29 Temmuz 2015 Çarşamba

HARF DEVRİMİ VE DİL - BİLİM İLİŞKİSİ

Osmanlı'nın dili Türkçe, alfabesi Arapçaydı.   
Yaklaşık 6 asırlık Osmanlı tarihinde, yazdığı eserlerle yaşadığı dönemi ve gelecek dönemleri 
etkileyecek çapta tek bir filozof, bilim adamı yetişmemiştir. Osmanlı’da Matbaanın kullanılmaya başlamasından harf devrimine kadar geçen sürede (Yaklaşık 150 yıl) basılan kitap sayısı 500 kadardır.
Bunların içinde harf devrimi nedeniyle bizlerin okumaktan mahrum kaldığımız için üzülmeye değecek bir tek kitap yoktur. Kaldı ki Osmanlıca yazılmış kitapları okumak isteyenler Osmanlıca öğrenip bu kitapları okumaları mümkündür..

19. yy’da Osmanlı’da okur yazar oranı ülke genelinde yaklaşık yüzde 3'tür. O yıllarda binlerce kitap 
yazılmış/basılmış olsa bile o kitapları okuyacak adam yoktu. Bu kadar az sayıda  kitap basılmış 
olmasının en önemli nedenlerinden biri de okur yazar oranının çok düşük olmasıdır.. 
Orta Asya'daki  Türk kavimlerinin dili Ural-Altay dil kategorisine aittir; Arapça ise Semitik dil kategorisine aittir. Arap alfabesi Türk dil yapısıyla uyumlu değildir. Arapçada sesli harfler yoktur, ünsüz harfler için bir kaç harf vardır. Osmanlı'da okur yazar oranının düşük olmasının en önemli nedeni Osmanlıcanın okunmasının ve yazılmasının çok zor öğrenilmesidir. 
Zorluk, dil ile alfabenin uyumsuzluğundan ve Arapça ile Farsçanın Osmanlı diline olan müdahalesinden 
kaynaklanmaktadır.. Alfabe  Arapça; dil Türkçe ama Arapça ve Farsça tasallutu altındaki bir Türkçe, 
böylesi karışık bir durum. Osmanlının ilim, bilim alanında gelişememesinin en önemli nedenlerinden 
biri de bu karışık-kokteyl dil yapısıdır.. 

Osmanlı Türkleri eğitim görmüş de olsa çok kere yazım (imla) yanlışı yapmaktan kurtulamazdı. Toplumda iki tür dil oluşmuştu. Bir 
yanda enderun devşirmelerinin kullandığı yazılan ancak konuşulmayan saray dili öbür yanda kitlelerin kullandığı konuşulan ancak yazılamayan halk dili.  MS. 5. yy'dan itibaren Türkler tarafından kullanılan Göktürk ve Uygur alfabeleri İslamiyetin kabul 
edildiği 10 yy'dan itibaren yerini Arap alfabesine bırakmıştır. Aslında yanlış olan Atatürk'ün harf devrimi yapması değil, Türklerin yüz yıllar boyunca kullandığı kendi alfabelerini bırakıp Arap alfabesine geçmesidir.
Bu arada aslında "Osmanlıca" diye bir dil olmadığını da belirtmek gerekir.  Osmanlıca denilen dil eski 
Türkçe olarak da adlandırılan, Türkçe, Arapça, Farsça karışımı ve havasın;hanedan-saray mensuplarının kullandığı dildir.
Yavuz Sultan Selim'e kadar Uygur harfleri sarayda biliniyordu. Fatih Sultan Mehmet Uygur harflerini biliyordu, Edirne'de ferman yazdırdı. 2. Bayezid'in sarayında Uygur harflerini bilen Abdürrezzak Bahşı isimli biri vardı. Ama Kanuni zamanında gelindiğinde Uygur harflerini bilen kalmamış.

Latin alfabesi, Türkçedeki sesleri neredeyse kusursuz bir şekilde karşıladığı için Türkçenin ifadesini fazlasıyla kolaylaştırmaktadır. Bu alfabeye geçilmesi sonrasında, Arapçanın Türkçeyi tam olarak ifade edememesinden kaynaklı sorunların birçoğu son bulmuştur. Ayrıca Türk alfabesinin kullanılmasıyla birlikte imlâ kargaşaları da ortadan kalkmıştır. Belki de en önemlisi, Latin alfabesi sayesinde Türkçenin fonetik bir şekilde yazılması; yani yazıldığı şekilde okunması (veya okunduğu gibi yazılması) mümkün olmuştur.
Atatürk yazı devrimi (alfabe devrimi) ile Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap alfabesi yerine Türkçenin yapısına uygun Göktürk-Etrüsk-Latin kökenli “yeni Türk alfabesini” kabul etmiştir. Nitekim Latin alfabesindeki 14 harf aslen ön Türk kökenlidir. bu alfabe değişikliği sayesinde Türk çocuğu genetiğine uygun bu alfabe ile güzel Türkçesini çok kolay bir şekilde öğrenmiştir. böylece okuma yazma oranı bir anda patlama göstermiştir. Milletler ancak kendi özgün ana diliyle eğitim, bilim yapmaları halinde başarılı olurlar, gelişirler. 


Sonradan öğrenilen ithal dil ile veya kendine ait olmayan arabesk dil yapılarıyla ilim yapmak mümkün 
değildir..  Günümüzde yabancı dille eğitim yapan okulların durumu gözden geçirilmelidir. 
Bir Türk’ün İngilizce öğrenip, İngilizce eğitim yapması, ilim yapması ve ana dili İngilizce olan milletlerin 
bilim adamlarıyla rekabet etmeleri çok zordur. Bu uygulama aslında Türk diline ve ilmine en 
nihayet Türk milletine kurulmuş bir tuzaktır.
"Yabancı dil ile eğitim sömürge ülkelerinde olur. Yabancı dille eğitimin yüzdesi falan da olmaz. Lütfen bu işe son verelim. Yabancı dilleri en iyi şekilde öğrenmeye EVET, ama yabancı dille eğitim-öğretime HAYIR. Türkiye’de eğitim alan yabancılar da Türkçe öğrensin evvelemirde." (Prof. Dr. Şaban Kayıhan) 

"Adına Osmanlıca denilen bu yapay dil, içinde Türkçe sözler de olan bir uydurukça dildir. Kendilerine Osmanlı diyenler bu dil ile yazdılar: Türkler ise anlamadılar, alay ettiler.... Nasıl Arap harfleri Türk’e bin yıl kötülük etmişse, bu uyduruk dil de Türk’e dört yüz yıl aynı kötülüğü etmiştir.Türk bu dil ile bilim yapamazdı yapamamıştır. O yüzden tek tük bilgin çıkmışsa onlar da başkalarının diliyle yazmışlardır."
(Namık Kemal Zeybek)

“Kendi dili ile düşünmeyen, okuyup öğrenmeyen, kendi dilinde eğitim almayan bir ulus, bağımsız olamaz; hiçbir ulus, dilindeki yabancı kültürlerin etkisini önlemeden kendini bulamaz; dilde ödün verenler, ulusal savunma silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüş, birliğini yitirmiş demektir” ( “Ulus Olmak” Necati Cumalı, Çağdaş Yay., İst.-1995, sf.90)

"Milletin çok bariz vasıflarından birisi kıymetli esaslarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden evvel ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz." (Atatürk'ün 17 Şubat 1931) 


