26 Ekim 2015 Pazartesi

Egemenlik Konusu - Demokrasi ve Şura ilkesi

Egemenlik-Hakimiyet konusu Emevi şeriatı takipçileri tarafından istismar edilen konulardandır.
Bu kişiler seküler egemenlik anlayışı ile Kur’an’ın çeliştiğini iddia ederler.
“ Ne demek egemenlik millete aittir, egemenlik Allah’a aittir” derler... İşin aslı şöyledir.

Yüce Allah Halik’tir, Hallak’tır, Bari’dir, Bedi’dir ve “Yeryüzündekilerin, gökyüzündekilerin, ikisi arasındakilerin sahibidir, yaratanıdır, yönetenidir.” Kur’an’da bir çok kez tekrarlanan bu ayet  Allah’ın yaratılış üzerindeki ontolojik ve külli ilahi hakimiyetini vurgular. Yaratılışın, fıtratın, kainatın ilahi kanunlarını koyma, işleyiş kurallarını, ölçülerini belirleme yetkisi;  bu konudaki mutlak hakimiyet sadece Yüce Allah’a aittir. O kulları üstünde yegâne güç sahibidir. Egemenlik yalnız O’nundur.” (Enam-62, 63)
“... egemenlik gerçek olan Allah’ındır..” (Kehf-44)

Kur’an’da insanın hakimiyetinden yani hüküm verme yetkisinden şikayet yoktur. Şikayet, hakimiyette Allah’ın indirdiğinin, bildirdiği ilkelerin dışlanmasıdır. 
Dünya hayatında fıtratın düzeniyle, ilahi kanunlarla uyumlu ve dinin temel hükümlerine, ilkelerine uygun yaşamak gerekir. Muamelat alanında, ameli konularda; zaman, mekan şartlarına, ihtiyaçlara göre evrensel çağdaş değerler, kurallar oluşturmak ve insan fıtratına uygun beşeri kanunlar koymak; bu konudaki siyasi hakimiyet laik, demokratik sistemlerde halka - millete aittir. Milletin seçtiği ehil, adil kişilerden oluşan meclislere, kurumlara aittir. (Nisa-58, 59 Şura-38  Aliimran-159)
“Sizleri yeryüzünde halefler- yöneticiler  kılan odur..” (Fatır-39  Yunus -14)

"Ey inananlar, Allah'ın yardımcıları olun" (Saff-14)
Allah aklı, iradeyi ve bilgiyi insana dünyayı imar etmek ve yaşanabilir bir dünya kurmak üzere bahşetmiştir. Kur’an’da bu konudaki ifade son derece açıktır:
 Sizi yerden (topraktan) yaratan ve orayı imar etmenizi isteyen O’dur. Haydi artık Rabbinizden af dileyin ve O’na yönelin. (Hud:-61) 

Dolayısıyla insanların dünyada adalet temelinde gerçekleştirecekleri siyasi ve ekonomik faaliyetlerin ilahi irade ile çatışması mümkün değildir. 
“Demokrasi beşeri egemenlikte ortaklıktır. Dolayısıyla Allah’ın egemenliğine ortak olmak gibi bir durum söz konusu değildir.” (Muhammed el- Cabir)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Atatürk’ün bu sözü devlet, millet yönetiminde hakimiyet-egemenlik bir şahsa, bir aileye veya bir
zümreye ait değildir, millete aittir demektir. Atatürk teokratik monarşiyi yıkmıştır, hakimiyeti
padişahtan alıp halka vermiştir. Cumhuriyeti kurmuştur. 

Laik-seküler rejimler bazılarının iddia ettiği gibi Allah’ın “hakimiyet” alanına, yetkisine müdahale
edildiği rejimler değildir. Aslında Allah’ın hakimiyet alanına müdahale etmek mümkün de değildir.
Unutulmamalıdır ki, Allah’ın yetkilerine, niteliklerine eş, yardımcı, tamamlayıcı koşulan şirk
unsurlar her zaman teokratik dikta-dinci faşist yönetimlerde hakimiyeti elinde bulunduranların ve
ruhban=din adamları sınıfının içinden çıkmıştır.

Özetlemek gerekirse: Laik rejimlerde Allah’ın hakimiyet alanına karışmak söz konusu değildir.
Dinci, mezhepçi, şeriatçı, irticacı teokratik diktatörlüklerde ise: Beşeri kurallar, mezhep şeriatları
din hükmü gibi sunulur ve ruhban=din adamları sınıfı kendilerini dinin yetkilisi, temsilcisi gibi görürler.
Bu anlayış  Allah’ın hakimiyetine-egemenliğine ortak olma arzusudur.
Teoratik dikta yönetimlerinde yöneticilerin; Kıralların, padişahların, sultanların tavrı şöyledir:
“Hakimiyet Allah’ındır, ben de Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim, temsilcisi, yetkilisiyim, resulün halefiyim o halde hakimiyet bendedir.” Laik anlayış işte bu riyakarlık, istismar ve sömürü yolunu kapatmıştır..

