28 Mayıs 2015 Perşembe

Kur'an çocuk yaşta evliliğe onay vermez. EVLİLİK - NİKAH

İnsan yaşamını fıtratına uygun sürdürmelidir.
Ergenlik çağına gelenler, reşit olanlar evlenmelidir.
Kur’an erginliğe-olgunluğa ulaşanların; reşit olanların evlenme çağına geldiklerine işaret eder.

“Yetimleri, nikah çağına gelmelerine kadar gözetleyip deneyin. O zaman onlarda içinize sinecek
bir olgunluk-bedensel ve akli erginlik görürseniz, mallarını onlara geri verin..” ( Nisa-6)

Evlenme çağına gelip de evlenmek isteyenlere yardımcı olunmalıdır. (Nur-32)

Kur’an’a göre erkek ve kadın, biri olmadan diğeri tam olmayan iki yarımdır. Bu bütün ancak iki yarı bir araya gelince tamamlanır. Bu iki yarım birbirinin yerini tutmaz. Kur'an aileyi oluşturan iki temel unsur olan erkek ve kadının her ikisini birden zevc kelimresi ile tanımlar . Zevc “eş/çift” demektir.

Kur'an çocuk yaşta evliliğe onay  vermez. Kişinin malını, servetini idare edebilecek akli olgunluğa ulaştığı yaş ayni zamanda evlenme yaşıdır. Ancak bütün mezhepler çocuk yaşta evliliği onaylar ve bu konuda da Kur'an ile çelişirler..  Ülkemizde maalesef her üç evlilikten birinde kızlar çocuk yaşta evlendirilmektedir. 12-13 yaşında evlendirilen kız çocukları 14-15 yaşlarında daha kendileri çocukken çocuk sahibi olmaktadır.
Hz. Peygamberimizin Hz. Ayşe daha çocuk yaşındayken onunla nikahlandığı rivayetleri,  bu konudaki  yalan, yanlış bilgiler tarih boyunca Müslüman toplumlarda çocuk gelinler sorununu yaratmıştır.
Kız çocuklarını küçük yaşta çeşitli nedenlerle babası yaşındaki erkeklerle evlendirenler bunun peygamberimizin sünnetine uygun olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu düşünce tamamen yanlıştır.. Başta Süleyman Ateş'in bu konudaki çalışmaları olmak üzere yapılan bir çok ciddi araştırmada Hz. Ayşe’nin peygamberimizle evlendiğinde 18-19 yaşlarında olduğu ortaya konulmuştur.  
Osmanlı zamanında 1917 tarihli “Aile Hukuku Kararnamesi” 4. maddesinde kızın 17, erkeğin 18 yaşını tamamlamış olması şart koşulmuştu.Daha sonra bu madde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin onayıyla iptal edilmiş.
                                                                               * * * * *                                                                       
 Aile toplumu oluşturan ana unsurdur. Sevginin, huzurun kaynağıdır.
Yaratılışın özünde bulunan zevciyet, dualizim ilkesi gereği iki cins; kadın ve erkek olarak yaratılan insanlar ancak evlilik kurumuyla bir araya gelirler, birleşirler, aile olurlar ve çoğalırlar.

Kur’an’ın evlilik-nikah konusuyla ilgili başlıca hükümleri şunlardır:

** Aralarında asla tam bir adaletle davranılamayacağı için çok eşlilik değil, tek eşlilik
      tavsiye edilmiştir. (Nisa-129)
**  Birinci derece akrabalarla ve süt kardeşlerle evlenmek haramdır. (Nisa-23)
       
Kişiler özgür iradeleri ile evliliğe karar vermelidirler. Kadının veya erkeğin evliliğe rızası olmadan kıyılan nikah geçersizdir.            
Ailelerin, törelerin baskısıyla gençlerin istemedikleri, beğenmedikleri kişilerle zorla evlendirilmeleri; berdel, beşik kertmesi gibi uygulamalar Kur’an’dan onay almaz. 
                                                                                     
Evlenmeyi düşünenler  birbirleriyle örfe uygun şekilde, makul sınırlar içinde görüşürler, konuşurlar, tanışırlar; anlaşırlarsa, gönülleri birbirlerine ısınırsa, birlikte mutlu olacaklarına inanırlarsa evlenmeye karar verirler. Erkek kadına evlenme isteğini iletir; evlenme teklif eder. (Bakara-235)

**  Nikah imkanı bulamayanlar, evlenemeyenler iffetlerini korumalıdırlar, zinadan, günahtan 
         uzak  durmalıdırlar. (Nur-33)
** Müşriklerle ve inançsızlarla-ateistlerle evlenmek haramdır.

“.......sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanların (Yahudi ve Hıristiyanların) iffetli hanımları da mehirlerini verdiğiniz takdirde; iffetinizi korumanız, zinadan uzak kalmanız ve şunu-bunu dost tutmamanız şartıyla size helaldir..” (Maide-5)

Maide suresinin 5. ayetine istinaden Yahudi ve Hıristiyanlarla evlenmenin caiz olduğu inancı yaygındır. Ancak bu konuda aşağıdaki ayetlerin de göz önünde bulundurulması gerekir.

“.........Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin..........Müşrik erkeklerle de onlar iman edinceye kadar nikâhlanmayın....” (Bakara-221) 

Bakara suresi 135. ayeti Yahudi ve Hıristiyanların ortak koşan-müşrik olduklarına işaret eder.
Bilindiği gibi Hıristiyanların büyük çoğunluğu baba, oğul, kutsal ruh; teslis inancına sahiptirler Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ve ilah olarak kabul ederler.
Yahudilerin bir çoğu da Hz. Uzeyir’in Allah’ın oğlu olduğununa inanırlar.
Tanrı’ya -çoğul bir ifade olan- “Elohim” derler. Yahudi krallarının Tanrı’nın oğlu olduğuna inanırlar, bunlar açık şirktir. 

“Yahudiler: ‘Uzeyr, Allah’ın oğludur.’ dediler; Hıristiyanlar da: ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkar edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin..” (Tevbe-30)

“Yemin olsun ki, ‘Allah, Meryem’in oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre batmışlardır-kafir 
   olmuşlardır..” (Maide-17, 72)
“Yemin olsun ki, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler de küfre batmıştır-kafir olmuştur..” 
   (Maide-73)
“Ey ehli kitap!..........artık Allah’a ve resullerine inanın. ‘Üçtür’ demeyin. Son verin, sizin için daha
    iyi olur. Allah Vahid’dir, tek ve biricik ilahtır..” (Nisa-171)

Yahudi ve Hıristiyanların müşrikleri yani şirk koşanları ile evlenmek bu ayetlere göre haramdır. İçlerinden şirkten uzak olanlarla, tevhid inancına; Allah’ın varlığına ve birliğine, Allah’tan başka ilah olmadığına inananlar ile evlenmek helaldir.
Ayrıca Kur’an, Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostu, sırdaş edinmememizi buyurmuştur. Oysa evlilik gönül dostluğunun, sırdaşlığın en ileri halidir. Hatta dostluktan da ötedir.

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin..” (Maide-51)
“ Ey İman edenler! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin..” (Aliimran-118)

**  Kadınlara mehirleri nazik ve cömert bir şekilde örf ve çevrenin kabullerine uygun olarak
        verilmelidir. Kadın mehir hakkının bir kısmından feragat edebilir; eşine bağışlayabilir-geri 
        verebilir. (Nisa-4)

Mehir=Damadın müstakbel eşine vereceği hediyeler nikah kıyılmadan önce verilmelidir.
Boşanma halinde veya kocanın ölümü halinde verilmek üzere mehir taahhüdünde bulunma şeklinde bir uygulama Kur’an’dan onay almaz.