BİR GÜNDE CAHİL Mİ KALDIK?
1923 yılında nüfusun % 2.5'i okuma-yazma biliyordu. 1928 yılında ülkedeki okur-yazar oranı % 10.6, öğrenci sayısı 350.000 civarında iken, 1938 yılında okur-yazar oranı % 22.4'e, öğrenci sayısı ise 1.110.000'a çıkmıştır. 1923'te, tüm ilkokulların sayısı 4.894, öğrenci sayısı 341.941, öğretmen sayısı 10.238 iken, 1932 yılında okul sayısı 6.788'e, öğrenci sayısı 567.361'e, öğretmen sayısı 15.064'e yükselmiştir. 1938 yılında ise okul sayısı 7.862'ye, öğrenci sayısı 813.636'ya, öğretmen sayısı ise 17.120'ye ulaşmıştır.
Bir de Arap harflerinin kutsiyeti hezeyanı vardır. Bakın Yaşar Nuri Öztürk bu konuda ne demiş: 
“Son zamanlarda, ‘Bütün Müslümanların ana dili Arapça’dır. Müslüman olduğumuz için biz
Türklerin de ana dili Arapça’dır. Biz de ana dilde eğitim istiyoruz, ana dilimizi öğrenmek istiyoruz’
diyebilen süper manyaklar türemiştir. Arapçılıkla kafayı yiyen süper manyaklardır bunlar.
Süper manyaklar ve süper alçaklar...
Tüh bunların ervahına! Tüh ve yuh!”
(Yaşar Nuri Öztürk – Yurt Gazetesi – 12.02.2013)

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK





27 Temmuz 2015 Pazartesi

TEKAMÜL -Beşerin insan olma serüveni..

İnsanın tekamül süreci  beşer-biyolojik anlamda insansı canlıdan gerçek anlamda  insan olma sürecidir. 
İnsanın varoluşu ve yaşam süreci zorunlu bir tekamül sürecidir. Sıratı müstakim yolunda olan, Yaratan’ın iradesine, varoluşun ilahi kurallarına tabii olarak yaşayan ve Hz. peygamberin ahlakını örnek alan insan tekamül yolunun yolcusudur. Sürekli ve sonsuza doğru ebedi bir gelişim süreci içindedir.
Kainat var olduğu, yaradılış devam ettiği sürece varlığın tekamül serüveni devam edecektir.
Tekamül sürecinde Allah’ın gösterdiği  yolun-sırati mustakimin zıttı, şeytanın yoldur.
Sırati mustekimden ayrılan kişi şirk yoluna girer ve nefsini şeytana teslim ederek şirk yolunda ilerler.
Yüce Allah her her iki yolu da göstermiştir ve insana seçim imkanı-irade vermiştir.
“Biz ona iki yolu da göstermedik mi...?” (Beled-10)
İnsan, toplumsal, tarihsel etkilerden, nefsin heveslerinden, kendisini kendinden koruduğu ölçüde  
özgürleşir ve  tekamül sürecinde yol alır. Beşer özgür ise; kendi iradesi ile bilinçli seçim yapabiliyor ise insan olma yolunda ilerler. Özgürlüğü çevresel ve nefsi etkilerle kısıtlanmış, sınırlanmış cebir altındaki kişi ve toplumlarda gelişme, ilerle olmaz. Tutucu, gerici kültürlerde, baskıcı yönetimlerde, terör ortamında toplumlar gelişemez. Kişi emperyalizmin kölesi veya paranın şöhretin, makamın esiri olursa iradesini özgürce kullanmaz, tekamül yolunda ilerleyemez. 

Yaratılışın, sünnetullahın ilahi gücü, enerjisi ile akıl ve ahlak tekamül sürecinin ana unsurlarıdır.

Fıtratın yönü daima ileriye, iyiye, güzele; tekamüle doğrudur. Akleden, düşünen, çalışan, üreten insanlar Allah’ın iradesi yönünde salih amel işleyerek fıtratlarına uygun olarak tekamül sürecinde ileriye doğru yol alırlar yaşadıkları çağın evrensel değerlerini oluştururlar. Fıtrat treni tekamül yolunda hiç durmadan ileriye doğru yol alırken birileri “ben ileriye doğru gitmek istemiyorum” diyerek trenden inmeye kalkarsa, “ben bu istasyonda ineceğim” derse veya geriye doğru gitmeye çalışırsa fıtratla çelişir. Tekamül seyrinde yerinde sayan veya geri kalan nefisler kendilerine ve çevrelerine zarar verirler. İnsanoğlunun tekamül serüveninin negatif unsuru olurlar.

Tekamül yolu düşüp kalkmaların, deneme yanılmaların, hataların olumluluk ve olumsuzlukların,
iniş çıkışların birbirini izlediği  azap ve acı dolu zorlu bir süreçtir.
 “Yemin olsun ki, insanoğlunu zorluklar için yarattık..” (Beled-4)

Yaratan Ahad’tır-tektir, birdir. Samed’tir-hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır. insanlar ve diğer yaratılanlar ise  birbirinden farklı ama ayni zamanda birbirlerini tamamlayan, anlamlı kılan özelliklerle çifti-zıttı, eşi ile birlikte yaratılmıştır.
Yaratılan hiç kimse, hiç bir şey tek başına yeterli ve anlamlı değildir.
Yaratılışın özünde dualite, polarite ilkesi vardır. Tekamül sürecinin özünde ise diyalektik; zıtların ilişkisi vardır. Diyalektik felsefenin esası yaradılışın özündeki dualite ilkesidir.
Zıtların ilişkisinden oluşan sentez, diyalektiğin ve tekamülün esas etken unsurudur.
Sentez, süreç içinde tez halini alır ve kendi antitezini yaratır, bundan yeni bir sentez oluşur.
Tekamül süreci  bu dinamik diyalektik yapı içinde yol alır. 
İtaat etmeme özgürlüğünün olmadığı yerde sevap ve günahtan bahsetmek mümkün değildir.
Dinin ana hedefi olan ahlaklılık, insanlara günah işleme, cehenneme gitme özgürlüğünün de verildiği atmosferde vücut bulur..  

İyiyi ve güzeli takdir, kötüyü ve çirkini tanımakla mümkündür.   
Kirli suyu tanımayan, temiz suyun kıymetini bilemez. Temiz kalmak isteyen, kirli su ile de yıkanmasını bilmelidir.
Yaratılanlar arasında organik bağ vardır. Bir şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle ilgisi kaçınılmazdır.
Bir şeyin eylemi her şeyi; her şeyin eylemi bir şeyi etkiler. 
İnsan mikrodan makroya varlığın her şeyi ve her boyutuyla ayni anda etkileşim halindedir.

