanrının bir yaratma yöntemi olarak görmek mümkündür. Bu doğrultuda evrimin temelindeki genetik işleyişten türleşme olayına kadar tüm sürecin ince bir denge içerdiği ve bunun arka planda yönlendirici bir akıllı varlığı gerektirdiğini kabul etmek gerekir. Bu anlamda bilimsel bir teorinin metafizik olarak teizm lehine yorumlanmaya açık olduğu sonucuna varabiliriz." (Turan Tektaş-Charles Darvin- Parola Yayınları)

Evrim teorisi ile Kur'an çelişmez. Aslında tartışılan konu evrimin olup-olmadığı; türlerin birbirinden evrimleşerek süreç içinde var olup olmadığı değil, evrimin sürecinin nasıl gerçekleştiğidir. Tanrı inancı olan birine göre süreç, ilahi bir gücün iradesi ve hassas ayarlarla planlaması sonucu gerçekleşmiştir. İnançsız birine göre ise her şey doğal ortamda kendiliğinden tesadüfi süreçler sonucunda gerçekleşmiştir. 

Bing-Bang teorisi ile yaratılışın-maddenin başlangıcı olduğu, evrenin bir zerrecikten varolduğu kabul edildiğine göre; evrende her ne varsa birbirinden evrilerek bugünkü duruma gelindiğini kabul etmek gerekir. Evrim sadece canlıların yaşamlarında değil, evrenin ve uzantısı olan her nesnenin kaçınılmaz bir parçasıdır. Evrenin kendisi ve ihtiva etmekte olduğu istisnasız her şey ufak zerrelerden başlayarak mevcut formlarını alana kadar sayısız aşamadan geçmiş, büyük dönüşümler geçirmişlerdir. Bu listeye elbette gezegenler, galaksiler ve dünyamız da dahildir.
Evrim evren varoldukça devam edecek süreçtir. Yavaşlayabilir, sıçramalar yapabilir, durmuş gibi görünebilir fakat o her an işleyen bir "makina" gibidir. 
"O, (Allah) her an yeni bir yaratışta; iş ve oluştadır." (Rahman -29)

Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve böylesi basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır” (Darvin- “Türlerin Kökeni”, Çev. Ö. Ünalan, Onur Yayıncılık, 1984, s. 474). 
Görüldüğü üzere Darwin, Tanrısal yaratılışla doğal türleşmeyi buluşturmuş, kendince adeta “teistik bir evrim” görüşüne işlerlik kazandırmıştır...

Darwin’in bir materyalist olduğunu söylemek zordur. 
Ateist olduğunu söylemekse imkânsızdır. 
Darwin, dindar ve “dürüst” bir bilim insanıydı. Bu yüzden ne bulgularını inancına kurban etti, ne de inancından vazgeçti. Ve öldüğünde de Westminster başrahibinin onayıyla Londra’da Westminster Katedrali’nin bahçesinde, kurumsal ve “kurgusal” temellerini bir hayli sarsmış olduğu anlayışın bağrında toprağa verildi!.." (Tayfun Atay-Cumhuriyet Gazetesi- 16.10.2017)


VEDAT AKBAŞAK

26 Nisan 2015 Pazar

DEVLET-MİLLET YÖNETİM İLKELERİ

“Allah’ın  indirdiği ile - Kur’an’ın bildirildiği şekilde hükmetmeyenler-yöneticiler-idareciler kafirlerin, zalimlerin, sapıkların ta kendileridir..” (Maide-44,  45,  47)
“.....O halde onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Allah’tan daha güzel hüküm veren kim
   Vardır.?” (Maide-48,  49, 50)
“Biz bu Kitap’ı sana insanlar arasında Allah’ın bildirildiği ile hükmedesin diye indirdik..” 
(Nisa-105)

Yüce Yaratan karar verme, kanun yapma yetkisine sahip yöneticilerin; devleti, toplumu yöneten siyasetçilerin, idarecilerin Kur’an hükümlerine uygun görev yapmalarını emretmiştir.
Kur’an’ın bildirdiği şekilde hükmetmeyenlerin ise; kafir, zalim, sapık-fasık olduklarını bildirmiştir.
Yüce Allah Kur’an’da bildirildiği şekilde hükmetmeyen yöneticilerden başka hiç kimse ve hiçbir zümre için kafir, zalim, fasık nitelemelerini birlikte yapmamıştır. Başka hiç kimseyi, hiçbir zümreyi bu kadar ağır ifadelerle itham etmemiştir.
Kur’an; imanlı, inançlı, ahlaklı, dürüst, onurlu, erdemli , vakur, samimi, düzgün, iyi insan olmamızı ister. Yöneticiler öncelikle Kur’an’ın istediği bu vasıflara sahip olmalıdırlar.
Kur’an’ın yönetim konusunda bildirdiği genel ilkeler, hükümler şunlardır:

“Onların iş ve yönetimleri aralarında ŞURA iledir.” (Şura-38)
“İş ve yönetim konusunda da onlarla ŞURAya  git.” (Aliimran-159)
“Aralarında ADALETLE hükmet. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever.” (Maide-42)
“Şunu da söyle: Rabbim bana ADALETİ emretti.’’ (A’raf-29)
“Allah ADALETi …….. emreder.” (Nahl-90)
“Allah, ADALETİ ayakta tutanları sever.” (Mümtahine-8)
“Ey Davut! Seni yeryüzünde yönetici atadık, insanlar arasında adaletle hükmet. Geçici hevese/arzu ve ihtiraslarına uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın." (Sad-26)

“Allah size İŞLERİ EHİL OLANA vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman ADALETLE
 hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa-58)

“Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizden olan-sizin seçtiğiniz işinin ehli yetki sahiplerine de uyun. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve resule arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir.”  (Nisa-59)
“İçinizden hayra çağıran, iyiyi, doğruyu emreden-emr-i bil maruf,  kötülük ve çirkinliği belirlenenden alıkoyan bir topluluk olsun. Kurtuluş ve zafere eren işte onlardır.” (Aliimran-104)

Kur’an’ın devlet, millet yönetimiyle ilgili bildirdiği temel ilkeler, hükümler:
Şura esası, liyakat esası, emanetlerin-yönetimin ehline verilmesi, adalet ve seçtiğimiz yöneticilere/kanunlara itaat etmektir.
Kur’an yönetim konusunda bu temel hükümlerden başka; yöneticilerin ikrah-baskı zorlama, despotluk, zalimlik yapmamasını, insanların özgür olmalarını, özgür düşüncenin hakim olmasını, bey’atlaşma -karşılıklı anlaşmayı, uzlaşmayı; aklı, bilimi, çalışmayı, iş yapıp değer üretmeyi; emeğe saygı-emeğin karşılığının verilmesini, imkan ve nimetlerin eşit paylaşımı, milli gelirin adil paylaşımını, sosyal adaleti, insan haklarına saygılı olmayı, dil ve ırk ayrımı yapılmamasını, (Rum-22) toplumun bir ve  bütün olmasını; (Enbiya-92 Muminun-52) din, mezhep, etnik köken ayrımı yapılmamasını ve toplumu,  insanları iyiye, güzele yönlendiren bir öncü kadro, aydınlar topluluğunun olmasını istemiştir.
Kur’an hakça paylaşımdan, refahın topluma eşit yayılmasından, sosyal adaletten yanadır.
Servetin, mülkün belli ellerde toplanmasına; padişahlığa, hanedanlığa, aristokrasiye, monarşiye,
oligarşiye, kapitalizme, emperyalizme karşıdır. Toplum içinde zengin bir sınıf veya zengin Müslüman değil, zengin Müslümanlar olmalıdır. Sahip olunan servet ve nimet tabana, topluma yayılmalıdır.

İslam dini evrensellik ve zaman, mekan üstü olma özelliğinin gereği olarak bildirilen bu temel hükümler, ilkeler haricinde siyasete karışmaz.
Dinin siyasal egemenlik iddiası yoktur. Her toplumda, her dönemde uygulanmak üzere tüm detaylarıyla tek-bir devlet yönetim şekli sistem, rejim önermez, bildirmez. 
Bildirilen temel hükümlere, ilkelere bağlı kalarak; toplumun ihtiyaçları yaşanan çağın özellikleri, imkanları  dikkate alınarak akıl ve ilim yoluyla yöntemler, politikalar, sistemler belirlemek; laik, demokratik ülkelerde siyaset biliminin, siyasetçilerin, yöneticilerin görevidir.
“Sizleri yeryüzünde halefler/yöneticiler  kılan odur..” (Fatır-39)

Kur’an bildirdiği temel ilkeler haricinde siyaset alanında insan iradesine, tercihine hareket alanı bırakır. Buna karşılık totaliter, dinci yönetimler insana değer vermezler, hür iradeyi dışlarlar.
Siyasete ve yaşamın her alanına egemen olmak isterler. Siyasi yapıyı ve insanların yaşamlarını kendi çıkarlarına göre dizayn etmek isterler. 

Ş U R A -MEŞVERET E S A S I
 Halktan yetki alarak - bey’atlaşarak, sosyal uzlaşı ile karşılıklı danışarak, diyalogla, özgür iradeyle bağlayıcı ortak  kararlar alınmasıdır. Toplumun her kesiminin sorumluluk alarak yönetimde söz sahibi olmasıdır. Toplumu oluşturan fertlerin kendi kaderlerinde söz sahibi olmaları ancak şura esası ile mümkündür. Halkın oylarıyla seçilen milletvekillerinden oluşan meclisler en geniş katılımlı şuralardır.