Mehir belirlenmeden önce evlilikten vazgeçme/nişan bozma halinde mehir ödeme zorunluluğu yoktur. (Bakara-236) Mehir belirlendikten sonra nikahtan önce evlilikten vazgeçme halinde belirlenen mehirin yarısı verilmelidir. (Bakara-237

 Nikahtan önce; söz, nişan törenlerinde kadına verilen altın takılar ve benzeri hediyeler mehir kapsamındadır.  Mehir olarak nakit veya altın, gümüş gibi kıymetli madenler verilebileceği gibi gayrimenkul, otomobil de verilebilir.


**  Nikah aleni olmalıdır. Evlilik toplum tarafından bilinmelidir.
       Kur’an, nikahın iki şahit huzurunda kıyılmasından söz etmez.
       Nikah merasiminde bulunan herkes zaten şahittir.

Nikah tarafların karşılıklı rızası ile gerçekleşmiş bir akittir- sözleşmedir.
Kuran’da dini nikah, resmi nikah ayrımı olmadığı gibi nikah merasiminin nasıl yapılacağı ve nikahın kim tarafından kıyılacağı hususunda bir hüküm bulunmaz.
Kur’an bu konularda insanları serbest bırakmıştır.
Kur’an’da hüküm olmayan konularda beşeri, idari kanunlar ve örfler uygulanır.
Bir konuda kanun varsa öncelikle kanuna uygun hareket etmek gerekir.
Kanunla belirlenmemiş konularda ise, örfe müracaat edilir.
Ayrıca Nisa suresi 59. ayetinde yöneticilere, kanunlara itaat etmemiz emredilmiştir.
Bu durumda nikahın usulü ve kim tarafından kıyılacağı konusunda kanunlara uygun davranmak gerekir. Yani kamu otoritesi nikah kıyma yetkisini kime vermişse nikahı o kişi kıyar.
Kamu otoritesinin yetki verdiği kişinin kıydığı, tescil ettiği nikah hukuken de, dinen de caiz olan 
nikahtır. Kamu otoritesinin yetkili kılmadığı kişilerin kıydığı nikah ise, hukuken geçersizdir.

Eskiden cami imamlarının nikah kıyma yetkileri varmış, ancak günümüzde bilindiği gibi  imamların nikah kıyma yetkileri yoktur.  İmamlara bir dönem nikah kıyma yetkisi veren kamu otoritesi sonradan bu yetkiyi geri almış. İmamların nikah kıymaları laik demokratik ilkelere uygun değildir. Ayrıca İslam'da bazı dini görevleri yerine getirmekle yetkili kılınmış bir zümre, sınıf, ünvan, makam yoktur.

Halk arasındaki “imamın kıymadığı nikah dinen caiz değildir” düşüncesi tamamen yanlıştır. Günümüzde halk arasında imam nikahı olarak bilinen cami imamlarının, hocaların kıydıkları nikah hukuken geçersizdir.
Devletin yetki vermediği kişilerin; bu kişi imam, hoca olabileceği gibi bir aile büyüğü de olabilir, kıydıkları ve hukuken geçerliliği olmayan nikahlar dinin, Kur’an’ın istediği şartlara uygun ise dinen geçerlidir. Ancak kanuni, resmi nikah olmadan imam nikahı veya dini nikah adı altında nikah kıymak ve kıydırmak hukuken suçtur. İmam nikahı kıydıran çiftlerin bir an önce resmi nikah kıydırmaları hem dinen hem de kanunen uygun bir davranış olacaktır.  Böylece nikah tescil edilmiş olacak ve dinin istediği aleniyet ilkesi tam olarak sağlanmış olacaktır. Özellikle büyük şehirlerde resmi nikah olmadan; eşlerin nüfus kütüklerine evlendikleri tescil edilmeden nikahta aleniyet ilkesi sağlanmış olmaz.
Evlilik sürecinde ve boşanma halinde tarafların haklarının savunulması, menfaatlerinin korunması ve doğacak çocukların haklarının ve neseplerinin sahih olması ancak resmi nikah olması halinde mümkündür..
İki şahit tutup, gizli saklı, ilan edilmeden, hiçbir hukuki bağlayıcılığı da olmayan bir nikahı “şeriata uygun- şer-i nikah” diye pazarlamaya çalışmak istismarlara, mağduriyetlere neden olur.

Kanuni - Resmi nikah kıyıldıktan sonra evlenen çiftler arzu ederlerse adet, örf olarak ayrıca imam nikahı olarak bilinen ritüeli de uygulayabilirler. Ancak bilinmelidir ki, imam nikahı adı altında ikinci bir nikah kıyılmasına dinen gereklilik yoktur.
Günümüzde konuyla ilgili kanunlar ve uygulamalar; kıyılan resmi nikahlar dinin, Kur’an’ın bildirildiği hususları genel olarak kapsamaktadır.
Kanunlarımız mehir ve süt kardeşlik konusuna karışmamıştır.
Mehir miktarını taraflar kendi aralarında kadının talebine ve erkeğin imkanlarına göre örfe uygun
olarak  belirlemelidir..
Kim, kimin süt kardeşidir devletin bunu bilmesi mümkün değildir.
Bu konuları taraflar kendi aralarında konuşmalı, halletmeli bir karara bağlamalıdır.  

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK
                                                                                                                                                                                                                                            
                                                                                    

27 Mayıs 2015 Çarşamba

TEOKRASİ ve LAİKLİK

LAİKLİK: Din ile devlet işlerinin ayrılması demek değildir; dincilerle, sözde dini kurumlarla siyasetin, devlet işlerinin ayrılması demektir.
Laiklik: Teokratik yönetime, dinci faşizme karşı olan anlayışın adıdır. Laikliğin zıttı teokrasidir.
Tarih boyunca dine karşı olanlara değil, dinci egemenliğine/teokratik yönetimlere karşı olanlara laik denilmiştir. 
Teokratik eğilimlerin olduğu yerde laik anlayış mutlak ihtiyaçtır. Laik anlayışın hakim olmadığı ülkelerde teokratik diktanın hakimiyeti vardır. Dünya tarihinde bunun istisnası yoktur.

Teokrasilerde devlet kurumları ile sözde dini kurumların; iktidar gücü ile din gücünün işbirliği, ortaklığı söz konudur. Ortaklığın işleyişinde Hıristiyanlıkta dini kurumların gücü, etkinliği daha fazla olmuştur.
Müslüman ülkelerde ise, devlet kurumlarının dini kurumlar üzerindeki etkinliği daha fazladır.
Kilise kıralları bile atayarak devlet kurumları üzerinde etkinlik kurarken; padişahlar halifeleri, şeyhülislamları atayarak dini kurumlar üzerinde etkin olmuşlardır. Müslüman ülkelerde dini kurumlar saltanatın ancak yandaşı, destekçisi olabilmişlerdir. Halifelik: Allah’ın dinini devlet dinine dönüştüren,  İslam’ı saltanat imtiyazı haline getiren kurumdur.  
Günümüzde DİB.  bu anlayışın devamı olarak  muktedirin emrinde yandaşlık görevini  ifa etmektedir. İktidara verdiği desteğin karşılığını devasa bütçesiyle ve lüks makam otolarıyla almaktadır.. 
Şii mezhebinde durum biraz daha farklıdır. İmamet kurumunun sistem içindeki etkinliği daha fazladır. Ancak ortaklar arasındaki güç dengesinin, yetkilerin, yol ve yöntemlerin farklı olması önemli değildir. Toplum açısından önemli olan böyle bir ortaklığın varlığıdır. İktidar ile dini kurumların ortaklığının amacı her yerde, her zaman teokrasidir, sömürü ve zulümdür. Laik anlayış işte bu şer ittifakını engellemek ve butlan-geçersiz kılmak için vardır.  
Fransız tibi, Amerikan tipi, İngiliz tipi olarak adlandırılan laik anlayışların detayda, yöntemlerde farklılıkları olsa da ortak noktaları teokratik yönetime, kilise-kral ittifakına karşı olmalarıdır...  