Bazı kişilerin iddia ettiği gibi insan zihni “boş levha” değildir. Biyologlar ve psikologlar tüm primatların
bir çeşit ahlaki değerlere sahip olduklarını söylerler. Bilim insanlarına göre insanoğlunun yüzyıllar boyu sahip olduğu ahlaki değerler evrilmiş adaptasyonlardır. 
İnsan doğuştan adalet, dürüstlük, samimiyet, korku, sevinç, utanma gibi manevi, duygusal, ahlaki
değerlerle donatılmıştır. Bu değerler insanın fıtratında vardır, sonradan tesadüfi süreçlerle elde edilmiş değildir. Allah’ın bizlere emanet ettiği RUH; akıl, irade ve manevi, ahlaki değerlerimiz, erdemlerimizdir. İlk yaratılışta bilincimize yüklenen eşyanın isimleri; tabiatın- varlıkların hakikatini, yaratılış özelliklerini idrak etme, sünnetullahın kurallarını, ölçülerini,  keşfetme, tanımlama, yorumlama, öğrenme ve bilgi üretme, ilim yapma yetisidir. Bu faziletler Allah’ın iradesini ifa etmek için; O’nun iradesine uygun yaşamak için doğuştan sahip olduğumuz hikmetlerdir.. (Bakara-31 Hicr-29 Secde-9 Sad-72)  Kur’an, sahip olunan bu sorumluluğu layıkıyla taşıyabilecek olgunluğa ulaşmış, tekamül etmiş nefisler ister.
İslam ahlakı; öncelikle tevhide mutlak sadakati ve Allah’ın iradesine uygun yaşamayı gerektirir.
Çalışıp, gayret gösterip barış, esenlik içinde yaşayan bir toplum ve medeniyet kurmayı gerektirir. 
Salih amelin zıttı; kötü, zararlı amel-eylemdir ve tembelliktir. Salih amelin zıtları olan zararlı, kötü ameller sergilemek ve tembellik etmek tekamül sürecinin önündeki engellerdir.

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com





16 Temmuz 2015 Perşembe

ŞEYTAN Nedir? Kimdir?

İblis veya şeytan, insanlar ve cinler gibi ayrı müstakil varlıklar değildir. Bunlar insanlardan da, cinlerden de olabilir. (Nas suresi) Şeytan insanlara ve peygamberlere düşmandır.

Allah insanı en güzel biçimde yaratmıştır, şan ve şeref sahibi kılmıştır.  (Tin-4 Şura-70) Ona akıl ve özgür irade vermiştir. Aklını, iradesini olumlu veya olumsuz yönde kullanmasında herhangi bir limit, sınırlama getirmemiştir. İnsan aklını, iradesini iyi yönde de; kötü yönde de sınırsızca kullanabilir. (Şems-8, 9) Aklını, iradesini fıtratına uygun olarak iyi, olumlu yönde kullanan-salih amel işleyen Allah dostları; Allah’ın şefaatine, rızasına, hoşnutluğuna mazhar olmayı umarlar.  İnsanın aklını, iradesini olumsuz yönde kullanması ve nefsin hevasına, olumsuz yönlendirmelerine uyması; kibir, gurur, dünyevi nimetlere, zevklere düşkünlük, nankörlük, sabırsızlık, tahammülsüzlük gibi zaaflar şeytani yönelişlerdir, tavırlardır..

ŞEYTAN: Bir varlık değil, bir sıfattır.  Kötülüğü emreden nefsin sıfatıdır. (Nefs-i Emmare- Kötülüğü, şerri emreden nefis.Bkz:Yusuf-53)
Nefs kendisine kötülük ve edepsizlik telkin eden şeytanın baskısı altındadır. (Bakara-169)
Baskıya boyun eğen nefis şeytanın dostu-şeytan evliyası olur. Aşağıların en aşağısı olur. (Tin-5)
Şeytan sinsi ve yalancıdır. (İbrahim-22) İnsanlara korku vermeye çalışır. (Aliimran-175) 
Fitne,  bozgunculuk yapar. (İsra-53 Maide-91)
Son derece aşırı, her türlü beşeri değerlerden uzak “yok artık, bu kadar da olmaz”dediğimiz tavırlarla,  olaylarla karşılaştığımızda hayretle irkilmemiz, tepki göstermemiz doğaldır; ancak bilinmelidir ki insan fıtratı bu aşırılıkları yapmaya da müsaittir.

İBLİS: Nefsi devamlı münkeri, şerri emreden, gerçeğe karşı çıkan, kötü, çirkin yönelişler, tavırlar içinde olan aşağıların en aşağısı olan kişidir. (Tin-5)Devamlı kötülük yapan; Hak’tan, adaletten uzak ve kibirli, zalim kişilere halk arasında da iblis denir. Kur’an, şeytan ve iblisi ayni özelliklere, fonksiyona sahip varlık olarak tanıtır.

“Ey iman edenler! şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şeytan ona iğrençlikleri ve kötülüğü emreder..” (Nur-21) 
“Hiç kuşkusuz şeytan, insan için açık bir düşmandır..” (Yusuf-5)
“... cinlerin ve insanların şeytanlarını her peygambere düşman yaptık..” (Enam-112)

Şeytanın kullandığı insanlar Kur’an’da “şeytanın evliyası-dostu” veya “şeytanın orduları” 
(Şuara-95) diye anılmıştır. Şeytan evliyaları Allah ile aldatmanın öncüleridir.

“Onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Bir de kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanırlar..” (A’raf-30)
Sömürgeci emperyalist ülkeler  ve onların işbirlikçileri; cemaatler, dinci siyasi akımlar, ırkçı, etnik bölücü terör örgütleri şeytanın ordularıdırlar..
                                                                                       
TAĞUT: Hak, hukuk gözetmeyen, haddi aşan, düşmanlıkta, haram yemede yarışan, (Maide-62) Allah’ın hükümleri yerine kendi çıkarlarına uygun kurallar koyan ve insanları kendi kurallarına uymaya zorlayan gözü kararmış, kalbi mühürlenmiş herkestir. Nefsin negatif yöndeki serüveninin son durağı tağutlaşmadır. 
İşte Kur’an’ın Fravun ile sempolize ettiği kafir, fasık, zalim dikta heveslisi yöneticilerin varacakları son durak bu TAĞUT durağıdır. 

“Tağut’a (münafık, azgına, zorboya) kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı..” (Zümer-17)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfre sapanlarsa tağut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç kuşkusuz, şeytanın tuzağı çok zayıftır..” (Nisa-76)

Şeytanın bir özelliği de Ademoğluna-insana secde etmeyi-saygı göstermeyi reddetmesidir. (Bakara-34)
Şeytanlaşmış nefisler insana-halka saygı duymazlar, özgürlükleri kısıtlarlar, baskı, zulüm yaparlar.
Müminlerin şeytanın;  şeytana uyan nefislerin  şerrinde korunmak için ilahi anlamda Allah’a sığınmaktan başka çareleri yoktur.  (A’raf-200 Nahl-98  Müminun-97)
Dünyevi anlamda ise, şeytanlaşmış nefislerden, diktatörlerden korunmanın tek çaresi laiklik ilkesidir..  