Kur’an yönetim erk’inin tartışma üstü, kutsiyet atfedilmiş kişiler, kurumlar tarafından değil; şura ile kollektif katılımla, ekip çalışmasıyla, ortak akıl üreterek  kullanılmasını ister. Azınlığın çoğunluğa veya çoğunluğun azınlığa egemenliğini reddeder. Şura anlayışında kişi hegemonyası, despotizim, dikta yoktur. Bir kişi veya zümre toplum üzerinde egemenlik kuramaz. Hiç kimse insanları keyfince yöneteceğini söyleyemez..
Yöneticiler otokrat (buyurgan) değil; demokrat (katılımcı) olmalıdır.
Yöneticilerin  yaptıkları her icraat şeffaf, denetlenebilir, sorgulanabilir olmalıdır.
Dikta rejimlerinde egemenliği elinde bulunduran kişinin danışmanlarından tavsiye niteliğinde fikirler alması, sonra kendi bildiği gibi karar vermesinin dinimizin istediği şura esası ile ilgisi yoktur.

A D A L E T
İslam dini Yaratan ile yaratılanların arasındaki  ilişkinin doğruluk, hak ve adalet üzerine kurulmasına dayanır. Devletin vatandaşı ile ilişkisi de hak ve adalet esaslı olmalıdır. Kur’an müminlerden hak ve adaleti her hal ve şartta, her alanda hassasiyetle korumalarını ister. Hakk’ın hükümlerinin uygulanmadığı yerde haksızlıklar olur. Adil olmak, adaletten ayrılmamak, adaleti korumak Allah’ın emridir. Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. Adil olmayan zalim olur.

“Herkes duysun ki,  Allah’ın laneti zalimler üstünedir..’’ (Hud-18)

Adaletin olmadığı yerde barış, esenlik, güven, huzur, mutluluk olmaz; yani İslam olmaz.
Adil olmayana iman sahibi, adaletten uzak bir topluluğa İslam ümmeti demek mümkün değildir.
Kur’an takva sahibi olabilmek için adil olunması gerektiğini bildirir.
Adalet her şeyi denge noktasında tutmaktır; yerli yerine koymaktır.
İslam’ın, ilahi nizamın temel direği adalettir; dengedir, doğruluktur, eşitliktir..   

“Adalet mülkün-yönetimin-devletin temelidir.” (Hz. Ömer.)
Adalet, hukuk çöktüğü zaman, devlet ayakta duramaz; devlet sistemi de çöker.
Hukukun, sistemin çökmeye başlamasıyla toplumda huzursuzluk,  kaos ve  anarşi başlar. Anarşi sonuçtur, sebebi hukuk sisteminin çökmesidir, yöneticilerin adaletten ayrılıp zulme sapmalarıdır.
Devletlerin bekâsı idarecilerin ve yargıçların adil olmaları ile doğru orantılıdır. 
Yargı sistemi bağımsız ve tarafsız olmalıdır. Bağımsızlık hakimlerin, tarafsızlık vatandaşın güvencesidir.

Adil olmayan yönetimler baskı ve zulüm yönetimleridir. Adaletin zıttı zulümdür, baskıdır, sömürüdür. Hakk’ın gözetilmediği, adaletin olmadığı yerde baskı, zulüm ve sömürü vardır; İnsanlık,  iman ve İslam yoktur.. İlahi, tam ve mutlak adalet ahiret günü yüce Allah’ın huzurunda sağlanacaktır. Ahirete iman adalete imandır; hesap gününe imandır.

“Kuşkusuz, Allah adalette titiz davrananları sever.” (Hucurat-9)
“Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi de sarmalar.” (Hud-113)