Ruhbaniyet/teokrasi Katolik inancının özüdür. Buna rağmen Katolikler bile; ruhbanları,sözde din adamlarını, dini kurumları dünya ve devlet işlerinden dışlamış iken; ruhbaniyet anlayışını tamamen reddeden İslam’ın mensubu olan Müslümanların  din dışı, dinci zümrenin; mezhep, tarikat, cemaat mensuplarının siyasette bu kadar etkin olmalarına ve bunların idaresi altında yaşamaya razı olmalarını anlamak mümkün değildir. Nüfusun yarıdan çoğunun Katolik Hıristiyan olduğu Avrupa’da laik anlayış tamamen yerleşmiş iken, bir Müslümanın laiklik karşıtı olmasını anlamak mümkün değildir... 

LAİK ANLAYIŞA KARŞI ÇIKANLAR: 
*Demokrasi, özgürlük ve insan hakları karşıtıdır.
*Dini istismar etmek, inançları sömürmek isteyenlerdir.
*Egemenlik hakkını Ortaçağda olduğu gibi dinci zümreye vermek isteyen teokrasi yanlılarıdır.
*Ruhbaniyet anlayışını etkin kılmak, hilafeti geri getirmek isteyenlerdir. 
*Devlet yönetiminin dincilerin, din dışı dini kurumların egemenliğine girmesini isteyenlerdir.
* Dini de siyaseti de yozlaştıranlardır.
* Akla, bilime, özgür düşünceye karşı olan; taklitçi, tutucu, bağnaz, yobazlardır.
* Allah’ın iradesi yerine kendi iradelerini  hakim kılarak halkın üzerinde otorite kurmak isteyen 
   dikta heveslileridir.

“Kur’an, sekülarite anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler.
Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir. Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm sistemidir ki,Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafaai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür.... (Yaşar Nuri Öztürk – Yurt Gazetesi – 21.04.2013)

Laikliğin karşıtı teokrasi. Demokrasinin karşıtı diktatörlüktür. 
Laik demokrasinin karşıtı, teokratik diktatörlüktür.
Her laik rejim demokratik değildir, ama her demokratik rejim laiktir.
Laik olmayan rejim demokratik olamaz. Laik olmayan kişi demokrat olamaz.
“Ben laik değilim ama demokratım” diyen kişi riyakardır, yalancıdır.          

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

                   
                                                                                   

22 Mayıs 2015 Cuma

HAKİMİYET-EGEMENLİK KONUSU

Hakimiyet- Egemenlik konusuEmevi şeriatı takipçileri tarafından istismar edilen konulardandır.
Bu kişiler seküler egemenlik anlayışı ile Kur’an’ın çeliştiğini iddia ederler.
“ Ne demek egemenlik millete aittir, egemenlik Allah’a aittir” derler.. İşin aslı şöyledir.

Yüce Allah Halik’tir, Hallak’tır, Bari’dir, Bedi’dir ve “Yeryüzündekilerin, gökyüzündekilerin, ikisi arasındakilerin sahibidir, yaratanıdır, yönetenidir.” Kur’an’da bir çok kez tekrarlanan bu ayet  Allah’ın yaratılış üzerindeki metafizik, ontolajik ve külli ilahi hakimiyetini vurgular. Yaratılışın, fıtratın, kainatın ilahi kanunlarını koyma, işleyiş kurallarını, ölçülerini belirleme yetkisi;  bu konudaki mutlak hakimiyet sadece Yüce Allah’a aittir. O kulları üstünde yegane güç sahibidir. Egemenlik yalnız O’nundur.” (Enam-62, 63)
“... egemenlik gerçek olan Allah’ındır..” (Kehf-44)


Hüküm koyma yetkisi Allah aittir. Dünyevi uygulama-yönetim görevi ve sorumluluğu ise insana aittir. 
Kur’an’da insanın hakimiyetinden yani hüküm verme yetkisinden şikayet yoktur. Şikayet, hakimiyette Allah’ın indirdiğinin dışlanmasıdır. Yani; vahyin, sünnetullahın ve aklın dışlanmasıdır.
Dünya hayatında fıtratın düzeniyle, ilahi kanunlarla uyumlu ve dinin temel hükümlerine, ilkelerine uygun yaşamak gerekir. Muamelat alanında, ameli konularda; zaman, mekan şartlarına, ihtiyaçlara göre evrensel çağdaş değerler, kurallar oluşturmak ve insan fıtratına uygun beşeri kanunlar koymak; bu konudaki siyasi hakimiyet laik, demokratik sistemlerde halka - millete aittir. Milletin seçtiği ehil, adil kişilerden oluşan meclislere, kurumlara aittir. (Nisa-58, 59 Şura-38  Aliimran-159)
“Sizleri yeryüzünde halefler/yöneticiler/görevli  kılan odur..” (Fatır-39  Yunus -14  Neml-62)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Mustafa Kemal Atatürk.

Atatürk’ün bu sözü devlet, millet yönetiminde hakimiyet-egemenlik bir şahsa, bir aileye veya bir
zümreye ait değildir, millete aittir demektir. Atatürk teokratik totaliter monarşiyi yıkmıştır, hakimiyeti padişahtan alıp halka vermiştir.  

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

20 Mayıs 2015 Çarşamba

LAİKLİK VE TÜRBAN

Devlet kurumlarında dini veya mezhepsel simgelerin görünür olması evrensel devlet anlayışıyla bağdaşmaz.
Kişisel tercih veya din ve vicdan özgürlük denilerek bir dine veya mezhebe bu yönde ayrıcalık tanınamaz. Öte yandan eşitlik ilkesi gereği bütün din, inanç anlayışlarına, mezheplere, tarikatlere bu konuda serbestlik tanınır ise, ortaya çıkacak  kargaşanın, kaosun, ayrımcılığın, güvensizliğin, fitnenin, bölünmenin,  boyutlarını tahmin bile edemeyiz.

Bir mahkeme düşünelim: Hakim “X” mezhebin simgesini taşıyor, şüpheli veya sanık “Y” mezhebinin sembolü bir kıyafet giymiş, savcı “Z” dininin veya felsefe akımının simgesini boynuna asmış veya başına takmış. O mahkemenin vereceği karar ne kadar tarafsız olur? Veya kim nasıl güvenebilir? Kimi tatmin eder?   Başka bir örnek: Bağlısı oldukları dinlerin, mezheplerin çeşit çeşit dinsel simgelerini giyen, takan öğrencilerin fakültedeki anfiye geldiklerini düşünelim. Bir Budist öğrenci de olabilir, oranj kıyafetleriyle bir türbanlı bacımızın yanına rahatça oturabilir mi?  Oturursa ders hocası tarafından dersten çıkartılır veya tutanak tutulur mu? Tutanak tutan hoca, sayın Rennan Pekünlü gibi öğrenim hakkını engellemek suçlamasıyla yargılanıp, hapse atılır mı..? Hele bir de anfide nudist akıma gönül veren bir öğrenci varsa o zaman ne yapacağız? Kişisel tercih, vicdan özgürlüğü, eğitim öğretim hakkı deniyorsa o öğrencinin de kişisel tercihine saygı duymak gerekmez mi?  Böyle bir ortamda öğrenciler birlik, beraberlik içinde bir arada mı otururlar yoksa ayni dinsel sembolleri giyenler-taşıyanlar ayrı ayrı guruplar oluşturarak mı otururlar.? Bu örneği bir de topluma yaygınlaştırarak düşünelim. Sözde dinsel simgeler görünür kılınırsa öğrenciler anfide;  toplum her yerde, her alanda bölünür. Bu konuda dinsel kaygıların ötesinde evrensel, objektif bir bakış açısının gerektiği çok açıktır. 