Siyasi, askeri, maddi ve manevi güç bir kişi veye zümrede toplandığı zaman egemenlik kurma isteği, adaletsizlik, baskı, sömürü, aşırılık, azgınlık (bağy) kaçınılmaz olur. (Naziat-17) Kişi kendi egosunu Tanrı’laştırır, heva ve hevesinin tutsağı olur. Tarih boyunca ve günümüzde Allah’ın indirdiğiyle, Kur’an hükümleriyle hükmetmeyen kendi çıkarlarına uygun din anlayışını egemen kılmak isteyen, dini saltanat ve sömürü; zulüm ve baskı  aracı yapmak isteyen dinciler, siyasi akımlar, teokratik dikta temsilcileri, heveslileri ve destekçileri; başka bir tanımlamayla kapitalizmin ve emperyalizmin temsilcileri ile destekçileri hiç şüphesiz Firavun’un izini takip eden kâfirler, zalimler, fasıklardır. (Maide- 44, 45, 47)


Kur’an diktatörleri Firavun ile sempolize eder. 
Firavun’un din adamları, ruhbanları-Ahbar’larıBelam’ları varmış; silahlı gücü, ordu komutanları-Haman’ları varmış; servetinin, hazinesinin bekçileri- Karun’ları varmış.
Tarih boyunca bütün diktatörlerin bir  Ahbar’ı, Haman’ı, Karun’u olmuştur. 
Bunlar birbirlerinin alternatifi olan paralel güçler değildir. Bunlar birbirlerini tamamlayarak, işbirliği yaparak, şer ittifakı kurarak halkı sömürmüşlerdir.  Ama unutmamak gerekir, her Firavun’un bir Musa’sı da olmuştur..
Firavun’un takipçisi olan diktatörler halkı sömürmekle kalmayıp;  insanları doğru yoldan uzaklaştırmaya, Allah’ın mesajını gizlemeye, kendi çarpık düşüncelerini halka dikte etmeye çalışmışlardır.
.....Firavun şöyle dedi: “Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem..” (Mumin-29)

Kur’an, Firavun’u- diktatörleri lanetlemiştir. 
“Kıyamet günü yardım göremeyeceklerdir. Bu dünya hayatında da arkalarına bir lanet taktık..”
(Kasas-41,  42)

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

                                                                                  

9 Temmuz 2015 Perşembe

AYET-EL KURSİ

Allah'tan başka ilah yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kayyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nundur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliyy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azim'dir O, büyüklüğü sınırsızdır.”   
(Bakara-255)      

Hz. Peygamberimizin Ayet-el Kursi olarak bilinen Bakara suresinin 255. ayetinden övgüyle
bahsettiği rivayet edilmiştir.
 Ayet-el Kursi ile Yüce Yaratan’ın bizlere verdiği mesajları hep birlikte anlamaya çalışalım.

‘‘Hayatın kaynağı O’dur. Kudretin-gücün kaynağı da O’dur.’’

Hayatın kaynağı: Allah’ın yaratma, hayat verme ve hayatın devamı için bizlere gerekli olan
 rahmeti, bereketi, nimeti verme gücüdür. Kudretin-gücün kaynağı, sahibi de O’dur.
Sahip olduğumuz maddi, manevi  her türlü güç, imkan, yetenek  O’nun bizlere nimeti, rahmetidir.
Var olmak, varlığımızı sürdürmek,  sahip olduğumuz fiziki ve manevi özelliklerimiz, insan olarak
bize özel bahşedilen akıl, zeka, bilinç, mantık gibi manevi değerlerimiz O’nun kudretinden,
gücünden bizlere yansıyan tecellilerdir. Yüce Allah, insanın yaratılma sürecini kendi ruhundan
ona üfleyerek tamamlamıştır. Ruhumuz, nefsimiz sahip olduğumuz akıl ve manevi değerler bütünü, Allah’ın bizlere lütfettiği en değerli emanettir.

Varoluşta ve oluşun seyrinde Allah’ın takdir ettiği  ölçü ve nisbetler yaratılanın, insanın ilahi,
külli kaderidir.. Varoluşta ve halen devam etmekte olan varoluşun seyrinde, her şey belli bir
ölçüye göredir. Rastlantı, başıbozukluk, tutarsızlık, lüzumsuzluk, çelişki yoktur.
Her şeyin bir yeri ve değeri, mutlaka bir hikmeti ve sebebi vardır.

Evrenin stabil değil, dinamik bir yapısı vardır. Tüm varoluş, ilahi sistem- sünnetullah, ilahi kaderimiz  devamlı değişim, gelişim halindedir. ‘‘O (Allah) her an yeni bir iş, oluş ve tecellidedir.’ (Rahman-29)

Varlık her nefeste yeniden inşa edilmektedir. Hiçbir şey-Hiçbir an, bir önceki an gibi değildir.
Her şeyin sahibi, her şeye gücü yeten Allah’ın mutlak hakimiyeti altında, O’nun rahmetinden kudretinden nasiplenerek varlığımızı sürdürmekteyiz. 

  Hiç bir faaliyetimiz O’nun için yeni, bilinmeyen bir şey değildir. Ancak O’ndan aldığımız güçle,
 O’nun bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfus’ta yazılı kurallar ve fıtratın ilahi kanunları çerçevesinde bir
değer üretebiliriz. O’ndan habersiz, hiç yoktan bir değer üretmemiz, icat etmemiz, yaratmamız
mümkün değildir. Var olan her şeyin menşe-i, aslı, özü ilahi kudret Yüce Allah’tır..
İcatlar, Allah’ın yarattığı, evrene koyduğu potansiyelin insanlar tarafından akıl, ilim yoluyla ortaya-açığa çıkarılmasıdır.
Allah Zahir’dir. Her yaratılanda ve üretilen her bilgide, değerde Yüce Allah’ın izni ve izleri vardır.
Gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratan O’dur. O, her şeyin yaratıcısıdır. (Enam-101,102)

Bizlerin sahip olduğu her bilgi ve bilimdeki her yenilik, ilerleme, gelişim;  Allah’ın gücünün, iradesinin dışa vurumu, yansıması, unsuru, türevi, tecellisidir.
Böyle olduğu içindir ki, kâinattaki her şey O’nu zikir eder, O’nu yüceltir. O’na boyun eğer.

Örneğin bilgisayar, insan beyninden esinlenerek yapılmıştır.
Ön bellek ve hafıza tanımları insan beyni için de kullanılan ortak tanımlardır.
İşletim sistemleri, programlar ise aklın, zekanın eş değerleridir.
Otomobillerde kullanılan motorlar ve benzerleri tamamen insan metabolizmasının basit bir
kopyası, benzeridir. Yaktıkları, kullandıkları enerjiden çok daha fazla enerji üreterek fonksiyonlarını yerine getirirler, fayda sağlarlar.

‘‘insanlar, O’nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar.’’

O’nun bilgisi: Yaratılışın,  ilahi sistemin, sünnetullahın kuralları ile geçmiş, bugün ve gelecek bilgilerinin tamamıdır. Allah’ın  ezeli ve ebedi bilgisi apaçık bir kitapta, Lef-i Mahfuz’da yazılıdır.
Allah’ın ilmi; zaman ile kayıtlı olmayan ezeli ve ededi, mutlak bir bilgidir.

Bilginin sahibi Allah’tır. O’nun bilgisinin sınırlarını keşfetmek insanın  gücünü, idrakini aşar.
O’nun yüceliğinin, gücünün kudretinin büyüklüğünü anlamak insan algısını aşar.
O’nun yarattığı ve kurallarını koyduğu, yönettiği sistemi, kâinatı, varoluşun kapsamını tam olarak anlamak insan kapasitesini aşar. (Neml-84)
İnsanlar, O’nun mutlak sahibi olduğu bilgisinden ancak, O’nun dilediği kadarını kavrayabilir, anlayabilir, öğrenebilir.
 İnsanların sahip oldukları bilgi, ilim hiç bir zaman Allah’ın bilgisine eşit olamaz.
Allah’ın bilgilerine, sırlarına vakıf olmak, O’nunla bir, beraber olmak gibi tasavvuf düşünceleri
İslam ruhuyla, tevhid inancıyla bağdaşmaz.
Kur’an’da  kıyamet zamanıyla ilgili bilginin mutlak gayp olduğu yani  Allah katında olduğu
bildirilmiştir. Bu konu dışında kainatı, ilahi sistemin bilgisini anlama, öğrenme imkanı Allah’ın
dilediği ve takdir ettiği ölçüde mümkündür.. Bu çeşitli yollarla olabilir.