EMANETİN EHLİNE VERİLMESİ
Kur’an emanetlerin ehline; liyakat sahibi olana; elit, aydın sıfatına hakkıyla layık olanlara verilmesini emreder. Bir ülkeyi o ülkenin liyakat sahibi; bilgili, birikimli, dürüst, çağdaş aydınları yönetmelidir.
Halka/seçmene büyük sorumluluk düşmektedir. İdarecileri seçerken tek ölçü; etnik köken, mezhep, hemşerilik, hısımlık vb unsurlar değil sadece liyakat olmalıdır..
Demokrasilerde egemenlik halka aittir; asıl olan halktır.  Yöneticiler milletin vekilidir, temsilcisidir, görevlerini vekaleten, emaneten icra ederler. Teokrasilerde ise, yöneticiler Tanrı’nın vekili, temsilcisi olduklarını söylerler..
Bir milleti, devleti yönetme, o milletin değerlerine, mallarına, haklarına sahip çıkma sorumluluğu
Allah’ın en kıymetli aziz emanetidir. Yönetim erkine sahip olmak, bir sulta ve egemenlik aracı değildir.
Mülk ve saltanatın asıl sahibi Allah’tır. Allah’ın egemenliği, gökleri ve yeri kuşatmıştır.
İslam anlayışına göre devletin malı milletin-halkın malıdır. Demokratik yönetimlerde de devlet malı kamunun, halkın malıdır. Padişahlık, krallık gibi dikta yönetimlerinde ise, devlet malı bir kişinin veya bir zümrenin mülkü sayılır. Bu sahipleniş onları din dairesinin dışına çıkarır..
Emanete saygılı yöneticiler liyakat ve ehliyet sahibi, adil, dürüst ve  çalışkan olmalıdır.
Görevlerinin gerektirdiği bilgi ve deneyime sahip olmalıdır.
Kendilerine verilen yetki ile elde ettikleri gücü, kendisine o yetkiyi  verenlere karşı kullanmamalıdır.
Kendisinin en nihayet vekil-temsilci olduğunu asıl olanın halk olduğunu unutmamalıdır.
Halkın verdiği yetkiyi ve kamu imkanlarını yine halkın çıkarları için; halkın, huzuru, sağlığı, güvenliği, mutluluğu için kullanmalıdır. Kendisinin ve avanesinin çıkarları için kullanmamalıdır.. 
Hz.Peygamberimizin şöyle bir sözü-hadisi olduğu rivayet edilmiştir:
‘‘Emanetler/görevler layık olmayanlara-ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekle.’’
Aliimran suresi 161. ayetinde ise: ‘‘Kim emanete (Allah’ın ve milletin malına) hıyanet ederse kıyamet günü günahı boynuna asılı olarak gelir’’ buyurulmuştur.

SEÇTİĞİMİZ YÖNETİCİLERE, KANUNLARA İTAAT
“…sizin içinizden olan/sizin seçtiğiniz ...”(Nisa-59) Seçme ve seçilme hakkı Kur’an’ın bildirdiği temel insan haklarındandır. Halk yöneticilerini kendi milleti içinden özgür iradesiyle belirleyecektir. Bu ilke ile Kur’an, cumhuriyet rejimini işaret etmiştir. Devletin en üst makamındaki yöneticinin halk tarafından veya halkın temsilcileri (TBMM) tarafından seçildiği rejim Cumhuriyettir. 
Seçme ve seçilme hakkına yapılan müdahaleler, kısıtlamalar aslında Kur’an hükmüne müdahaledir. Millet vekili adaylarını; muhtemel yöneticileri parti başkanları değil, halk seçmelidir..
Nisa suresi 59. ayeti “sizden olan” yöneticiler vurgusu yaparak yöneticilerin ümmetin bireyleri arasından olmasını-seçilmesini işaret etmiştir. Kur’an Müslüman toplumların sömürge olmasını, başka bir milletin, dinin mensupları tarafından yönetilmesini istememiştir. Müslüman ülkelerin yöneticileri egemen Haçlı güçlerin sömürge valisi gibi davranmamalıdır, onlardan emir ve görev almamalıdır.
İslam toplumda kargaşa, kaos, düzensizlik istemez; emniyet ve intizam ister. Allah’ın bildirdiği ilkelere bağlı kalarak görev yapan iman sahibi, adil, işinin ehli ve iyiliğe, faydalı işlere özendiren yöneticilere itaat etmemiz, kanunlara uymamız, bozgunculuk yapmamamız bildirilmiştir. (Aliimran-104  Araf-85, 86)
Ancak diğer taraftan ilgili ayet “...eğer anlaşmazlığa düşerseniz ... onu Allah’a ve elçisine götürün”
diyerek, yöneticilerle, halk arasında anlaşmazlıklar olabileceğini bu durumda Kur’an ilkelerinin  esas alınması gerektiği bildirilmiştir.
Allah’ın indirdiği hükümlere göre hükmetmeyen; adil ve ehil olmayan, sahip olduğu makamı şahsi ihtiraslarına alet eden, yolsuzluk yapan, devlet malına emanet gözüyle değil ganimet gözüyle bakan   yöneticiler meşruiyetlerini kaybetmiş demektir. Bunlara itaat etmek söz konusu değildir. Tam tersi bu imansız zalimlere  karşı gelmek; zulümle, sömürüyle,  mücadele-cihat etmek her Müslümanın görevidir.
Toplumların yegane helak sebebi zulmün yaygınlaşmasıdır.
“Biz ülkeleri-medeniyetleri, halkları zulme sapmadıkları sürece helâk etmeyiz.” (Kasas-59)
                                                                                                * * * * *
 “Ey iman edenler!  ‘Raina’ demeyin, ‘unzurna’ deyin. - ‘Bizi güt’ demeyin. ‘Bize kulak ver, bizi duy, haklarımızı gözet’ deyin ve dinleyin.” (Bakara-104)