Dini sembollerin kamusal alanda görünür olmasının kimseye bir faydası yoktur. Toplumun birliğine, bütünlüğüne zararı çoktur. 
Dini simgelerin görünür olmasını sadece din istismarcısı siyasi akımlar, partiler ve onların destekçileri, yandaşları talep etmektedir.
Dinci siyasetçilerin oylarını arttırmak için kullandıkları yegane yöntem din istismarı ve riyadır. 
Kur’an bizleri din ile Allah ile aldatanlara karşı uyarmıştır.
“Aldatan, sizi sakın Allah ile aldatmasın” (Lukman-33 Fatır-5 Hadid-14)

“Başörtüsü ile ilgili düşüncemi Kur’an’ın açık ve seçik ifadesine göre şöyle üç cümle ile özetlemek istiyorum. Kadınların başlarını örtmeleri:    1-Kur’an’da emir değildir.   2- Kur’an’da yasak değildir.
3- Kur’an’a göre caizdir. (Mubahtır) Kur’an’da yalnız göğsü örtmeye emir vardır.”

(Hüseyin Atay-Kur’an’a Göre Araştırmalar – VI  S:60, 61, 71,76)

Ulus devletleri yıkmak isteyenler öncelikle vatan sevgisi ve din gibi ortak değerleri  yıpratmaya, yozlaştırmaya,  yok etmeye çalışırlar.
Egemen emperyalist güçlerin sömürü araçları: Din ve ırk eksenli bölücülüktür.
Din eksenli bölücülüğün araçları mezhepçilik ve sözde dini sembollerdir.
“Türban takan hanımlar daha dindardır, türban takmayan hanımların dini hassasiyetleri zayıftır" söylemi, algısı yayılırsa toplumda birlik, beraberlik kalmaz; emperyal güçlerin tuzağına düşülmüş olur..
Türban Harekatının hedefi aslında Türk milletinin örfleridir, kültürüdür. Türk kültürünün bir parçası olan hanımların başlarını örtmek için kullandıkları eşarp, yemeni, yazma, tülbent gibi başörtülerinin  yerine Türk kültürüyle ilgisi olmayan türbanı dayatmak böylece kültürümüzü yozlaştırma, toplumda kargaşa, fitne çıkarma  gayretidir.    

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK   
                                                                  


                                                                                     

17 Mayıs 2015 Pazar

HIFSETMEK - HATMETMEK

H I F S E T M E K
Ezberlemek demektir. Hafız: Kur’an’ı ezberleyen, ezbere okuyan kişidir.
Hafızlar, okuma-yazmanın yaygın olmadığı ve basım, yayım teknolojisinin bulunmadığı veya yeterince gelişmediği eski dönemlerde Kur’an’ın sonraki nesillere ulaşmasında önemli rol oynamışlardır.
İslam’ın ilk dönemlerinde hafızların hemen hepsi Arap oldukları için, Arapçayı bildikleri için hıfsettikleri Kur’an’ı ezbere okurken, okuduklarının anlamını, manasını bilerek okuyorlardı.
Günümüzde artık basın, yayın, bilişim teknolojileri son derece gelişmiştir. Kur’an’ın orjinali ve çeşitli dillere çevrilmiş mealleri yayınlanan kitaplarda, internet sitelerinde, dijital ortamlarda mevcuttur ve ulaşımı son derece kolaydır. Artık birilerinin yaklaşık 600 sayfa Kur’an metnini daha doğrusu metnin lafsı Arapça telaffuzunu ezberlemeye çalışmasına, bu işe aylarını hatta yıllarını vermesine gerek yoktur..
Bu konuda diğer önemli bir hususta şudur: Ülkemizdeki hafızların hemen hemen hiç biri Kur’an’ı ezbere okurken ayni zamanda okuduğunun Türkçe anlamını  bilerek Kur’an okuyamaz. Hafızlar Arapça orijinal metnin telaffuzunu manasını bilmeden lafsını (ses ve nağmelerini) ezberler ve okurlar. Belki ancak binde bir, hatta on binde bir hafız Kur’an okurken lafsının yanı sıra  ayni zamanda Türkçe anlamını, manasını da bilerek okur. Hafıslar “ Kur’an’ın manasına yoğunlaşılırsa lafsı unutulur, karıştırılır” derler. Arapça metni lafıs (ses ve nağme) olarak ezberlemeyi, okumayı yeterli görürler..

Japonca bilen biri, Japonca yazılmış bir kitabı okurken okuduğunun Türkçe karşılığını bilerek, anlayarak okur. O kitapta yazan bilgilerden istifade etmeye çalışır. Japonca bilmeyen birinin 600 sayfa Japonca yazılmış bir kitabı; daha doğrusu kitapta bulunan kelimelerin telaffuzunu ezberlemeye çalıştığını düşünelim; hafızların yaptıkları işte böyle bir iştir. 
Kur’an Arapça olduğuna göre, Kur’an’ı orjinalinden okumak isteyen veya hıfsetmek isteyen kişi öncelikle çok iyi derecede arapça öğrenmelidir. Arapça bilmeyen kişi de bildiği dilden yazılmış Kur’an mealini okumalıdır.
Kur’an, dünyada anlamı bilinmeden sadece telaffuz edilerek okunan belki de tek kitaptır. Oysa anlamı bilinerek okunması en gerekli kitap hiç şüphesiz Kur’an’dır..

HATMETMEK
Kur’an’ı  Allah’ın istediği gibi; ayetlerin manasını mesajını anlamak ve sonra uygulamak için, sindire sindire, yavaş yavaş, öğüt ve ibret alarak baştan sona tamamını okumaktır. Esas hatim budur.
Bu şekilde okumayı Kur’an; kıraat, tertil, tilavet, tedebbür, tefekkür kelimeleri ile ifade etmiştir.  
Farz olan, Kur’an’ı bu şekilde anlayarak, ayetler üzerinde düşünerek-tefekkür ederek okumaktır.
Türkçe karşılığını bilmeden, ayetlerin anlamını düşünmeden, öğüt, ibret almadan, Kur’an’da yer alan Arapça harflerin lafıslarını telaffuz etmek, bu şekilde bir okuma-hatmetme Kur’an’ın bildirdiği, istediği okuma-hatmetme şekli değildir.  
Kitap’ı gereği gibi okuyanlar, işte onlar ona inanırlar.” (Bakara-121)

Anlamını bilmeden Kur’an okumak, şeytanın amaçlarına hizmet etmek olacaktır..
“Allah o şeytana lanet etmiştir. Demişti ki o: Yemin olsun, senin kullarından bir kısmını
  kandıracağım-saptıracağım, onları kuruntulara-hurafelere-anlamını bilmeden okumaya
  mutlaka sevkedeceğim..” (Nisa-118-120)

Hz. peygamberimiz zamanında tecvit kuralları, izhar, ihya, idgam gibi okuma usulleri, makamları yoktu. Bunlar sonraki zamanlarda ortaya çıkan beşeri usuller, uygulamalardır. Önemli olan Kur’an’ı düşünerek, ayetlerin anlamları üzerine yoğunlaşarak okumaktır. Hz. peygamberimizin gözde sahabelerinden olan ibn Mesut  “ biz bir ayetin içerdiği bilgileri tam anlamadan ötekine geçmezdik, bazen bir ayetin üzerinde günlerce durup düşünürdük” dediği rivayet edilmiştir.