"... Siyaset ve saltanat dincilerinin en önemli yalanlarından biri şudur: Milletlerin, insanların egemenlik hakkı olmaz; egemenlik Allah'ındır derler. Böyle diyerek din adına söyler, Ortadoğu despotizmlerini İslam diye öne çıkartırlar. Oysa ki İslam'ın ana kaynağına göre, insana egemenlik yetkisi verilmiştir. Egemenlik Allah'a aittir ilkesinin anlamı ontolojik yani varoluşla ilgili egemenliktir; siyasetle, yönetimle ilgili egemenlik değildir. " Yaşar Nuri Öztürk 

ŞURA ESASI:Halktan yetki alarak - bey’atlaşarak, sosyal uzlaşı ile karşılıklı danışarak, diyalogla kararlar alınmasıdır. Toplumun her kesiminden liyakat sahibi kişilerin kolektif katılımıyla, sorumluluk alarak yönetimde söz sahibi olmasıdır. Yönetimde ortak aklın ümmet-millet-halk iradesinin egemen olmasıdır..
Toplumu oluşturan ferdlerin kendi kaderlerinde söz sahibi olmaları ancak şura esası ile mümkündür. Halkın oylarıyla seçilen milletvekillerinden oluşan meclisler ve parlamentolar en geniş katılımlı şuralardır. Demokratik, parlamenter sistem Kur'an ilkelerine en uygun yönetim şeklidir. 

DEMOKRASİ: Halkın egemenliği; halkın iktidarı demektir.
Kişi hak ve özgürlüklerine dayalı yönetim şeklidir. Halkın sürü olmaktan kurtulması, onurlu, erdemli yaşaması demektir.  Eski Yunanca “Demos” (Halk) ve “Kratos” (Egemenlik, iktidar) sözcüklerinden oluşur. Başka bir görüşe göre demokrasi kavramı ve kelimesi Grek uygarlığından 3.000 yıl önce ilk kez Sümer uygarlığında görülmüştür. Sümercedeki  dumugiratuku kelimesi günümüze demokratika, demokrasi olarak gelmiştir..

Demokrasi ve özgürlük her ülkeye devrimle gelmiştir. Krallıklar, padişahlıklar, diktatörlükler güç kullanılarak; savaşlar veya halk devrimleri sonucu yıkılabilmiştir..
Demokrasilerde egemenlik, demokratik haklarının bilincinde olan halka aittir. Demokrasi lider egemenliği demek değildir. Lider sultasına ve parti oligarşisine son verilmelidir. Güçlü liderler yerine halkın güçlendirilmesi, halkın yönetimde daha fazla söz-yetki sahibi olması sağlanmalıdır.
Halkın yönetime katılımı ne kadar etkin ve yaygın olursa şura ilkesi,  demokrasi o kadar iyi işliyor demektir..
Halk egemenliği kul olmaktan kurtulan, özgür ve örgütlü bireylerle kurulur. Ağanın marabası olmaktan, şeyhin müridi olmaktan, saltanat yalakası olmaktan kurtulan, oyunu nohuta-makarnaya satmayan erdemli bireylerle olur.. 
Örgütsüz halk sömürülmeye mahkumdur. 

Milli  iradeyi sadece iktidar temsil etmez. Seçilen vekillerin-meclisin tamamı milli iradeyi temsil eder. Muhalefet- seçilmiş muhalefet  vekilleri de dahil olmak üzere halkın seçtiği vekillerin tamamı milli iradeyi temsil ederler.. Demokrasilerde iktidarlar millet adına devleti yönetir. İktidar-Hükümet kendisini devlet yerine koyamaz. Güçler ayrılığı ilkesi terk edilip tüm yetki iktidarda-yürütmede toplanmak istenirse bu diktatörlüğe doğru gidiş olur.
Demokrasilerde milletin yetki verdiği vekiller aralarında görev taksimi yaparlar, birbirleriyle görüşerek, danışarak, uzlaşarak, korumaya namusları üzerine yemin ettikleri anayasa ve kanunlar çerçevesinde yönetimle ilgili politikalar belirler, kararlar alırlar. Yasama, yürütme, yargı erkleri  arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesi kurumların birbirlerini denetlemesini sağlar.                                                                                    
Karşılıklı denetim, otokontrol, şeffaflık demokratik sistemin olmazsa olmazıdır. Yasaları koyan, yasaları uygulayan ve o yasalara dayalı adalet dağıtan kurumlar birbirlerinden bağımsız ve birbirlerini denetleyebilir olmalıdır. Seçilmiş veya atanmış tüm yöneticilerin bütün icraatları denetlenebilmelidir.

Yöneticilerin kendilerini  üst mevkilere getiren sisteme karşı tavır içinde olmaları veya kanunları hiçe sayarak “beni halk seçti, görev sürem içinde kimse bana karışamaz her istediğimi yaparım” anlayışı  demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasi bir kültürdür, medeniyettir, uygarlıktır, yaşam biçimidir. Özgürce yaşamanın; düşünce, hak arama ve örgütlenme özgürlüğünün güvencesidir. İnsanlara tevhide uygun olarak, kula kulluk etmeden yaşama imkanı verir. İnsanların özgür olmadığı,  baskı ve zulmün olduğu yerde adalet, huzur, esenlik ve barış olmaz, yani İslam olmaz..
                                                                                    
Yaklaşık 2500 sene önce yaşamış olan ünlü filozof PLATON demokrasi konusunda şu ikazlarda bulunmuş..
“ Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri  iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanmazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demegoglar, kötü de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.  Demokrasi bir eğitim işlidir. Eğitimsiz kişilerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demegoglar türer. Demegoglardan da diktatörler çıkar..”