** Salih amelle-güzel düşünce ve eylemlerle, sıratı mustakim yolunda ilerleyerek, takvaya 
      sarılarak Allah’a kulluk etmeye çalışan insan, manevi olgunluğu ve tekamül seviyesine göre
      aklı, mantığI zekasıyla, bilgi-kültür birikimiyle, ilim sahibi olarak, emek vererek, çalışarak Allah’ın
      bilgisinden nasiplenmeye, O’nu anlamaya, kavramaya, gücünü, bilgisini, arttırmaya çalışır
** Yüce Allah, bütün oluşları bir takım sebeplere bağlamış ve bizlere bu sebepler üzerinde
      düşünmeyi, fikir oluşturmayı, tefekkür etmeyi-felsefe yapmayı görev kılmıştır.
      Hiç bir oluş, yaratılış sebepsiz, lüzumsuz değildir.
      Bizler ilahi sistem ve Allah’ın bilgisi, kudreti  ile ortaya çıkmış, belirmiş sonuçlar-tecelliler
      üzerinde aklederek, düşünerek, onlardan ibret, işaret alarak kendi bilgimizi, ilmimizi, 
      tekamülümüzü arttırmaya çalışırız.
     Bu konuda daha bir çok şey söylenebilir. Ama en önemlisi, Allah’ın bilgisinden bize ulaşan asıl
     kaynak Kur’an’dır. En kapsamlı, kalıcı, doğru bilgileri Kur’an okuyarak öğrenebiliriz.
                                                                                 
Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                                                    

5 Temmuz 2015 Pazar

NAMAZ VAKİTLERİ

Kur’an’da namazın müminler üzerine vakti belirlenmiş bir ibadet olduğu bildirilmiştir. (Nisa-103)
Kur’an’da vakti  bildirilen namazlar: ‘‘Gündüzün iki ucunda, gecenin gündüze yakınlarında’’ kılınması emredilen sabah - fecr namazı ve akşam - Işa namazı (Hud-114, İsra-78)  ile gece namazıdır. (İsra-79  Secde- 15, 16 Furkan-64  Zariyat-16, 17, 40  Zümer-9 İnsan-26  Müzzemmil-6)
Kur’an’da “salatul zuhr-öğle namazı” ve  “salatul asr-ikindi salatı-namazı” ifadeleri yer almaz.


“Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl..”
   (Hud-114- H. Atay meali )  
  Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde (sabah,akşam,yatsı) namazları 
  erkanına, şartlarına, vaktine riayet ederek âşikâre kıl.. (Ahmet Tekin meali)
“Güneşin batmaya yüz tutmasından, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Tan yeri ağırırken de
  oku. Doğrusu tan ağırırken okumak bilinçlenmeye yarar.”  (İsra-78 - Hüseyin Atay meali)

Güneşin ışımasından-tan yeri ağırmasından itibaren güneş doğana kadar, tamamen görünür hale gelene kadar, yani yeni bir gün başlayana kadar geçen süre sabah namazının vaktidir. Sabah namazı günün ilk namazı değil, son namazıdır. Kur’an’ göre gün, güneşin doğuşuyla başlar, sora akşam olur, güneş tekrar doğduğunda yeni bir gün başlamış olur.  
Güneşin ufukta kayması, sarkması, gözden kaybolması ile  güneş kızıllığının kaybolup havanın tamamen kararmasına kadar geçen süre ise akşam namazının vaktidir..

İsra suresi 78. ayetinde tanyeri ağırmaya başladığı zaman, sabahın ilk saatlerinde zihin dinlenmişken Kur’an okumanın daha faydalı olacağı bildirilmiştir. Tanyeri ağırmaya başladığında kalkmak ve bir süre Kur’an okuyup, tefekkür ettikten sonra gün doğmadan önce sabah namazını kılmak daha sonra güne; işe, güce başlamak güzel bir davranış olacaktır. 
Tan yerinin ağırmaya başlaması, güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşmaya başlamasıdır. Diyanet teşkilatı namaz vakitlerini belirlerken güneş ışınlarının yeryüzüne teorik olarak ulaşmaya başladığı zamanı  sabah namazı vakti olarak kabul eder. Sabah namazının okunmaya başladığı saat ile güneşin doğması arasında bir, bir buçuk saat kadar uzunca bir zaman vardır. Sabah namazını ezan okunur okunmaz kılmamız şart değildir. Güneşin doğmasına yakın bir saatte kalkıp sabah namazını kılabiliriz.

Havanın tamamen kararmasından gün ışıyana kadar geçen süre gecedir; gece namazının vaktidir.
Hava karardıktan hemen sonra; gecenin gündüze yakınlarında yatsı namazı kılınır.
Gece bir süre uyuduktan sonra kalkılıp kılınan namaza teheccüt-gece namazı denir. 
Gece namazıyla ilgili olan ayetlerde, geceleri ayakta durmamız-kıyam ve secde etmemiz, dua ve
ibadet etmemiz, Allah’ı anmamız, tesbih etmemiz bildirilmektedir. Kıyam, secde, zikir, tesbih ve
dua bilindiği gibi namazın kapsamını oluşturur. Namazın kapsamında ne varsa bu ayetlerde hepsi
bildirilmiştir dolayısıyla bu ayetleri “namaz kılın” şeklinde anlamamız gerekir.

Bakara suresi 125. ayetinde Yüce Allah Hz. İbrahim’e ruku ve secde edenler için, yani namaz kılanlar için Kabe’nin temizlenmesini emretmiştir. Bu ayette “ruku ve secde edenler” ifadesi yerine “salat edenler için”  ifadesi de kullanılabilirdi; ancak “ruku ve secde edenler” ifadesi kullanılarak özellikle namaz ibadetinin anlaşılması istenmiştir. Bilindiği gibi salat, dua etmek, destek vermek, yardımlaşmak, Allah’ın iradesine-fıtrata uygun yaşamak gibi anlamlara da gelmektedir.
Geceleri kıyam, ruku ve secde etmemizi bildiren ayetleri namaz kılmamızı emreden ayetler olarak anlamamız gerekir.  Ayrıca; Aliimran-43, 113 Tevbe-112 Hac-17 ve Necm 62. ayetlerinde geçen “ruku edin, secde edin, ederler”  ifadelerinin namaz kılınmasını, namaz kılanları işaret ettiği çok açıktır.
Müzzemmil suresi 6. ayetinde ise, gece yapılan ibadetlerin daha güçlü, daha üstün olduğu açıkça bildirilmiştir. Çünkü gece tek başına yapılan ibadetlere riyanın bulaşma ihtimali yoktur.
İsra suresi 79. ayetine atıf yapılarak gece namazının sadece Hz. peygamberimize emredildiği yönünde görüşler olsa da, Furkan suresi 63. ve 64. ayetlerinden gece namazının bütün ümmete emredildiği anlaşılmaktadır.
 “Rahman’ın kulları..........  geceleri rableri huzurunda secde ederek, ayakta-kıyamda durarak geçirirler..” 
Ayni surenin 65. ayetinde ise, gece namazında okunacak dua  bildirilmiştir.
“Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut. Doğrusu, onun azabı inatçı ve süreklidir.”