Çok sevap kazanmak çok okumakla değil, manasını düşünmekle olur.............. Düşünmeden ve anlamadan Kur’an okumak mekruhtur. Mekruh olan şey beğenilmeyen, istenmeyen, güzel ve hoş olmayan şey demektir. Böyle olan bir şeyin sevabı ve mükafatı da olmaz. O  halde anlaşılmadan ve düşünmeden  okunan Kur’an’ın sevabı olmadığı hükmüne varılabilir..................Kur’an’ı hatmetmek yerine bir ayetin manasını anlamaya ve üzerinde düşünmeye çalışan bir kimse daha çok sevap alacaktır.  Böylece ayet ayet Kur’an’ın manasını da öğrenmiş olacaktır..................
Müslüman olan Kur’an okumalıdır. Kur’an o kadar yüce ve kıymetli bir kitaptır ki okuyan veya okuyanı dinleyen kimse, onun yüceliğine boyun eğmeli ve secdeye kapanmalıdır. Kur’an okumayı ihmal etmek, Müslümanlığı ihmal etmektir. Kur’ansız Müslümanlık olmaz. Kur’an okunmasına Kur’an’ın da bu kadar ehemmiyet vermesinin hikmeti onun anlaşılmasını ve tatbik edilmesini sağlamaktır.
Aksi takdirde günümüzdeki kayıt cihazlarının Kur’an okuması gibi beyinsizce ve otomatik olarak anlamadan Kur’an okumanın bir faydası olmadığı için bir sevabı da yoktur.
 Gaye anlamaktır. Kur’an ancak anlaşıldığı zaman zihne ve kalbe nufuz eder, sonra amel etmeye sebep olur........”.   (Hüseyin Atay – Kur’an Göre Araştırmalar  - S: 51, 53 )

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

                                                                                    

11 Mayıs 2015 Pazartesi

HİLAFET - HALİFELİK

Halife, halef: Sonradan gelen, kendinden öncekinin yerine geçen demektir.
Bir iş ve görevde, kendinden öncekinin yerine geçen, onun yetkilerini kullanan demektir.
Peygamberler, kendinden önceki peygamberin halefi olarak Allah tarafından seçilmişlerdir.

Hilafet: İslam tarihinde, Hz. Muhammed’ten sonraki  devlet başkanlarının Hz. peygamberin halefi kabul edildiği, Hz. peygambere ve dolayısıyla Allah’a vekillik kurumuna dönüştürülen, iktidar gücü ile dinin kutsal  gücünü birleştiren;  Allah’ın dinini devlet dinine dönüştüren,  İslam’ı saltanat imtiyazı haline getiren, egemenlik aracı yapan, iktidarı kutsallaştıran siyasi makamdır. Barış ve özgürlük dini İslam’ı  teokratik yapıya dönüştüren papalık özentili, Emevi uydurması şirk kurumdur.  

Kur’an ışığında konuyu incelersek şu tespitleri yapmak mümkündür:

“Allah Haalik’tir, herşeyin yaratıcısıdır. Herşey üzerine vekil-temsilci olan da O’dur..” (Zümer-62)

Kur’an’da 12 ayette “ Vekil olarak Allah yeter..”  buyurulmaktadır.
İsra suresi 54. Şura suresi 6. ve Hud suresi-86. ayetlerinde peygamberlerin insanlar üzerine vekil olarak gönderilmedikleri dolayısıyla ümmetin temsilcisi, sorumlusu, koruyucusu, bekçisi  olmadıkları bildirilmiştir.
“... Seni onlara gözcü yapmadık. Sen onların koruyucusu da değilsin..” (En'am-107)

Yunus suresi 108. ayetinde de Yüce Allah Hz. peygambere hitap ederek  “De ki: Ben sizin üzerinize vekil değilim; diye buyurarak Hz. peygamberin ümmete vekil olmadığını, ümmetin sorumluluğunu, koruyuculuğunu üstlenmediğini duyurmasını istemiştir.
Yüce Allah bütün varlıkların, tüm yaratılışın vekilliğini sorumluluğunu üstlenmiştir. Peygamberlere dahi bütün ümmeti temsil etme hakkı vermemiştir. Buna rağmen İslam aleminde bütün ümmeti temsil ettiği iddia edilen hilafet makamı icat edilmiştir. Sultanlar, padişahlar,  imamlar, gavslar, kutuplar ümmetin temsilciliğine, dinin koruyuculuğuna soyunmuşlardır...

Peygamberler ümmetin vekili, temsilcisi, sorumlusu değildirler; Allah’ın elçileri, temsilcileridirler.
Peygamberlik Allah’ın takdiri, tercihi, iradesi, atamasıyla elde edilen bir ünvandır.
Kur’an Peygamberimiz Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu, halefinin olmayacağını bildirilmiştir. Yüce Allah, peygamberlik kurumunu, görevini, ünvanını sona erdirmiştir. (Ahzap-40)

Dünyada İslam’ı ve Müslüman ümmeti temsil eden bir makam, unvan, kişi, kurum yoktur.

Bunun daha terminolojik anlamı ise şudur: Yönetim erkinin sahip olduğu gücün Tanrısal ve kutsal
kaynaklı olmayacağıdır. Hiç kimse kendisine Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, Allah'ın gölgesi, Allah'ın hizbi-partisi gibi sıfatlar vererek -Haşa- O'nu temsilen siyasi egemenlik iddiasında bulunamaz..
İnsanın/müminlerin yeryüzüne halife /yönetici/görevli olarak atanmasının/tayin edilmesinin amacı (Bakara-30 Nur-55) Allah'ın yardımcıları olarak (Saff- 14) yeryüzünde ortak bir gelecek için Allah’ın iradesine dayalı adil bir düzen kurmaktır. Barışı, huzuru tesis etmektir. Dünyayı birlikte yaşamaya değer, müreffeh hale getirmektir.(Hud-61) Yani, İslam'ın amacını gerçekleştirmektir. Bu, kendisine aklı ve imanı lütfeden Allah'ın insana/mümine yüklediği sorumluluktur. Bu sorumluluk, görev tüm insanlara/müminlere verilmiştir. 
Kur'an'da hilafet kelimesi geçmez. Halife kelimesi ise  8 ayette geçer ve bu ayetlerde bir kişi veya zümre değil bütün müminler kastedilir. (Bakara-30 En'am-165 A'raf-69,74 Yunus-73 Neml-62  Fatır-29 Sad-26)

Peygamberliğin sona ermesinin bir anlamı da bundan böyle Allah’tan vahiy gelmeyeceğidir.
Kur’an, yaşayan ve yaşayacak tüm insanların yegane rehberi ve rahmeti olacaktır.
İslam’ın temsilcisi, yetkilisi artık sadece Kur’an’dır.
İnsanlar ulaştıkları tekamül seviyesinde artık bir uyarıcıya, elçiye gerek olmaksızın Kur’an’ı ve kainat kitabını, fıtratı okuyarak kendilerini hidayete eriştirecek doğru yola yöneleceklerdir.

Sonlandırılmış olan ve atamayı sadece Allah’ın yaptığı bir makama, göreve insanoğlu herhangi
bir nedenle ve herhangi bir usulle atama yapamaz. Kişi kendi kendini de atayamaz. Veraset veya
kılıç gücüyle peygamber halefi, dinin ve ümmetin temsilcisi olunmaz. Olmayan, kaldırılan bir
makamın  halefi olmaz. Hz. Muhammed’in halefi veya vekili olmaz, olamaz. Devlet başkanları
resulün yerine geçen, peygamberlik görevine atanan anlamında halife ünvanını kullanamaz.
Hz. peygamberimizden sonraki halifeler aslında olmayan bir ünvanı temsil etmişlerdir.
Hz. Muhammed’ten sonra hilafet makamı dini-ilahi değil, idari-siyasi bir makam olmuştur..
Devlet başkanlığı veya sultanlık, padişahlık makamını kutsal nitelikleri olan, peygamberin yerine
geçen, İslam’ı ve ümmeti temsil eden kişiler makamına dönüştürmek dinin ruhuna terstir.
İslam’ı ve bütün Müslüman ümmeti temsil yetkisi yoktur. Yüce Allah tarafından atanmayan, seçilmeyen beşer tasarrufu ile oluşturulan bir makam, dini  ve ümmeti temsil edemez. Kur’an hilafet makamına onay vermez.