Saygılarımla.
Vedat AKBAŞAK




18 Ekim 2015 Pazar

S E K Ü L E R İ Z M

Pagan inancına sahip Roma imparatorluğu’nda seküler anlayış benimsenmişti.  Çok Tanrı’lı sistemde isteyen istediği Tanrı’ya istediği ölçüde biat ediyor ve yaşamını kendi istediği gibi Tanrı’lardan bağımsız şekillendirebiliyordu. Roma’da Katolik Hıristiyanlığın benimsenmesiyle birlikte seküler anlayışın yerini, ruhbanların- kilisenin zulmü, engizisyon mahkemeleri aldı.. Ancak 15, 16. yy’dan itibaren Avrupa’da ruhban sınıfına, kilise hegemonyasına, engizisyon vahşetine, sömürüye, zulme tepki olarak seküler yaşam arayışları tekrar  başladı.
Sekülerleşme; Aklın, bilimin üzerinden kilisenin/ruhbanların hakimiyetinin kaldırılmasıdır. İnsanın özgürleşmesidir.  Aydınlanma; insanın aklını kullanmasına cüret etmesidir. (I. Kant)  Bu cüret ancak kilise hakimiyetinin kırılmasından sonra mümkün olabilmiştir. 

Seküler anlayışın dünya hayatından, yaşamdan soyutlamak istediği din; Orta Çağ’da Avrupa’da hüküm süren, akla iradeye hareket alanı bırakmayan, skolastik, dogmatik nitelikli Hıristiyanlıktır. Kilisenin, ruhban sınıfının kendi çıkarlarına göre tesis ettiği normlardan, kurallardan oluşan ve yaşamın her alanına müdahale eden uydurulmuş sentetik totaliter, baskıcı din anlayışıdır.
Esasında Hıristiyanlık ilahi temelden yoksun, Roma kilisesinin, Pavlus’un  oluşturduğu din anlayışıdır..  
 Seküler anlayış kilise tarafından din karşıtı bir faaliyet olarak kabul edilmiştir.
Hıristiyanlıkta dini; ruhbanlar, kilise temsil ettiği için kilisenin kurallarına, kabullerine karşı çıkmak dine karşı çıkmak olarak kabul edilmiştir.
                                                                                          * * * * *    
Seküler anlayışı bir Müslüman olarak kendi açımızdan değerlendirmeye çalışalım:
Mümin olmamız ancak Kur’an hükümlerini aklen onaylamak, kalben benimsemek ve yaşantımıza samimiyetle uygulamakla mümkündür. Bir mümin hiçbir işini dinden ayrı düşünemez. Her eylemini Kur’an hükümlerine uygun düşünmeli ve uygulamalıdır. Dünya ve ahiret hayatındaki mutluluğumuz buna bağlıdır..  Dinin tamamen göz ardı edilmesi, dünyevi nimetlerin ve arzuların karşılanması için yaşamak; dünyevileşmek, dünyevi merkezli bir yaşam sürmek İslam'a aykırıdır.
Aile hayatı, toplumsal-sosyal ilişkiler, iktisadi, hukuki  yapı gibi bir çok dünyevi  konular ve devlet, millet yönetiminde yöneticilerin uymaları gereken esaslar ile halkın-bireylerin bu konudaki sorumlulukları genel ilkeler halinde Kur’an’da bildirilmiştir. Hal böyle iken Müslümanların devlet yönetim sistemini ve diğer dünyevi işlerini dinden-Kur’an’dan ayrı düşünmesi mümkün değildir.

Her dönemin imkanları, toplumsal ihtiyaçları farklı olacaktır. İslam evrensel olmasının gereği olarak tüm detaylarıyla bir yönetim şekli bildirmez.  Devlet işlerinin şura esası ile, adaletle, sosyal paylaşım ilkesine bağlı kalınarak; seçilecek ehil, ahlaklı, erdemli, adil kişiler tarafından akla, bilime, evrensel değerlere göre  yürütülmesini ister. İslam dünyevi anlamda egemenliği, bildirdiği genel ilkeler çerçevesinde insana, akla, siyasete bırakmıştır. 

Bir Müslüman için sekülerlik: Kur’an hükümlerini dışlamak değildir. Mezhepçi, tarikatçı, siyasal İslamcı çeşitli dinci çıkar gurupların, sözde dini kurumların kendi menfaatlerine uygun oluşturdukları, uydurdukları din anlayışının, dogmatik kuralların  yönetimden, toplumdan, kamusal alandan, sosyal hayattan velhasıl yaşamdan dışlanmasıdır.
Seküler anlayış, aslında teokratik yönetim anlayışına karşı olan kıyamın, isyanın adıdır.. 
Sekülerleşme; yönetimde, siyasette egemenliğin sözde dini yapılardan, kurumlardan; idari/dünyevi kurumlara, kanunlara, kurallara geçmesi anlamında dünyevileşmektir. 