Ayni şekilde geceleri secde etmekten, Rabbimiz huzurunda kıyamda durmaktan, ibadet etmekten, dua ve tesbih etmekten bahsedilen İnsan suresi 25 ve 26. ayetleri ile ateş-cehennem halkından olmayanların özelliklerinden bahsedilen Zümer suresi 9. ayetinin muhatabı da bütün ümmettir.
“Rabbinin adını sabah ve akşam zikret. Gecenin bir kısmında da O’ na secde et..” (İnsan-25, 26) 
“Böyle birisi (Cehennem halkından olan birisi) gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan, Rabbinin rahmetini uman biri gibi midir?” (Zümer-9)

Secde suresi 16. ayetinde (“Yanları yataklarından uzaklaşır; korku ve ümitle Rablerine dua ederler.”) Zariyat süresi 17, 18. ayetlerinde  (“Gecenin pek azında uyumaktaydılar. Seher vakitlerinde af dilemekteydi onlar.”)  ve Tur suresi 49. ayetinde (“Gecenin bir bölümünde ve yıldızların ardından da O'nu tespih et.”) gece ibadetine vurgu yapılmıştır.

İsra suresi 80, 81 ve 111.   ayetlerinde namaz kılarken şu şekilde dua etmemiz bildirilmiştir.

“Rabbim! Beni, gireceğim yere doğruluk-dürüstlükle girmemi sağla, çıkacağım yerden doğruluk-dürüstlükle çıkmamı sağla. Katından bana yardımcı bir güç ver..”
“Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti. Bâtıl, yok olmaya zaten mahkumdu..”
Şöyle de: “Hamt, o Allah’a özgüdür ki, çocuk edinmemiştir; acze düşüp dost aramamıştır; egemenliğinde ortağı yoktur.” Ve tekbir edip yücelt O’nu..”
                                                                     
İsra suresi 108. ayetinde  secde ederken huşu içinde  “Rabbimizin şanı yücedir, Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir”  diyerek Rabbimizi tespih etmemiz bildirilmiştir.

Fetih suresi 29. ayetinde ise rukua varırken ve secde ederken Allah’tan bolluk ve hoşnutluk dilememiz bildirilmiştir. “... müminleri, Allah’tan bolluk ve hoşnutluk dileyerek rukua varırken, secde ederken görürsün.”

 “Güneş’in doğuşundan önce de batışından önce de Rabbini överek tespih et. Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tespit et ki, hoşnutluğa erebilesin..” 
(Ta Ha-130 ve  Kaf-39, 40)

 Bir güce teslim ve tabi olmak, O’nun iradesine uygun yaşamak, O gücün yüceliğini kabul etmektir.
Tespih etmenin bir anlamı da Yaratan’ı övmek, yüceltmektir. Namazın anlamı ve kapsamında tesbih vardır.
 Tespih vakitlerini bildiren Ta-Ha suresi 130. ve Kaf suresinin 39 ve 40. ayetlerinin namaz vakitlerini de
işaret ettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır.
Ayrıca, Kur’an’da sabah ve akşam vakitlerine vurgu yapan onlarca ayet vardır.
Kur’an, sabah ve akşam vakitlerini önemsemiş, övmüş  ve bu vakitlerde  Allah’ı zikretmemiz, hamt
etmemiz, tespih etmemiz, dua etmemiz, secde etmemiz istenmiştir.

“Göklerde ve yerde kim varsa gölgeleriyle birlikte ister istemez ve sabah-akşam Allah’a secde eder.”
(Rad-15)   “Gecenin bir bölümünde ve yıldızlar sönerken-sabah vakti de O’nu tespih et!” (Tur-49)
                                                                                * * * * *
“Namazlara ve vusta-orta namaza devam edin-koruyun-önem verin;  gönülden boyun eğerek,
   tam bir saygı ile namaza-kıyama durun” (Bakara-238)
“Bir korku ve endişe duyarsanız, tehlike hissederseniz namazlarınızı yürüyerek veya binit üzerinde
  kılın. Güvene kavuştuğunuzda namazlarınızı Allah’ın size öğrettiği şekilde kılın..” (Bakara-239)

Bakara suresi Medine döneminde vahiy edilen ilk suredir. Medine dönemi bilindiği gibi bir çok savaşların, yaşandığı, kargaşa içinde geçen zorlu bir dönemdir. Böylesi dönemlerde bile ibadetlerin, namazın terk edilmemesi gerektiğini bildiren ve bazı esneklikler, kolaylıklar; ikame usüller getiren bu  
iki ayeti birlikte değerlendirmek gerekir. “Namazlara” ve “Vusta- orta namaza devam edin” ifadelerine özellikle dikkat etmek gerekir. Orta namaz ifadesiyle bir namaz vakti bildiriliyor olsaydı böyle bir ayrıma gerek olur muydu? “Namazlara devam edin” denilmesi yeterli olmaz mıydı? Ayette böyle bir ayrım yapıldığına göre “orta namaz ifadesi” ayrıca zikredildiğine göre bunun nedeni üzerinde durup düşünmek gerekir..
Vusta-orta namaz ifadesiyle bir namaz vaktinin bildirildiği yönünde görüşler olsa da hangi  namaz
vaktinin bildirdiği konusunda görüş birliği yoktur. Herkes Kur’an ayetlerini kendi düşüncesine kanıt oluşturacak  şekilde tevil etmeye çalışarak ve rivayetlerden kanıtlar yaratarak haklılıklarını ispata çalışmışlardır. Orta namaz ifadesiyle cenaze namazının işaret edildiğini söyleyenler bile olmuştur..

Vusta kelimesinin bir namaz vaktini bildirilmediği; bu ayetin namazların tam bir saygıyla, Allah’a gönülden boyun bükerek, huşu içinde kılınması gerektiğini bildiren bir uyarı mesajı olduğu yönünde görüşler de vardır. İkinci görüşün daha tutarlı olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü, vusta kelimesi Bakara-143 Maide-89 Kalem-28 ve Adiyet-5. ayetlerinde de geçmektedir ve hiç birinde günün belli bir vaktini, zamanı bildirmek için kullanılmamıştır. Orta, dengeli, doğru, uygun, uyumlu, ılımlı, hayırlı, bereketli, üstün olan yol, yöntem anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşım sırati mustakim anlayışı ile de uyumludur.
 En üstün, bereketli, hayırlı, uygun namaz; Allah’a gönülden boyun bükerek, huşu ve ihlas ile riyadan uzak kılınan ve bizleri çirkin, kötü davranışlardan uzaklaştıran namazdır. İşte Bakara suresinin 238. ayetinde bu şekilde namaz kılmamız gerektiği bildirilmiştir.

Bakara suresi 239. ayetinde ise,  savaş koşulları gibi korku, endişe duyulan özel şartlarda, zamanlarda  yürüyerek veya binek üzerinde yani namazın kıyam-rüku- secde gibi şekil şartlarını  yerine getirmeden
salat etmemiz- dua etmemiz bildirilmektedir. Ancak tehlike geçtikten sonra 238. ayette vurgulandığı gibi, Allah’ın bize öğrettiği şekilde en doğru, uygun olan şekilde derin huşu ve ihlas ile namazlarımızı
kılmaya devam etmemiz istenmiştir.