Mezhepler, Hıristiyanlıkta olduğu gibi adeta bir ruhban=din adamları sınıfı yaratmış ve
papalığın benzeri olarak; şii mezhebi imamet, sünni mezhebi ise halifeliği bu sınıfın başına oturtmuştur. İmamlar ve halifeler İslam’ın ve bütün Müslüman ümmetinin temsilcisi saymıştır.

Atatürk, Türk Tarih Kurumu’na yazdığı bir mektupta halife unvanını kullananları “Muhammed’in
halifesi ünvanını taşımak maskaralığında bulunanlar” olarak tanımlamıştır...

"Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları hâlâ bir halife hayaliyle oyalamaya ve aldatmaya çabalayanlar, ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye'nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak bilgisizlik ve aymazlık belirtisi olabilir." ATATÜRK-NUTUK

632 yılında Hz. peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebubekir, peygamberimizin  halefi olarak
halife seçilmiştir. Hz. Ebubekir’in halifelik görevi, peygamberimizin sadece devlet işleriyle ilgili yönetici-idareci yönüyle ilgilidir. Hz. Muhammed’in peygamberlik, Allah’ın elçiliği görevine
insanların seçim yapamayacağını en iyi bilenler hiç şüphesiz ilk Müslümanlardan olan
Hz. Ebubekir ve onu seçen Müslümanlardır.
Hz. Ebubekir’in ölümünden sonra yerine Hz. Ömer seçilmiştir. Yani Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in               halefidir. Hz.Ömer’den sonra yerine seçilen Hz. Osman’da Hz. Ömer’in halefidir. Daha sonra
Hz. Ali, Hz. Osman’ın halefi olarak seçilmiştir. Hz. Ali’den sonra da oğlu Hz. Hasan babasının yerine halife seçilmiştir. Bu seçimler kabileler arası denge politikaları gözetilerek müminlerin tercihleri ve ortak kararlarıyla yapılmıştır.
Hz. Ali (Bazı rivayetlere göre Hz. Ömer) kendisine “Halifetü-l Müslimin” Müslümanların halifesi şeklinde değil, “Emirü’l müminin”müminlerin yöneticisi olarak hitap edilmesini istemiştir.

Bazı mezhep kitaplarında bu dönemden asr-ı saadet veya  altın çağ olarak bahsedilse de, Hz. Ömer suikast  sonucu camide namaz kılarken; Hz. Osman, Hz. Ebubekir’in Peygamberimize hürmeten Muhammed adını verdiği oğlu ve arkadaşları tarafından öldürülmüştür.

Medine halkı adaletsizlik ve yolsuzlukla suçladığı Hz. Osman’ın Müslüman mezarlığına defnedilmesine bile izin vermemiştir. Öldürülmesinden ancak üç gün sonra bir Yahudi mezarlığına defnedilmiştir. (Y.N.Öztürk-Maun suresi-S:229)
Hz. Ali’nin seçim sürecinde ve halifelik döneminde de bir çok sorunlar yaşanmıştır.  Ve Hz. Ali’de 661 yılında muhalifleri tarafından öldürülmüştür.

Hz. Ali’den sonra, Hz. Muhammed’in ve İslam’ın baş düşmanlarından olan, Uhud ve Hendek savaşlarında kafirlerin komutanlığını yapan sonra canını kurtarmak için Mekke’nin fethi sırasında,
Hz. Muhammed’e biat etmek zorunda kalarak Müslüman olan Ebu Süfyan’ın oğlu olan Emevi
sultanı Muaviye, halifelik ünvanını  kılıç zoruyla, zorbalıkla, vahşet ve kanla almıştır.
Din ve saltanat gücünü tek elde toplayıp, iktidarına  kutsal bir destek, dokunulmazlık  kazandırmak için kendisini peygamberimizin halefi, makamını da hilafet makamı ilan etmiştir. Başka bir anlatımla: Devlet başkanlığıyla birlikte halifelik, hilafet makamı da güçle, savaşla, kanla  sahip olunan, dinin istismar edildiği, saltanat çıkarlarına alet edildiği tamamen siyasi nitelikli makam haline gelmiştir.
Emevi dönemiyle birlikte devlet başkanlığı ile hilafet makamı veraset yoluyla babadan oğula geçen bir kurum haline getirilmiştir. 
Sultanlık ve hilafet milli-dini kurumlar/makamlar değildir. Sultanlık dönemin güçlü imparatorluğu Roma'dan, Hilafet ise papalık kurumundan ithal-taklit edilmiştir.
Kur’an’ın devlet, millet yönetimiyle ilgili bildirdiği temel hükümlerin tam tersi kurallar, uygulamalar içeren bir yönetim şekli kurulmuştur. Kur’an’ın bildirdiği şura esasından, işi ehline verme ilkesinden, adaletten uzak; dini istismar eden saltanat, sömürü aracı yapan bu despot yönetim şekli  ne acıdır ki, tarih boyunca Müslümanlar tarafından dinin emrettiği yönetim şekli olarak kabul görmüştür.
Emevi fıkhının, mezhep şeriatlarının Kur’an hükümlerinin önüne geçmesinin acısını 1400 yıldan beri Müslüman ümmeti çekmektedir. İslam dünyasında bu yanlış gidişe ilk karşı çıkan; teokratik diktayı yıkan ve Kur’an hükümlerine uygun yönetim şeklini kuran ulus, Atatürk önderliğinde Türk ulusu olmuştur.

03.03.1924 tarihli kanun ile hilafet kaldırılmıştır. Söz konusu kanuna altı millet vekili karşı çıkmıştır. Kanunun yaygın-yanlış bilinen “hilafet TBMM’nin manevi şahsiyetinde mündemiçtir” şeklindeki ilk maddesi aslında muhalif altı millet vekilinin değişiklik önerisidir. Kabul edilen kanunun ilk maddesi şöyledir: “Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda/kavramında esasen mevcut/mündemiç olduğundan makam-ı hilafet mülgadır.” Kanun bu şekliyle kabul edilince muhalif vekillerden biri değişiklik önergeleri kabul edilmediği için istifa etmiştir... 
Cumhuriyeti, demokrasiyi özümseyemeyen hilafet özlemiyle yanıp tutuşan bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi hilafet, TBMM'nin şahsiyetinde mündemiç/mevcut değildir. TBMM istediği zaman halife tayin etme hakkına sahip değildir. Yönetim erki/egemenlik; Cumhuriyetin kabulüyle birlikte halife/padişahtan, halka-meclise geçmiştir. Padişahlığın ve hilafetin kaldırılmasının anlamı budur. 
Hilafetin tekrar gelmesinin ön şartı: Padişahlığın/sultanlığın gelmesidir; Cumhuriyetin, demokrasinin yıkılmasıdır. Karşı devrim yapılmasıdır..

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK
                                              
                            

                                                                                      

1 Mayıs 2015 Cuma

ANA DİLDE İBADET

Yaratılışta seçim hakkımız yoktur. Mensup olduğumuz milletin, ırkın ve dilimizin seçimi
Yüce Allah’ın takdiridir.