İslam dini insanların barış, huzur, esenlik içinde yaşamaları için gerekli olan kuralları, öğütleri bildirir. Yaşamı, dünyevi işleri İslam’dan soyutlamanın bir anlamı, gereği ve bize bir faydası da yoktur.   Tam tersi,  huzur ve mutluluk içinde yaşamak istiyorsak, Kur’an’ın emir ve yasaklarına, uyarı ve öğütlerine uygun yaşamamız gerekir.
Kur’an ilahi sistemin kullanma kılavuzudur. Kılavuza uygun yaşayan başarılı ve mutlu olacaktır. Kılavuzdan uzaklaşırsak, dünya işlerimizi dinden-Kur’an’dan soyutlarsak; fıtrattan, evrensel tabii yasalardan da soyutlamış oluruz. Dünya yaşanmaz bir yer olur.

“Kur’an hükümleri teorik, ütopik bir hayat tarzı bildirir, pratikte uygulanabilir değildir” şeklindeki düşünceler yanlıştır. Kur’an’ın bildirdiği hayat tarzı insan fıtratıyla uyumludur.
Kur’an hükümleri ile insan fıtratının kaynağı, sahibi ayni ilahi kudrettir. Allah’ın indirdiği ayetlerle, yarattığı ayetler arasında çelişki söz konusu olmaz. Kur’an bize ne bildiriyorsa fıtratımız da bize onu söyler.
Rum suresi 30. ayeti dini, fıtrat olarak tanımlar. Allah’ın indirdiği-vahiy etti Kur’an ayetleri nasıl ki dindir, dinin kapsamını belirler ayni şekilde yarattığı ayetler de;  yaratılışın, varoluşun kural ve ölçüleri de dindir. Fıtratullahın-sünnettullahın yasaları yani doğa-tabiat yasaları da dindir, Allah’ın yasalarıdır. İnsan, yaşamını fıtratında bulunan değerlerden, özelliklerden ayrı belirlemeyi düşünemez.   Ayni şekilde yaşamı, dünyevi işleri dünyanın, evrenin yasalarından ayrı düşünmek de mümkün değildir.
Kur’an hükümleri ile dünya işlerini-yaşamı ayırdığımız zaman nasıl ki huzurlu, mutlu, özgür yaşamak mümkün değilse; fıtratımızla, doğa yasalarıyla dünya işlerimizi ayrı düşünmek ve fıtratın yasaları ile çelişkiye düşmek bizi mutsuz edecektir...

İslamiyette sadece Allah’a kulluk vardır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi kiliseye ve ruhbanlara (Dincilere ve sözde dini kurumlara, makamlara) kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyette ruhban /clergy yoktur, olamaz da..  (Aytunç Altındal – Laiklik- S:53)  

Laik-seküler anlayışın hakim olmadığı yönetimlerde ruhban-dinci sınıfının hakimiyeti vardır. İstismar, sömürü ve zulüm vardır.
İslam’ın reddettiği, yok saydığı dinci- ruhban sınıfının egemenliğini reddeden laik anlayışa sahip olmak, sözde dini kurumlara, makamlara teslimiyeti reddetmek tevhide sadakatin gereğidir.

“Şeriat din olarak algılanır ve laikliğe zıt bir konuma getirilirse, dini kabul eden laikliği kabul edemez. Çünkü iki zıt bir arada bulunmaz. Laiklik İslam’a zıt ise laik olan da dini kabul edemez. ......... hem laik, hem de dindar veya hem dindar; hem de laik olabilmek için şeriatın din olup olmadığını, şeriat, din-İslam ve laikliğin ne olduğunu ve laikliğin dinle-İslam’la nerede uyuştuğunu veya uyuşmadığını anlatmak gerekir. Bunu yapmak için fikir hürriyetine  ve fikir üretmeye izin vermek şarttır...”
(Hüseyin Atay – Kur’an’a Göre Araştırmalar 2 – S:74 )

Batı tarihi krallara, kiliseye, ruhban sınıfına; teokrasiye karşı verilen mücadelelerle doludur.
İngiltere’de ilk kez 1215 yılında kralın yetkileri tartışılmaya başlanmıştır. Hukukun, kralın buyruklarından daha üstün olduğu kabul edilmiştir. Yayınlanan Magna Carta (Büyük Ferman) kararlarında bazı özgürlükler ve temel insan hakları garanti altına alınmıştır.
Magna Carta Fermanı hukuk devleti anlayışının, anayasal düzenin ilk adımı kabul edilir.

 Fransa’da 1301 yılında kıral Güzel Philippe, Papa VIII. Bonifatius ile güç mücadelesine girişmiştir.
Papa, kıralı aforoz ettiğini ilan etmiştir; Kıral da Papa’nın tutuklanması yönünde emir vermiştir.
Bu mücadele sonucunda Fransız Milli Kilisesi ortaya çıkmıştır. Onun başı da Fransız Kralı olmuştur.
Günümüzde bu tür çatışmaların belki de son versiyonu ülkemizde yaşanmaktadır.
Tarikat şeyhi okyanus ötesinden beddualar etmekte, iktidar ise onun ülkeye iadesi ve yargılanması
için çareler aramaktadır. Bu çatışmanın nedeni bir tarafın pastanın tamamını yemek istemesidir..
  