Bu ayet İslam’ın yönetim anlayışını; yönetici, halk ilişkisini belirleyen en önemli ayetlerden biridir.
Bu ayetteYüce Allah İslam ümmetinden, Hz. peygambere “raina” bizi güt dememelerini  “unzurna”bizi duy, gözet, yönet demelerini istemiştir.
Halk, yöneticilerden kendisini insan haklarına saygılı, demokratik kurallarla, adaletten ayrılmadan,
hakkını, hukukunu gözeterek, ihtiyaçlarını dikkate alarak  yönetmesini  istemelidir. Yöneticiler çağdaş, ehil, birikimli, dürüst, adil olmalıdır. Halkı dinleyerek onların beklentilerini, ihtiyaçlarını dikkate alarak, hak ve hukuklarını gözeterek Kur’an hükümlerine ve insan onuruna, fıtratına uygun olarak yönetmelidir. Halkı davar sürüsü güder gibi hoyratça, despotlukla, baskıyla, buyurgan-otokratik tavırla yönetmemelidir.  

İbrahim 28, 29 ve İsra suresi 16. ayetlerinde: Yüce Allah helak etmek-yok etmek istediği medeniyetlerin, toplumların başına öncelikle Kur’an’a nankörlük eden-Kur’an hükümlerine uygun hükmetmeyen servet ve nimetle şımarmış, doğru yoldan, adaletten ayrılmış, zulmeden yöneticilerin geldiğini, getirildiğini bildirmektedir. Yöneticileri ‘‘bozuk gidişler sergileyen ülkeler aleyhine hüküm hak olur’’ buyurulmuştur.

“Yöneticiye itaat şahıslara itaat değildir, şahısların da, temsil ettikleri  kurumların da boyun eğecekleri anayasa ve kanunlara itaat demektir. İslami öğretiye göre yöneticilerin İSLAMA AYKIRI karar ve uygulamalarına itaat söz konusu değildir. İtaat sadece hukuka uygun kararlaradır.”
(M. Hayri Kırbaşoğlu)

Seçme hakkımızı kullanmadaki sorumluluğumuz sadece bireysel değildir. Ülkemizin geleceği ile ilgili toplumsal sorumluluktur. Allah’ın gazabına, ülkemizin helak edilmesine sebep olacak; servet düşkünü, adaletten, ahlaktan uzak, şahsi çıkar ve ihtiraslarını toplum, ülke çıkarlarının üzerinde gören, dünya nimetlerini ahirete tercih eden, ehil olmayan  yöneticiler seçmemeliyiz.
Yöneticiler adaletten uzaklaşırsa “bozuk” işler sergilemeye başlarsa toplumun kollektif bilinci, kamuoyu, sistemin savunma mekanizmaları bozuk gidişler, işler yapan bu yöneticileri bozuk gidişattan sakındırmalı, onlara engel olmalıdır. (Maide-79) İyiye, güzele yönlendirmelidir. (Alimran-104)  Gerekirse onları görevden uzaklaştırmalıdır. Toplumun bu ilahi görevine siyasi litaratürde direnme hakkı; sivil itaatsizlik denir. Başka bir anlatımla; direnme hakkı savsaklanması büyük sakıncalar doğurabilecek ilahi bir görevdir..

 “içinizde sizi kötülükten alıkoyacak ergin, erdemli kişi-kişiler yok mudur? (Hud-78)                            “Sizden önceki kuşakların içinde akıllı olanların yeryüzünde bozgunculuğa engel olmaları gerekmez miydi?  Ancak, onlardan pek azı bunu yaptı. Zulme sapanlar ise,  kendilerine verilen servete, görkeme kapılıp azdılar ve suçlu oldular.”  (Hud-116)

Allah’ın yolunu terk edenlere uyanlar da Allah’ın yolundan ayrılmış olurlar, fasık olurlar.
Zuhruf suresi 54-56 ve Hud suresi 59. ayetlerinde: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen diktatörlerin, yani Allah’ın yolunu, ilkelerini terk eden diktatörlerin izini, yolunu takip eden; zalim, zorba, baskıcı, otoriter; hırsızlık, yolsuzluk yapan soysuz idarecilere, yönetimlere itaat ve biat eden, onlara karşı çıkmak yerine destek olan kişilerin ve toplumların da  fasıklar-doğru yoldan sapanlar-Allah’ın ilkelerinden sapanlar olarak nitelendirildikleri  ve cezalandırıldıkları-cezalandırılacakları, lanete uğrayacakları bildirilmiştir.
                                                                                   
Günümüzde emperyalist sömürgeci güçlerle işbirliği yapanlar, onların projelerinin eş başkanı olanlar ve bunların taraftarları, destekçileri, yetmez ama evetçiler, çakma aydınlar, sözde liberaller ile adaletsizliğe, zulme sessiz kalan, karşı çıkmayan herkes bu ayet hükmüne göre fasıktır, lanetlidir. “Sakın hainlere yardakçı/yardımcı olma.” (Nisa-105)