“Rabbim dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için seçim hakkı yoktur..” (Kasas-68)
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dilleriniz ve renklerinizin başka oluşu O’nun delillerindendir-
   ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilgi sahipleri için deliller vardır..” (Rum-22)

Tüm ırklar, diller Allah’ın tecellisidir, O’nun ayetlerindendir. Hepsi eşittir. Hiçbir ırk, millet
diğerine üstün olmadığı gibi hiç bir dil de diğer dillere göre daha kutsal veya daha üstün değildir.
Kutsal olan vahyin getirdiği Allah’ın mesajıdır, vayhin indirildiği dil değildir.

“Hiç bir ümmet yoktur ki, içinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun..” (Fatır-24)

Bütün milletlere kendi dilleriyle konuşan peygamber gelmiştir. 
Muhtemeldir ki, her dilde vahiy de gelmiştir. 
Arapça kutsal kitap dili veya vahiy dili değildir.
Hiç bir dilin kutsallığı yoktur, varsa bütün diller kutsaldır. 

“Her ümmet için bir resul öngörülmüştür..” (Yunus-47)
“Biz, görevlendirdiğimiz her resulü ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara
  açık seçik beyanda-açıklamada bulunsun..” (İbrahim-4)
“Biz uyarıcıları olmayan, peygamber göndermediğimiz hiçbir medeniyeti, toplumu helak
  etmemişizdir..” (Şuara-208)

Hz. Musa’ya vahiy edilen Tevrat ve Hz. İsa’ya vahiy edilen İncil  kendi toplumlarının dili olan İbranice vahiy edilmiştir. Hz. Muhammed’e vahiy edilen Kur’an Arap toplumunun dili olan 
Arapça olarak vahiy edilmiştir. Amaç: Allah’ın mesajının kolayca anlaşılması, öğrenilmesi, öğretilmesidir. (Yusuf-2 Şura-7)
Kutsal olan ne yazıdır, ne de dildir. Bir Japon peygamber gelmiş olsaydı (belki de gelmiştir.) O’na
indirilen vahiyler de hiç şüphesiz japonca olurdu,  Japon harfleriyle yazılırdı.

Arapça,  İslam’ın dili veya Arap alfabesi İslam alfabesi değildir. Evrensel bir dinin dili, alfebesi olmaz. Kur’an ‘‘ey Araplar” veya “ey Arapça bilenler’’ diye hitap etmez. ‘‘ey insanlar’’ diye hitap eder. Dini sadece Allah’a has kılan müminler Kur’an mesajını anlar. Allah onlara Kur’an’ı öğretir.
Kur’an’ı hakkıyla öğrenmelerinin sebeplerini yaratır.
                                                                        
                                                                                   * * * * *
İslam dini evrenseldir. Kur’an, bütün alemlere, bütün insanlara rahmet, kılavuz, öğüt, ışık olarak
yüce Allah tarafından vahiy edilmiştir. Dünyada yaşayan bütün insanlar, bölge, coğrafya, ırk,
 millet, dil farkı gözetmeksizin İslam’ı öğrenmekle, anlamakla, Kur’an hükümlerine tabii olmakla
ve bu hükümleri yaşamına uygulamakla yükümlü kılınmıştır.
Kur’an’ın farklı dillere tercümesinin yapılması-mealinin yazılması ve farklı dillerde ibadet edilmesi
İslam’ın evrensellik özelliğinin doğal sonucu ve gerekliliğidir..
                                                                                    
Kur’an’daki  İslam’ın öğrenilmesi ve yaşanması için yapılması gereken ilk iş: Kuran’ın dini
yaşayacak toplumun ana diline çevrilmesidir. Kur’an Arapça inmiştir ve orjinali Arapça’dır fakat
Kuran’a göre Arapça, kutsal bir dil değildir, Alah’ın özel dili, cennetin lisanı değildir. Arap milleti
üstün ırk değildir. Tam tersi Kur’an’da Arap’ları-bedevileri kınayan, eleştiren bir çok ayetler vardır.

Dünyada bir çok millet ve konuşulan bir çok dil vardır. Bu durum Yüce iradenin taktiridir.
İslam’ı öğrenmenin, anlamanın ve yaşamanın ilk şartı Arapça öğrenmek olamaz.
İslam’ın öğrenilmesi, sevilmesi, yayılması isteniyorsa dünyada  yaşayan herkesten  Arapça
öğrenmesini, Kur’an’ı orjinalinden okuyup, anlamasını  isteyemeyiz, bekleyemeyiz.  
Yapılması gereken: Kur’an’ın dünyada konuşulan bütün dillere çevirisini yapmaktır.
İslam’ı öğrenmek isteyen Japon vatandaşı Japonca çevirisinden, Sibirya'da yaşayan kişi Rusça
çevirisinden, Fransız vatandaşı Fransızca çevirisinden Kur’an’ı okumalı, İslam’ı öğrenebilmelidir.
                                                                           * * * * *
Allah akledilmesini, ince ince düşünülmesini, araştırılmasını, emirlerinin uygulanmasını, yaşantımızda rehber edinmemizi ister. Kişiler Allah’ın kitabının manasını bilmeden üzerinde nasıl inceden inceye düşünebilirler? Kur'an’ın kendi üzerinde ince ince düşünülmesiyle ilgili emirleri Kur'an’ın manası bilinmezse nasıl uygulanacaktır? Sonuçta kişiler dini öğrenmek ve yaşamak için, dinle ilgili bilgileri anladıkları, bildikleri dilden duymak veya okumak zorundadırlar.
Çeviride ortaya çıkan bazı zorluklar, Arapça’dan Türkçe’ye çevirinin zorluklarından ziyade, kavramın Arapça’sının neyi ifade ettiğinin tartışmasından ortaya çıkmaktadır. Bu da bir çeviri sorunu değil, anlaşılma sorunudur. Araplar da bu sorunu Türkler kadar yaşarlar.

İnsanların anadiliyle Kur’an okumasına karşı çıkanların asıl  amacı:Kişi ile Allah arasına mezhep
izahlarıyla yetişmiş din adamlarını sokarak hurafelerin, bid’adların din diye sorgulamasız kabulünü
sağlamak ve  Arapizme hizmet etmek, Arapçanın yayılmasını, etkinlik alanının genişlemesini sağlamaktır..
İnsanlar dinin tek kaynağı olan Kur’an’ın çevirisini okuduklarında  Allah’ın dini ile Emevi
şeriatı referanslı uydurulan dini ayırt etmeleri mümkün olacaktır. Kuran’ın ancak Cumhuriyet
döneminden sonra Türkçeye çevrilmesinin ve mezhepçi, gelenekçi, hilafetçi, şeriatçı, dinci grupların
buna direnmelerinin altında yatan temel neden budur. Dinci sınıf İslam’ın mezheplerin, tarikatlerin, cemaatlerin tekelinden çıkmasını ve uydurmaların sorgulanmasını istemez.

Kur’an’ın anlamını bilmeden sadece Arapça telaffuzunun okunması gerektiğini savunan zihniyetle, ibadetlerin Arap diliyle  yapılması gerektiğini savunan zihniyet aynı zihniyettir.
Kur’an’ın anlamını bilmeden Arapça telaffuzunun okunmasında ki anlamsızlık ve sakıncalar nelerse, Arap olmayanların Arap diliyle ibadet etmelerinin sakıncaları, anlamsızlığı da o dur.
İslam dini madem ki evrenseldir, tüm insanlara hitap etmektedir, insanları Allah’a teslim olmaya,
Kur’an’a tabii olmaya çağırmaktadır; dünyada yaşayan bütün insanlar bildikleri dil ile ana dilleriyle
Kur’an’ı okumalı, dinini ve  Allah’ın emirlerini, yasaklarını öğrenmelidir. Dualarını, ibadetlerini ana
dilleriyle yapmalıdır.
Temel evrensel insan haklarından birisi de din ve ibadet hakkıdır, özgürlüğüdür.
İnsanlara din ve ibadet haklarını özgürce anadilleriyle yapabilmeleri için gereken ortam, imkan sağlanmalıdır. İnsanları ibadetlerinde bir başka milletin diline mecbur etmek dinin gereği olmadığı
gibi bu yöndeki telkinler akıl ve vicdanla izah edilemez.
                                                                                   
İslam’ın yayılmasının, dilleri farklı insanlar, milletler tarafından sevilmesinin, benimsenmesinin
önündeki en büyük engel Arapça taassubudur.
Herkesin, her milletin kendi diliyle yazılmış olan Kur’an meallerini okuması ve ana diliyle ibadet
etmesi  yaygınlaştığı oranda, İslam dini dünya üzerinde sevilecek ve yaygınlaşacaktır.