Hıristiyan Avrupa’da 14. yüzyıldan itibaren;  Erasmus (Ölm:1536) Martin Luther (Ölm:1546)
Jean Calvin (Ölm:1564) Volataire (Ölm:1778) Rousseau (1778)  Diderot (1784) gibi fikir adamlarının ve reformistlerin öncülüğünde katolik kilisesinin hegemonyasına karşı mücadele verilmiştir.
İngiltere’de püritenler (İngiliz Protestanları) Cromwel liderliğinde katolikliğe ve Anglikan kilisesine karşı çıkmıştır. Kralın ordularıyla 6 yıl süren iç savaştan sonra 1648 de devrim gerçekleşmiştir. 
Amerika’da 1776 yılında, laik anlayış izleri taşıyan İnsan Hakları bildirgesi yayınlanmıştır.
1786 yılında anayasanın onaylanmasından sonra İngilizler Amerika’dan ayrılmaya başlamışlardır..

Fransız Devrimine kadar Avrupa’da bir çok ülke Katolik Roma kilisesinin baskısına, sömürüsüne tepki olarak kendi milli kiliselerini kurmak için gayret sarf ettiler. Kurulan milli kiliseler protestan anlayışı benimsediler.
1789 Fransız Devrimiyle birlikte kilisenin, papanın, ruhban sınıfının toplum ve yönetim üzerindeki egemenliğine tamamen son verilmiştir. Gücünü Tanrı’dan aldığı iddia edilen krallıkların, monarjinin yıkılabileceği anlaşılmıştır. Fransa’da devrimden sonra  Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlanmıştır. Bu bildirgede ve 1791 yılında kabul edilen anayasada rahipler memur durumuna getirilmiştir. Kilisenin bütün malları devlet denetimine alınmıştır..
Devrimden sonra kiliselerin kapısına zincir vurulmamıştır, ruhban sınıfının yetkilerine zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, ruhban sınıfının egemenliği yani teokrasi  yıkılmıştır.

“Aslında Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Amerikan, Fransız) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır. Kiliseyi yönetimden kovmaktır.
1648 İngiliz devriminde Katolikliğin yerine Protestan kilisesi geçmiştir. Fakat 1789 Fransız ve 1776 Amerikan devrimlerinde kilise (teokrasi)  tamamen saf dışı edilmiştir...”
(İhsan Eliaçık – İslam ve Devrim Teorisi )

Laiklik içi boş bir kavram değildir. Dini kurumların mensubu olmayanlara ve dini kurumların, ruhbanların egemenliğini reddeden; yani teokrasiye karşı olan kişilere tarih boyunca “laik” denilmiştir. Tarihin hiç bir döneminde dine karşı olanlara “laik” denilmemiştir ve laiklik dine karşı veya dinin alternatifi olarak anlaşılmamıştır.  Bu yanlış, saptırılmış anlayış sadece bizde siyasal İslamcılar tarafından halka dikte edilmeye çalışılmış ve büyük ölçüde başarılı olunmuştur.
Cumhuriyet tarihi boyunca Laik anlayış üzerinden demokrasi ve Atatürk düşmanlığı yapılmıştır..

Laiklik denilince: -Dinin değil- Dincilerin, sözde dini kurumların devlet ve siyaset işlerinden arındırılmasını; sekülerlik denildiğin de ise, dincilerin ve sözde dini kurumların tüm yaşamdan, yaşamın bütün alanlarından arındırılmasını anlamak gerekir.
Sekülerlik, laikliği de içine alan kapsayıcı bir tanımlamadır.

Kendi yönetim anlayışlarında Kiliseyi dışlayan, teokrasiyi yıkan devrimler yapan Batı’lı Haçlı güçler Müslümanların teokratik monarjilerle, hanedanlıklarla diktatörlerin baskısı altında yaşamalarını ister.
Teokratik dikta yönetimini; hilafeti, krallık, emirlik, sultanlık rejimlerini desteklerler. Çünkü bu onların ulusal çıkarlarına uygundur. Bir aileyi, bir aşireti veya cemaati kontrolü altına alarak tüm ülkeye egemen olmak, o ülkenin kaynaklarını sömürmek ancak güdümlü, destekli teokratik yapılı sistemleri ile mümkündür. İşte onun içindir ki, Haçlı emperyal güçler ve siyonist Yahudiler İslam ülkelerinde teokrasiyi, krallık, şeyhlik rejimlerini, kukla yönetimleri desteklerler.
                                                                                     
Cumhuriyetin sekülerlik anlayışı; siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi dini dışlamaz. İslam’a ortak koşulan mezhep şeriatlarını, kurallarını, kabullerini dışlar. Dünya işlerinin dogmatik mezhep şeriat kurallarından bağımsız akla, bilime, evrensel değerlere uygun olmasını ister. Dünyevi işlerini mezhep şeriatlarına  göre düzenleyen diğer İslam ülkeleri ise gerçek dini-İslam’ı yaşamdan dışlamış ülkelerdir.

Saygılarımla. 
Vedat Akbaşak


  
                                                                                  
                                                                                     
                                                                                    

3 Ekim 2015 Cumartesi

MÜMİNLER ALLAH'IN YARDIMCILARIDIR..!