Kur’an’ın yönetim konusunda bildirdiği hükümlerle ilgili  yaptığımız bu açıklamalardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
 Dini-İslam’i esaslara dayalı devlet düzeni; Kur’an hükümlerine en uygun yönetim şekli:
Kur’an’ın bildirdiği temel hükümleri-ilkeleri esas alan ve detayların evrensel objektif kurallara,  zamanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlendiği, dinin ve dindarların istismar edilmediği adil yönetimlerdir.  
Cumhuriyet Rejimi; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti; dini esaslara, Kur’an hükümlerine  ve insan fıtratına en uygun yönetim şeklidir.

Mezhep şeriatlarına, Emevi fıkhına en uygun yönetim şekli ise, Kur’an hükümlerine tamamen zıt olan
saltanat ve hilafet sistemidir. Teokratik diktadır; padişahlık, krallık, sultanlık, emirlik rejimleridir.  

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK








Ani Çöküş Kuramı

“Cehaletin egemen olduğu toplumlarda, toplum mekanizmasının orasında burasında aksaklıklar baş gösterir ve sonunda tüm bu aksaklıklar biraraya gelerek toplumu birdenbire çökertir. Dışarıdan bakan bu çöküşün aniden ortaya çıkan sebeplerle olduğunu sanacaktır. Halbuki cehalet uzun zamandan beri toplumu içinden kemirerek dayandığı payandaları yok etmektedir. Bu süreç kritik bir noktaya ulaşınca toplum küt diye çöker...” Doğan Kuban

Tahta kurusu ahşap yapılar için nasıl bir tehlike ise, cehalet de toplumsal yapı için öyle tehlikedir. 
Peki, cehalet nasıl egemen olur ve toplum için tehlikeli hale gelir?
Bilime, çağdaşlığa sırtınızı dönerseniz, özgürlükleri yok ederseniz, bütün liseleri imam ve hatip yetiştiren okullara dönüştürürseniz, devlet kadrolarına hak edeni, liyakat sahibi  olanı değil; eş dost akrabayı ve partinize, ideolojinize yakın olanları atarsanız, üniversitelerin özerk niteliklerini yok ederseniz, yargıyı kendinize bağımlı ve taraflı hale getirerek adalet duygusunu çökertirseniz, basın- yayın kuruluşlarını sindirip, tahakkümünüz altına alırsanız,  parayı bütün değerlerin üzerine çıkartırsanız, toplumda ahlaki yozlaşmayı arttırırsanız ve çalışmayı, emeği, bilgiyi, kültürü değer olmaktan çıkartırsanız, duyarsız-tepkisiz, güce boyun eğen, biat eden insanlar üretirsiniz. 
Böylece cehalet egemen olur ve toplum küt diye çöker.

Hz. Süleyman’ın ihtişamlı saltanatının çöküşünün de benzer şekilde olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. (Sebe-14) 
İlgili surede Hz. Süleyman’ın asası ile sembolize edilen, toplumu ayakta tutan temel değerler,  “kurtçuklar” tarafından içten içe kemirilip, çürütülüyorsa ve toplumun aydınları çözüm üretemiyorlarsa halk kötü gidişi sadece seyrediyorsa o toplumun çöküşü yakın demektir.  

“.......... onun ölümünü, asasını (dayandığı temel değerlerini) yiyen ağaç kurdundan başka onlara gösteren olmadı. Böylece o yere yıkılınca, anlaşıldı......” (Sebe-14)

Allah bizleri cahil, zararlı mahlukatlardan,  “kurtçuklar” dan korusun. 

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

                                                                                   

23 Nisan 2015 Perşembe

CEHALET: Kötülüklerin Kaynağı

Kur’an’a göre cehaletin tespitinde; köylülük, şehirlilik veya zenginlik, fakirlik, eğitim seviyesi kıstas
değildir.. Bizlerden bir, iki kuşak önce okur yazar oranının yüzde 3-5 seviyelerinde olduğu ve nüfuzun büyük çoğunluğunun köylerde, kasabalarda yaşadığı bilinmektedir. Nüfusun %95’i için; babamız, dedelerimiz için cahil diyebilir miyiz.? Tabi ki diyemeyiz.