İnsan kendisini; duygularını, sevinçlerini, sevgisini, hislerini, endişelerini, düşüncelerini en güzel
ve doğru şekilde ancak bildiği dille, anadiliyle ifade eder.
Bilmediği bir dille gönlünden geçenleri samimiyetle, tam anlamıyla ifade edemez.
Dil, bir milletin varlık sembollerindendir ve en temel, asli  iletişim aracıdır.
İbadet ve dua insanın Rabbiyle iletişimidir.
İnsanlar iletişimi en güzel şekilde ancak anadilleriyle kurabilirler.

Her dilin kendine özgü telaffuz ve ses özellikleri vardır. Her dil herkes tarafından gereğince
telaffuz edilemez. Mesela Arapçada gırtlaktan çıkan sesler, harfler vardır.
Gırtlaktan çıkan seslerin Arap olmayan biri tarafından çıkarılması, telaffuz edilmesi oldukça zordur. Ufak bir ses kayması kelimenin anlamını tamamen değiştirir.
Arapçada bulunan ‘‘ğ’’ sesi çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur.
Fağfir lene – bizi koru diyeceğimiz yerde, fakfir lene – bizi boş ver-önemseme diyebiliriz.
Müslüman bir Türk’ün Allah’a kendi anadiliyle değil de seslendirmeyi beceremeyeceği arapça
sözcüklerle yakarması sakıncalıdır, anlamsızdır.
                                                                              
Namazın huşu içinde, ihlasla kılınması yani; saygı, şükran, umut, korku, duygularıyla tüm benliğimizle, ruhumuzla, içten, hissederek, samimi duygularla kılınması, Allah’ın hatırlanması, anılması, yüceltilmesi gerekir.
Ancak, namaz kılarken  gerektiği kadar dikkatin, düşüncenin yoğunlaşamaması,  duaları okurken
akla başka konuların gelmesi, namaza gereğince konsantrasyon sağlayamama sıkça duyulan  yakınmalardır. ‘‘Din adamları’’ bu durumun nedeni olarak genellikle şeytanın vesvesesini
gösterirler, kabahati şeytana atarlar. Aslında buradaki şeytan, anadilde ibadete karşı çıkanlardır.
Anlamını bilmeden ezbere tekrarlanarak okunan duaya, sureye dikkati yoğunlaştırmak, huşu içinde
olmak, namaza gereğince motive olmak mümkün değildir. İnsan ancak  anlamını bilerek okuduğu
sureyi,  duayı aklı ve duygularıyla değerlendirir, hisseder, düşünür, yorumlar, Rabbini hatırlar,
anar-zikreder, yüceltir-tespih eder; O’nu hisseder. İhlasla, samimiyetle, içtenlikle, saygı, şükran
duyar, içi ürperir ve huşu ile namazını kılar..
Dua ve ibadetlerin çok kısık olmayan, çok da yüksek olmayan bir ses tonuyla yapılması; dua ve 
namaza motivasyonu, konsantrasyonu arttıracaktır.

Namazlarımızda, ibadetlerimizde sure, ayet ve duaların Türkçe meallerini okumalıyız.
Arapça okusak bile,  ayetlerin anlamlarını aklımızdan geçirerek okumalıyız. Ne söylediğimizi
bilene kadar-söylediğimizin anlamını bilene kadar namaza yaklaşmamalıyız.. (Nisa-43)
Namazda ne yaptığını ne okuduğunu bilen, bir bilinç içinde olmalıyız.

 Hz. peygamberimiz namaz kılmak için Kur’an’dan sure, ayet ezberleyemeyen sahabeye Allah’ı yücelten, öven sözler söyleyerek, O’nu zikrederek, O’na hamt ederek  namazını kılabileceğini söylemiştir.
İran asıllı büyük sahabe Selman Farisi (Ölm: 656) Hz. peygamberimizden onay alarak, İranlı
Müslümanlara verdiği fetvada, namaz kılarken Fatiha suresinin Farsça tercümesini okumalarına
izin vermiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife, Hz. peygamberin uygulamalarına ve  Şura suresinin 196. ve Ala suresinin
 18. ayetlerine dayanarak namazda okunan sure ve ayetlerin Arapçadan başka bir dilde okunabileceğini söylemiştir.
Osmanlı uleması 18. yüzyılda kısa surelerin Türkçeye çevrilmesine ve namazlarda okunmasına müsaade etmiştir.
                                                                                                         * * * * *
“Namazı beni anmak için kıl..” (Taha-14)

Allah’ı zikretmek, hatırlamak, anmak, O’nu yüceltmek ve övgümüzü şükrümüzü, dileğimizi arz
etmek için namaz kılarız. Zikir, bazı ayetlerde Kur’an’ın ismi olarak geçer. Kur’an, insanlara Allah’ı hatırlatan ilahi bir hitaptır.Namaz kılarken Kur’an’dan sureler, ayetler okunması  hiç şüphesiz
uygun bir davranıştır. Ancak, namaz kılarken, dua ederken ve diğer ibadetlerimizi yaparken Arap
dilini kullanmamız gerektiği yönünde ima yoluyla bile olsa Kur’an’da herhangi bir hüküm yoktur.
Kur’an’da “ibadet dili” diye bir kavram yoktur.  
“Oku” emrinden anlamamız gereken anlamını düşünerek, öğüt ve ibret alarak okumak olmalıdır.
Kur’an okumanın ilk bildirilen temel ibadet olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. “oku”mak
ibadetini terk etmemeliyiz.

Camilerde, mescitlerde cemaatle birlikte kılınan namazlarda cemaat çoğunluğunun ana dili neyse  
o dilde namaz kılınmalıdır. Cemaatin çoğunluğu Türk ise namazda okunan surelerin, duaların
Türkçe meali okunmalıdır. Cemaatin çoğunluğu Japon ise sureler, dualar Japonca okunmalıdır;
İngiliz ise, İngilizce okunmalıdır.
Cuma hutbelerinde okunan dualar, salavatlar, tespihler de ayni şekilde cemaatin ana dilinde
okunmalıdır. Okunmalıdır ki, cemaat  ne söylendiğini anlasın, bilsin.  Kendisini yabancı bir ülkede;
bir Arap ülkesinde gibi hissetmesin..

“Son zamanlarda, ‘Bütün Müslümanların ana dili Arapça’dır. Müslüman olduğumuz için biz
Türklerin de ana dili Arapça’dır. Biz de ana dilde eğitim istiyoruz, ana dilimizi öğrenmek istiyoruz’
diyebilen süper manyaklar türemiştir. Arapçılıkla kafayı yiyen süper manyaklardır bunlar.
Süper manyaklar ve süper alçaklar...
Tüh bunların ervahına! Tüh ve yuh!”
(Yaşar Nuri Öztürk – Yurt Gazetesi – 12.02.2013)

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK





                                                                        
                                                                                 
                                                                                     

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....