Kur’an inanç, iman konuları haricinde ameli konularda, muamelat-uygulama alanı olarak da tanımlanan yaşamın pratiğine dönük; yaşanan zaman ve mekan şartlarına bağlı gündelik yaşamla ilgili konularda sadece genel, temel hükümler veya esnek hükümler bildirir. Bu konularda detayları belirleme ve uygulama şekli içtihada, yani insan aklına ve iradesine bırakılmıştır.

Bu anlamda Kur’an bütün zamanların en hermönetik-yorum ilmine açık kitabıdır. Ancak, yapılacak yorumlar muhkem ayetlerle bildirilen temel esaslarla, İslam’ın ruhuyla çelişmemelidir.

Kur’an’da devlet-millet yönetimi, evlilik, boşanma, miras, ticari hayat, borç – alacak ilişkileri gibi gündelik yaşamla ilgili konularda sadece genel, temel hükümler veya esnek hükümler bildirilmiştir.
Bunlara ahkam ayetler denir. Kur’an’da 70 cıvarında ahkam ayet vardır. Ahkam ayetlere hukuk metinleri olarak değil, genel ilkeler bildiren ayetler olarak bakmak gerekir.  
Örneğin: Devlet, millet yönetimiyle ilgili sadece genel, temel hükümler-ilkeler bildirilmiştir.
İnsanlar bildirilen temel ilkelerin detaylarını, en etkin, en faydalı uygulama şeklini  yaşadıkları zamanın, mekanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre Kur’an’ın işaret ettiği akıl, bilgi- ilim yoluyla, özgür çağdaş düşünce ve iradeleriyle içtihad (yorum, tercih) yaparak, evrensel maruf değerlerden, çağın imkanlarından yararlanarak serbestçe belirlerler. Demokratik, özgür ortamda ortaya çıkan birbirinden farklı düşünceler, yöntemler, politikalar içinden en uygun olanlarını seçerler ve uygularlar..

Örneğin: Kur’an, yönetimde şura esasını emretmiştir. Şuranın nasıl işleyeceği, en etkin nasıl uygulanacağı ise, içtihada bırakılmıştır. Ayni şekilde temel ibadetlerle ilgili bazı konularda da genel veya esnek hükümler bildirilmiş; detay içtihada bırakılmıştır. Zekat vermek, hacca gitmek, oruç tutmak muhkem ayetlerle bildirilen temel ibadetlerdir. Ancak, zekatın oranı, tutarı, hac ibadetinin süresi, oruç ibadetinde zorluk halinin ve hastalara, yolculara sağlanan kolaylıkların uygulaması gibi konular içtihada bırakılmıştır. Bundan başka Kur’an yaşamın pratiğine dönük, günlük hayatta karşılaşılan bir çok toplumsal,  sosyal konuda esnek hükümler bildirilmiştir. Bu konularda başı ve sonu ayetlerle bildirilen hareket alanı içinde kalarak kamu yararı gözetilerek tercihler belirlenir ve uygulanır. Örneğin: Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesinden; pişmanlık duyması halinde affedilmesine kadar esnek uygulamalara cevaz verecek hükümler vardır.

Evrensellik ve zaman, mekan üstü olma özelliği dinimizin temel özelliklerindendir. Bu kavramları anlamadan İslam’ı, Kur’an’ı anlamak mümkün değildir..
Kur’an’ı  düşünerek, anlamaya çalışarak bir kez dahi okumayanlar. Kur’an konusunda eksik bilgiden kaynaklanan ön yargıları-ön kabulleri olanlar. İslam dininin evrensellik ve zaman, mekan üstü olma özelliğini anlayamayan, yanlış yorumlayan, yanlış bilenler.  Doğrusunu bildiği halde İslam’ı kendince kötülemek isteyenler. Aralarında saygın! bilim adamları, felsefeciler, araştırmacı yazarlar ve siyasetçilerin de olduğu bazı kişiler Kur’an’ın her konuda, her zaman ve  coğrafyada dünya var oldukça  geçerli olacak dogma; stabil, sabit bir yapı, çok katı detaylı emir ve yasaklar bildirdiğini söyleyerek ‘‘Kur’an 1400 yıl önce o dönemin sorunlarına çözüm olarak ve toplumsal, sosyal yapısına uygun olarak indirilmiştir. Kur’an ile yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına,  günümüz sorunlarına çözüm bulamayız’’ derler. Bu kişiler dinin özgür düşünceyi sınırladığını, çağdaşlaşmaya engel olduğunu söylerler. Kur’an, yaklaşık 700 ayette akla, düşünmeye, bilime atıf yapmasına rağmen; düşünce ve irade özgürlüğünü esas almasına rağmen, dini aklın, bilimin önündeki  en büyük engel olarak görürler.