  Namaz konusunda benzer kolaylıklar, esneklikler yine Medine döneminin başlarında vahiy edilen Nisa suresinde de bildirilmiştir. Nisa Suresi 101. ayetinde savaş şartlarında veya hicret ederken, yolculuk yaparken düşman saldırısı ihtimalinin bulunduğu, can güvenliğinden endişe edildiği zamanlarda namazları kısaltmamızda-namazı kısa sürede kılmamızda bir sakınca olmadığı bildirilmiştir. Hz. peygamberimizin böyle durumlarda namazları iki rekat kıldığı bilinmektedir. 
 Demek ki namazların kısaltmanın iki şartı vardır.
1- Allah yolunda hicret etmek, yolculuk halinde olmak.
2- Can güvenliği endişesinin olması.
Günümüzde güvenlik içinde, konforlu araçlarla yapılan yolculuklarda namazların kısaltılması için bir
neden yoktur.

 “Sefer, hicret-yolculuk esnasında kafirlerin size bir kötülük yapmalarından endişe ederseniz namazı
   kısaltmanızda size bir günah yoktur..” (Nisa-101)
“Emniyete, sükuna kavuştuğunuz zaman namazı dosdoğru, gereğince kılın. Namaz, müminler
   üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur..” (Nisa-103)

103. ayette  savaş ortamından çıkıldıktan; barış, sükunet tesis edildikten sonra, güvene, emniyete kovuştuktan sonra  namazların usulüne, adabına uygun şekilde; huşu ve ihlas ile  kılınmaya devam
edilmesi bildirilmiştir..

Vusta” Orta namaz ifadesinin bir namaz vaktini bildirmediğinin bir başka önemli işareti Nur suresinin
58. ayetinde yer almıştır.
“ Müminler! Elinizin altındaki esirler ile henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklarınız üç vakitte;
Sabah NAMAZINDAN önce, öğlen vakti (Dikkat! ‘Öğlen vakti deniyor; öğlen namazı denmiyor) elbiselerinizi çıkarınca, bir de akşam NAMAZINDAN sonra yanınıza girerken sizden izin istesinler. Bunlar sizin çıplak olabileceğiniz üç vakittir. Bunlar dışında size de onlara da bir günah yoktur...”

Bu ayet sabah ve akşam namazlarına atıf yaparken; günün ortasının, öğle vaktinin sadece dinlenme vakti olduğunu bildirmektedir..
Öğle ve ikindin namazlarının farz olmadığı tezine bir başka delil ise; Beş vakit namazlar içinde, cemaatle kılındığı halde imamın açıktan kıraat yapmadığı iki namaz vardır; öğle ve ikindi, halbuki  diğer namazların farzları kılınırken imam açıktan-herkesin duyabileceği bir sesle kıraat yapar. Bazı klasik ekol mensupları bunun sebebini “bu namazlar sünnet-i muekkede; Hz. peygamberin mutevatır uygulaması böyledir” şeklinde izah eder.  Aslında yapılan bu izah da, öğle ve ikindi namazlarının farz olmadığının; peygamberimizin sünneti olduğunun bir başka delilidir..

Diğer bir  önemli husus: Kur’an, namaz vakitlerinin ertelenmesinden veya öne çekilmesinden- cem uygulamasından bahsetmez. En zorlu şartlarda bile namazların bildirilen vakitlerde kılınmasını ister. Cem konusunda sünnetten dayanak aramak da yanlıştır. Kur’an’da bahsedilmeyen bir hususun Hz. peygamberin sünnetinde-uygulamasında  olduğunu söylemek mümkün değildir.
Namaz vakitleri konusu içtihada-yoruma açık değildir. Kur’an’da vakti bildirilen, yani farz namazların bildirilen zamanda kılınması gerekir. Diğer vakitlerde-zamanlarda kılınan namazlar nafile namazlardır.
                                                                                   
Farz Namazların cem’i konusu mezhep kökenli bir uydurmadır, uygulamadır.
Esasen cem uygulaması Kur’an hükmüne aykırıdır. Kur’an, namazın vakti belirlenmiş bir farz-ibadet olduğunu söylüyor. Namaz vakitlerine savaş koşullarında bile;  yaralı veya hasta olsak bile; yağmur altında olsak bile riayet etmemizi emrediyor. (Nisa-102, 103) Kur’an namazların vaktinde kılınması konusunda bu kadar hassas tavır sergilerken; namazların birleştirilmesi, bir namaz vaktinin yaklaşık iki, üç saat öne alınması veya sonraya tehir edilmesi Kur’an ile çelişir.
                                                                                 
Namazlar birleştirildiği-cem edildiği zaman, cem edilen namazlardan biri bildirilen vakitte-zamanda kılınmamış olur. Bir namazı bildirilen vakitte kılmayıp diğer bir namazın vaktinde o namazla birleştirerek kılmak Nisa suresi 103. ayetine aykırıdır.
Sünni ekole göre cem edilebilen namazlar, öğle ve ikindi namazı ile akşam ve yatsı namazıdır.
Yatsı namazını gece namazı olarak düşünürsek; akşam ve yatsı- gece namazları vakti belirlenmiş, bildirilmiş farz namazlardır. Akşam ile yatsı namazı cem edildiği-birleştirildiği zaman bu namazlardan biri  bildirilen vakitte kılınmamış olur. Namazlarımızı bildirilen vakitlerde kılmalıyız.
Namaz kılmamak cehenneme sürüklenme, cehennem azabı ile cezalandırılma nedenlerindendir.

“Sizi Sekar’a sürükleyen nedir?” Cevap verdiler: “Namaz kılıp dua edenlerden değildik. Yoksulu yedirip doyurmuyorduk. Boş lakırdılara dalanlarla dalar giderdik. Din gününü yalanlıyorduk. (Müddessir-42-46)                                                                                

Kur’an’da namazın beş vakit olduğunu bildiren bir ifade, hüküm yoktur.
Farz namazların beş vakit olduğunu söyleyenler bu görüşlerine Kur’andan destek bulamadıkları için yine Kur’an dışı olan  ‘‘miraç efsanesi’’nden kendilerine dayanak ararlar.
Güya bir miraç olayı yaşanmış ve Allah’la yapılan pazarlıklar sonucunda namazın beş vakit kılınmasına karar verilmiştir.  Kur’an’da miraçtan bahsedilmez; isra, gece yürüyüşünden bahsedilir. (İsra-1) 
Bu ayette namaz vakitlerinden bahsedilmez. Miraç mitolojik Yunan efsanelerinin konusudur.
                                                                                          
Farz, haram, helal gibi kesin hüküm ve yargı ifade eden dini kuralların kaynağı din açısından sadece Kur’an olabilir. Fıkıh açısından zannı deliller kabul edilen ve peygambere bir rivayet zinciri ile isnad edilen sözlerden ibaret olan hadisler, örneğin miraç ile ilgili olanlar beş vakit namazın farziyyeti için delil teşkil etmezler.

Beş vakit namazın farz olduğunu söyleyenlerin ileri sürdü bir başka iddia ise, Hz. peygamberimizin her gün beş vakit namaz kıldığıdır. Güvenilir sünni ve  şii (caferi) kaynaklara göre bu iddia da doğru değildir. Peygamberimizin amcası Abdulmuttalibin oğluolan ve her zaman peygamberimizin yakınında bulunan İbn Abbas’tan nakledilen rivayetlerden Hz. peygamberimizin ömrü boyunca her gün devamlı beş vakit namaz kılmadığını öğreniyoruz. Hz. Peygamberimiz seferi veya savaş halinin söz konusu olmadığı ve hava şartlarının normal olduğu zamanlarda da bazı günler üç vakit namaz kıldığı ve kıldırdığı bilinmektedir. Hz. peygamberimizin bazı günlerde de beş vakitten fazla namaz kıldığı bilinir.