Kur’an’da cehalet kavramı aklı etkin kullanmamak, akletmemek, akıl düşmanlığı, akla,  bilime, gerçeğe yönelmemek;  akılcı-rasyonel, olgun, uzlaşmacı  olmayan; kaba, küstah, saldırgan davranışlar anlamında kullanılmış ve cahiller kınanmıştır. Kur’an, cahiliye dönemindeki müşriklerin akıldan, hoşgörüden uzak kaba, saba, densiz, kibir yüklü tutum ve davranışlarını cehalet olarak nitelemiştir. ( Enam-35 A’raf-199 Hud-46 Furkan-63 Feth-26 Zümer-64 Ahkaf-23)

Cahiller: Kur’an mesajından, İslam anlayışından uzak; akla, bilgiye, ilme, fıtrata uyan- yönelen değil, hevâ ve heveslerine, rivayetlere, zanna, sanıya, kuruntulara uyanlar,  geçmişe saplanıp kalan taklitçi, tembel mürteciler olarak tanıtılmıştır. (Enam-148 Yunus-35, 36 Necm-27, 28)

Kur’an kendisinden önceki dönemi cahiliye dönemi olarak tanımlar. Cahiliye dönemi karanlık, azgınlık, adaletsizlik, karmaşa, yozlaşma, bozulma dönemidir. İslam bizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. (Felak suresi)  
Cehaletin panzehiri bilgidir. Cehaletten, karanlıktan kurtulmanın yolu: Kur’an’a ve Kur’an’ın işaret ettiği akla, bilgiye,  bilime, gerçeğe yönelmek; zandan, sanıdan, kulaktan dolma sözlerden uzak durmaktır.
Sahip olunan iyi, güzel değerler; vatan, millet sevgisi, ulus bilinci, bağımsızlık aşkı, ahlaki ve manevi yapı toplumları ayakta tutar. Cehalet yoksulluğu, yoksulluk manevi ve ahlaksal bozulmayı doğurur. Manevi değerleri yıpranmış, ahlaki çöküntüye maruz kalmış toplumlarda adalet duygusu, vatan sevgisi, ulus bilinci kalmaz. Yolsuzluk, hırsızlık, adaletsizlik, ahlaksızlık yaygınlaşır, sıradanlaşır. Bu hale gelen toplumlar kısa sürede tarih sahnesinden silinirler, yok olup giderler.  
Milletler parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çöker” (Cicero)
                                                                                   
Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise insanları konuşur..
Çevremizdeki insanları dikkatle gözlemlediğimizde; akletmeye, düşünceye, bilgiye önem vermeyen,
Kur’an tabiriyle cahil insanlar; zanna, sanıya uyan, tembel, taklitçi, duygusal, anlık tepkiler veren, agresif, bencil insanlardır. Kolay kandırılırlar, yönlendirilirler. Yüzeysel, sığ kapasiteleri-cehaletleri ortaya çıkacak korkusuyla akıl, bilgi, mantık temelli tartışmalara girmek istemezler, eleştiriye kapalıdırlar. Karşı fikirlere temelsiz tepkiler gösterirler.  Kısa vadeli küçük çıkarları, uzun vadeli büyük çıkarlara tercih ederler. Sohbet konuları çevresindeki  insanları çekiştirmekle sınırlıdır. Dedikodu, gıybet yapalar. Televizyon kanallarında  insana hiçbir faydası olmayan izdivaç, televole gibi magazin programlarını seyrederler. Toplumsal, sosyal, kültürel sorunlar bu kişilerin ilgi alanlarına girmez.

Cehaletin sebebi devletin eğitim politikalarıdır. Dini siyasete alet eden siyasal İslamcıların en çok sevdiği ve inançlarını kolayca sömürdükleri sürü pisikolojisine en yatkın olan akletmeyen, sorgulamayan; çömlek çamuru gibi kolayca şekil verilebilen cahil ve yoksul insanlardır. Cahil toplum kolay kandırılır, güce boyun eğer, kolay yönetilir. Dinci siyasetçilerin sadaka verir gibi kömür, bakliyat dağıtmalarına sevinirler ama neden sadakaya muhtaç hale geldiklerini veya getirildiklerini düşünmezler. Siyasetçinin görevinin sadaka dağıtmak değil; sosyal devlet ilkesi gereği insanları meslek sahibi yapmak, iş ve aş imkanı sağlamak olduğunu akledemezler.
Sadaka misali aldıkları yardımların kesilebileceği endişesiyle başka partilerin iktidara gelmesini istemezler, seçimlerde devamlı siyasal İslamcı partileri desteklerler. Böylece yoksulluk kurumlaşır, babadan oğula geçer hale gelir. Cehalet ve yoksulluk ortadan kalkarsa siyasal İslamcılar varlıklarını sürdüremezler. Onun için niteliksiz, kalabalık, cahil toplum isterler. Ailelerin en az üç, dört çocuk sahibi olmalarını isterler. Doğum kontrolü ve nüfus planlamalarına karşı çıkarlar.. 
Cehalet ve yoksulluğun yaygınlaştığı toplumlarda manevi, ahlaki yozlaşma yaygınlaşır. sahip olunan değerlerin çürümesi toplumun çöküşünü hızlandırır.
“Eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.” (Goethe)

İslam’ın oluşturmak istediği çağdaş, medeni topluma engel olan tek şey cehalettir.
Cehaletle İslam bir arada olmaz. Müslüman; akletmeli, çalışmalı, üretmeli ve paylaşmalıdır.