Bu konuda başka bazı kişiler ise, kendilerince İslam’ı yüceltme düşüncesiyle ‘‘İslam o kadar mükemmel bir din ve dünya görüşüdür ki, insan ve toplum hayatının her alanını hükme bağlamış ve hiç bir boşluğa, insan aklına ve özgür iradesine, insiyatif kullanmasına yer vermemiş buna gerek görmemiştir. İslam kıyamete kadar her konuda  bütün olacakları yaşanacakları en ince detayına kadar belirleyerek Kur’an ayetleri ve Hz. peygamberimizin sünnetiyle bildirmiştir’’ derler. 
Bu kişilere göre Kur’an’ı motamot yaşama uygulamak her sorunun çözümü için yeterlidir.
insanların ayrıca akletmesi, düşünmesi, bilimsel teknolojik, kültürel gelişme için çalışılması; siyasal,
 idari, sosyal sistemler kurulması, kanunlar çıkarılması, insanların ihtiyaçlarına göre toplumsal kurallar oluşturulması bir başka ifadeyle içtihad yapmak; yenileşme, modernleşme, çağdaşlaşma, ilerleme çabaları gereksizdir. Hatta bu yöndeki gayretler Allah’ın iradesine müdahaledir. Bu kişilere göre Kur’an anayasa kitabıdır. İnsanların ayrıca anayasa yapmaları, kanunlar çıkarması, kurallar koyması Allah’ın hakimiyetine ortak olma gayretleridir.  

Hemen şunu söyleyelim ki, bu tür düşünceler Kur’an ruhuyla uyumlu düşünceler değildir.  
Kur’an aklı ve özgür iradeyi yok sayarak her konuda, her zaman ve mekanda yaşayan ve yaşayacak insanları bağlayıcı dogma, stabil ve her şeyi ayrıntılı belirleyen hükümler bildirmez.

Kur'an, inanç, iman esaslarıyla ilgili konular haricinde,  ibadet konularıyla ilgili bazı detaylar da dahil olmak üzere yaşanan, yaşanacak zamanın ve mekanın şartlarına bağlı olarak muamelat alanında ortaya çıkabilecek değişik sorunların çözümü, ihtiyaçların karşılanabilmesi için sadece  temel, genel hükümler, ilkeler bildirir. Uygulama-ameli alanda esneklikler, kolaylıklar sağlar. İnsan iradesine bırakılan hareket alanı evrensel değerlerle, tabii hukukla, akıl ve ilimle doldurulur.


“Çalışın iş yapın-üretin yaptıklarınızı Allah’ta, Resulü’de, müminlerde görecektir..” (Tevbe-105)
Bu ayet, yaratılışın ilahi sistemi içinde insanın rolünü belirlemesi açısından çok önemlidir. 
Yaratan’ın devamlı iş ve oluşta olduğu gibi bizler de ilahi sistemin kurallarına, işleyişine uygun
olarak; aklımızı işleterek, ilim sahibi olarak, çalışarak, devamlı iş ve değer üretme gayreti içinde
olmalıyız. Tembellik, hazırcılık, zahitlik, miskinlik, rantiye, riba İslam’la bağdaşmayan kavramlarıdr.  
                                                                                  
Kur’an’da  ‘‘Ey iman sahipleri Allah’ın yardımcıları olun.’’ (Saff-14)
                       ‘‘Siz Allah’a yardım ederseniz, Allah’ta size yardım eder..’’ (Muhammed-7) 
                       “Allah elbette kendisine yardım edene yardım edecektir.” (Hac-40) buyurulmuştur.

İslam’ın amacı: İmanlı, ahlaklı, çalışan, üreten, paylaşan, sorumluluğunun bilincinde olan güzel erdemlere sahip insanlardan oluşan; güven, esenlik içinde özgürce yaşayan toplum oluşturmaktır. Bu amaca ancak müminlerin katkısı, gayreti sonucu ulaşmak mümkündür. Yukarıdaki ayetlerde Yüce Yaratan ilahi sistemin işleyişinde açıkça kendisine yardımcı olmamızı, O’nunla birlikte hareket etmemizi istemekte, bildirmektedir. Sınırsız gücün, kudretin sahibi olan Yüce Allah kendisine yardımcı olarak  iman sahibi kullarını görmektedir. Sahip olduğumuz akıl, irade ve diğer beşeri değerlerimizi, kapasitemizi Allah’ın iradesi yönünde kullanmalıyız. Kişisel, toplumsal ve evrensel anlamda sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız..
Allah’a yardımcı olmak: O’nun iradesine uygun olarak salih amel ile çalışarak,  amaca uygun  insan ve
toplum oluşturmak için evrensel maruf değerler üretmek, iyiliğe yönelerek, kötülükten sakınmak,
(Tevbe-112) topluma katkı sağlamak, faydalı olmaktır. İnsanlara, halka hizmet, Hakk’a hizmettir..
Bizlerin Allah’ın yardımcıları olmak gibi çok onurlu ve sorumluluk  gerektiren önemli bir görevimiz vardır. Allah’ın bizlere yardım etmesi, bizim eylemlerimize bağlıdır. (Tevbe-14, 15) Allah için iş yapmamıza, çalışıp faydalı değerler üretmemize, Kur’an’ın uyarı ve öğütlerine tabi olarak, inandığımız gibi yaşayarak-amel ederek O’nun hoşnutluğunu kazanmamıza bağlıdır..
Müminler resüllere  iman edip onlara da yardımcı olurlar. (dini tanıtmak ve örnek yaşamlarıyla)  (En'am-12)

Tarikat ve tasavvufçular ile insanları Allah adına yönetme iddiasında olan teokratik diktanın temsilcileri tarih süreci içinde bu ayetleri Allah için çalışmak, iş yapmak şeklinde değil de; Allah’ın adına, Allah’ın yerine iş yapmak olarak anlamışlardır. Kendilerine Allah’ın niteliklerini, yetkilerini vererek şirke sapmışlardır. 
Kendilerini Allah’a yakın kul veya Allah’ın temsilcisi- avukatı, gölgesi olarak niteliyerek halkı sömürmüşlerdir. Makam, mevki sahibi olmuşlardır.