Hac ibadetlerini yapmak üzere Mescid-i Haram’da bulunan müminler günde üç vakit namaz kılarlar. Bu uygulama Hz. peygamberimizin mütevatir kabul edilen sünnetine-uygulamasına dayandırılır. Beş vakit namaz farz ise, Mescid-i haramda ibadet etmekten başka bir düşüncesi, işi olamayan insanlar beş vakit farz namazlarını niye, hangi gerekçeyle, hangi gereklilikle üç vakitte kılıyorlar?
Farz namazların beş vakit olduğunu iddia edenlere şunu sormak gerekir. Müminler hac  gibi önemli bir ibadeti  yaparken acaba eksik namaz mı kılmaktadırlar.?
Aslında gerçek şudur ki, üç vakit olarak bildirilen namaz, sünni ekol tarafından önce beş vakit olarak ilan edilmiş, sonra da Kur’an’da bildirildiği gibi üç vakte indirmek için cem uygulaması icat edilmiştir..

“Hz. peygamberimiz beş vakit namazı bazen cem ederek üç vakitte de birleştirerek kılmıştır”
İfadesi yerine, “ Hz. peygamberimiz Kur’an hükümlerine uygun olarak sabah, akşam ve gece
namazlarını kılmıştır. Bunların haricinde evinde günün değişik zamanlarında fazladan, nafile
namazlar da kılmıştır”demek Kur’an ve sünnet verilerine daha uygun bir ifade olacaktır...

Vusta-orta namaz ifadesiyle bir namaz vaktinin işaret edildiği kabul edilecekse; akşam ile sabah
namazı arasında, ortasında gece vakti kılınan namazın; gece namazının işaret edildiğini kabul
etmek gerekir. Kur’an’da gece yapılan ibadetlerden-gece ibadet edenlerden  övgüyle bahsedildiğini
tekrar hatırlayalım. (İsra-79  Müzzemmil-6) Kur’an verilerine göre ihsan sahiplerinin geceleri tam bir teslimiyet, saygı ve  huşu içinde kıldıkları, insanı kötülük ve çirkinliklerdegünahtan uzaklaştıran; takvaya, hayra yönelten namaz en uygun, en bereketli, en üstün namazdır.

Süleyman Ateş, Kur’an’ı Kerim tefsirinde C:3 S:267 de namaz konusuyla ilgili düşüncelerini şöyle özetlemektedir.
‘‘Kur’an’da, sabah ve akşam namazı dışındaki namazlar için kesin vakitler belirtilmemiştir.
Hz. Peygamber sabah ve akşam namazlarını ayetlerde belirtilen vakitlerde kılmış, gece ve gündüzün belli başlı değişim zamanlarında da namaz ve tespih ile Rabbini anmıştır.
Fakat sabah ve akşam namazları dışındaki namazlar için katı çizgiler koymamıştır......................
Namaz için gönlün boş, huzurlu zamanların seçilmesi önemlidir. Huzursuz namaz gerçek namaz değildir. Gerçek namaz, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah’a teslim ederek kıldığı namazdır…….  Bilhassa teheccüt- gece namazı son derece önemlidir. Çünkü, gece biraz uyuyunca fikir dinlenir.
 O saatte gönül yalnız Allah’a hasredilerek  yani tam bir ihlas ile namaz kılınır....
O saatteki ibadetin ruha etkisi büyüktür. Yüce Allah: ‘Gerçekten gece kalkıp ibadet etmek daha
 oturaklı ve (ruha) daha etkilidir’ ayetiyle (Müzzemmil-6) gece ibadetinin, namazının  ruh üzerindeki olumlu etkisini belirtmiştir.......”

Hakkı Yılmaz,  Tebyinü’l Kur’an adlı eserinde Hud-114 ve İsra 78, 79. ayetleriyle ilgili düşüncelerini
şöyle açıklıyor.
“Bu ayete (Hud-114) göre salat, İsra suresinde de bildirilmiş olan vakitlerde, yani sabah, akşam ve yatsı olmak üzere üç vakitte ikame edilmelidir.
Salât’ın, mü’minler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesine yöneliktir.
Din psikolojisi araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, salâtı ikâme etmek insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir.
Bu öneminden dolayı da günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:
Bu Âyette peygamberimize gündüzün iki tarafında [sabah ile akşam] ve gecenin yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam üç vakitte salât ikâme etmesi emredilmiştir.
Dikkat edilirse, Hûd Sûresi'nin 114. ile İsrâ Sûresi'nin 78.  ve 79. Âyetlerindeki ifadeler aynı olup bu Âyetler salâtın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur'ân'ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır.
Sonuç olarak, İsrâ Sûresi'nin 78 ve 79. Âyetlerinde üç vakitte; sabah, akşam ve  gece vaktinde üç salât emredildiği gibi, Hûd Sûresi'nin 114. Âyetinde de aynı şeyler emredilmiş; üç vakit [sabah, akşam ve yatsı] salât ikâme edilmesi emredilmiştir........
Dülûk ve şems sözcüklerinden oluşan bu isim tamlaması, “güneşin batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı yorumcular, söz konusu ifadeye, “güneşin eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tâcu'l-Arûs ve Lisânu'l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş ve dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamının verilme sebebinin, salâtın beş vakit olarak anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir..
salâtın vakitlerini belirleyen Hûd/114'teki ifadeler, söz konusu deyimden “güneşin eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle salâtının kasdedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hûd/114'te Peygamberimize, “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda salât ikâme etmesi” emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Zira Hûd/114'te geçen zülefen sözcüğü, İsrâ/78'de geçen ğasaq sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsrâ/78-79'daki emir ile Hûd/114'teki emir aynıdır. Yani, bu âyetlerin üçünde de, salât ikâme edilecek vakitler, özdeş kelimeler kullanılmak sûretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir.
Gündüz, peygamber için bile çeşitli telaşların yaşandığı bir zaman dilimidir. Salât ise, insanın kendini vermesi, yoğunlaşması gereken bir faaliyettir. Ama iş-güç, borç-harç gibi telaşların gündüz cereyan etmesi nedeniyle günün bu diliminde insanların kendilerini bütünüyle salâta vermeleri mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi gerektiğinden gündüz herkesin aklı-fikri işindedir. Bu yüzden, “Gıllugış [gönül sıkıntısı] ile salât olmaz” demişlerdir. Tabiî, bununla kastedilen salât, İslâm'ın emrettiği salâttır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden ikâme ettiği veya ikâme ettiğini sandığı şeklî salât değildir. Çünkü zihnin binbir gaile ile meşgul olduğu anlarda ikâme edilen salât gerçek salât değil, bir şekilden ibarettir...... Gerçek salât, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah'a teslim ederek ikâme ettiği salâttır. Bu sebepledir ki, Yüce Allah salât için vakit olarak sabah, akşam ve gece saatlerini belirlemiş, gündüzü de maişet için çalışmaya ayırmıştır...”
                                                                                   
Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK








                                                                                     
                                                                                    
                                                                                       

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....