“Küçük beyinler insanları konuşur” demiştik.  Bir de toplum olarak genel anlamda; sosyal medyada, basın-yayın organlarında, akademisyenler, siyasetçiler arasında genellikle insanların konuşulduğunu; olayların, fikirlerin ihmal edildiğini düşünelim. İşte bu durumda cehalet topluma hakim olmuş demektir...

Aklı, düşünceyi, bilgiyi biraz daha önemseyen kişiler; eğitime önem verirler, çalışır, kazanırlar, popüler kültürle  ilgilidirler,  Günlük gelişen olaylarla ilgilenirler, düşüncelerini beyan ederler, yorumlarda bulunurlar.  Kültürel, sosyal ihtiyaçlar duyarlar. Eğlenmeyi, seyehat etmeyi severler.

Kur’an’da bildirildiği gibi aklını işleten, bilgi, ilim sahibi olan ayni zamanda maneviyatı Kur’an nuruyla aydınlanmış kişiler ise, evrensel çağdaş maruf değerler üreterek yaşadığı topluma olumlu katkılar da bulunmak isterler. Fikir üretirler, bakış açıları vizyonları geniştir. Toplumda yaşanan gelişmeleri tahlil ederek olayları daha güzele, doğruya yönlendirmeye çalışırlar. Toplumsal, sosyal sorumluluk anlayışları üst seviyededir. Çevresini bilinçlendirmeye, bilgilendirmeye, aydınlatmaya çalışırlar...
“Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi (bilgi sahibi olmayı) arzular.”  (Aristoteles)

Kur’an’ın hedefi: Boş, gereksiz işlerle, sözlerle zaman harcamayan; ilk yaratılışta bilincine yüklenen varlıkların bilgisini, özelliklerini (Bakara-31) kendisine bahşedilen algılama, anlama, yorumlama, kavrama, düşünme yetisiyle araştıran, geliştiren, bilgi üreten,  ilim sahibi olan, çalışan, üreten,  insanlara faydalı olan, iyi güzel düşünüp, hayra barışa dönük, iyi güzel işler yapan insandır; medeniyetler kuran insandır. Bu hedefin önündeki engeller: Cehalet ve tembelliktir..
                                                                                   
.......... Bizim kuşak için en kutsal insan özelliği ‘namus’ kavramı idi. Bu sözcük de Arapça kökenlidir. İslam’da ‘Namus’u Ekber’ Cebrail’dir. Çünkü Allah’ın sözünü peygambere iletir. Bu olgudan şu düşünce silsilesi çıkar: Kur’an ne kadar doğruysa Cebrail o kadar doğrudur. Cebrail ne kadar doğruysa peygamber o kadar doğrudur. Doğru inanılması gerekli olandır. Namus doğruluk demektir. Temiz adam, lekeli olmayan adam, sözüne güvenilir adamdır. Toplumun bir doğruluk daha doğrusu bir eğrilik sorunu var. Eğriyi doğru sanana da ( namuslu olmayanı namuslu sanana da) cahil diyoruz. Onların ağırlıklı oluşturduğu toplum cehalet toplumudur.....”   (Doğan Kuban – Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi Sayı:1443 S: 5)

 Medeniyetlerin temeli ilimdir. Ulaşabildikleri uç noktaları ise sanattır. Bilimde, sanatta ulaşılan seviye toplumların gelişmişlik seviyesini belirler. Sanatçı toplumun aynasıdır.
 Kötü bir insandan iyi bir sanatçı veya bilim adamı olmaz. Sanat eserlerinde dışa yansıyan aslında sanatçının karakteridir. Sanatçılar akıllı, zeki, yetenekli, üretken ve çağdaş olurlar. Toplumun sahip olduğu yüksek değerler bilim ve sanatla kendini dışa vurur. Bilim adamları ve sanatçılar toplumun birikimini yansıtırlar, medeniyetlerin mimarlarıdırlar.. Sanat ve bilim ancak özgür toplumlarda oluşur ve gelişir.  Medeniyetler ancak çalışarak, evrensel değerler, fikirler üreterek kurulur. Dışarıdan “Modernlik” veya teknoloji ithal edilerek medeniyet kurulmaz. Sadece taklitçi, hazırcı toplum olunur..

Bilim ve  sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçup özgürleşir.
Uçamayanlar tavuk olurlar.
‘Tavuk Toplum’  önüne atılan bir avuç yemi gagalarken arkadan yumurtalarının çalındığının farkında bile olmaz..” (Darwin)

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....