Siyaset, iktisat, sağlık gibi  toplumu ilgilendiren bilimlerle uğraşanlar ve  kamu-halk hizmetlerinde çalışanlar Yaratan’dan aldıkları güçle, O’nun iradesine uygun olarak insanların  daha rahat, huzurlu, sağlıklı, güvenli, mutlu bir hayat sürmeleri için çalışırlar.
Aklını işleten ve bilgi, fikir, bilim sahibi olanlara,  çalışıp değer üretip insanlara faydalı olmaya gayret edenlere Yaratan da inşallah yardım edecektir.
Allah’ın yarattığı tüm varoluş-evren devamlı değişim, gelişim halindedir. Bilgi-fikir birikimi, bilimsel, teknolojik gelişmeler gibi varoluşun bir parçası olan insanların sosyal, kültürel, ekonomik ihtiyaçları da devamlı gelişim, değişim halindedir.

Kur’an maruf kazanımları, iyi, faydalı evrensel değerleri birikimleri, korumak anlamındaki muhafazakarlığa izin verir; gelişime, değişime, ilerlemeye, çağdaşlaşmaya direnç gösterme anlamındaki muhafazakarlık anlayışına onay vermez. Bu anlamdaki muhafazakarlık akışkanlığı olmayan pis su birikintisi gibidir. Bulunduğu yeri kirletir, kokutur, çürütür.
İman sahibi mümin bilime, gelişime, değişime açık olmalıdır. Geçmişe saplanıp kalmamalıdır.
Muhafazakar olmalarıyla övünenlerin muhafaza ettikleri şey Arap-Emevi kültürüdür veya şii şeriatıdır. Bunlar Arap kültürünü İslam esaslarına değişen Arap hayranı mürteciler, irticacılardır...

Saygılarımla.
Vedat AKBAŞAK


19 Eylül 2015 Cumartesi

DEVLET-MİLLET YÖNETİMİ

Kur’an’ın devlet, millet yönetimiyle ilgili bildirdiği temel ilkeler, hükümler şunlardır:

Şura esası- kolektif katılım-Demokrasi ( Şura-38  Aliimran-159)
Liyakat esası- Emanetlerin-yönetimin ehline verilmesi. (Nisa-58)
Adalet. (A’raf-29 Nahl-90 Mümtehine-8)

Kur’an yönetim konusunda bu temel hükümlerden başka yöneticilerin ikrah-baskı zorlama, 
despotluk, zalimlik yapmamasını; insanların özgür olmalarını, özgür düşüncenin hakim olmasını, 
bey’atlaşma -karşılıklı anlaşmayı, uzlaşmayı; aklı, bilimi, çalışmayı, iş yapıp değer üretmeyi; emeğe 
saygı-emeğin karşılığının verilmesini, imkan ve nimetlerin paylaşımı-milli gelirin adil paylaşımını, 
sosyal adaleti, insan haklarına saygılı olmayı ve toplumu,  insanları iyiye, güzele yönlendiren bir 
öncü kadro, aydınlar topluluğunun olmasını istemiştir. (Aliimran-104)

Dini-İslam’i esaslara dayalı devlet düzeni; Kur’an hükümlerine en uygun yönetim şekli:
Kur’an’ın bildirdiği temel hükümleri-ilkeleri esas alan ve detayların evrensel objektif kurallara,  zamanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlendiği, dinin ve dindarların istismar edilmediği adil yönetimlerdir. 
                                                                                     
Atatürk'ün liderliğinde Türk Milletinin kuruduğu Cumhuriyet Rejimi; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti; dini esaslara, Kur’an hükümlerine ve insan fıtratına en uygun yönetim şeklidir.

Mezhep şeriatlarına, Emevi fıkhına en uygun yönetim şekli ise, Kur’an hükümlerine tamamen 
zıt olan saltanat ve hilafet sistemidir. Teokratik diktadır; padişahlık, krallık, sultanlık, emirlik 
rejimleridir.. Dikta-Tek adam yönetimleri ve gurupların, zümrenin, tarikatların  egemenliğine 
dayalı monarşiler, oligarşiler Kur'an ilkelerine aykırı yönetim sistemlerdir. 

Ülkemizde kendilerini "islamcı" diye niteleyen bazı kişiler ne yazıktır ki, Batıya (aslında Atatürk'e) 
karşı olma adına Kur'an'nın işaret ettiği ve ayni zamanda Batı'nın da benimsediği ilkeleri, demokratik yönetimleri ""bâtıl" ilan edebilmekteler.
Oysa;
Halkın egemenliği yani demokrasi ne kadar güçlü olursa; halkın yönetime katılımı ne kadar etkin ve yaygın olursa, halk ne kadar örgütlü olursa, kollektif katılım ne kadar tabana yayılırsa, sivil toplum kuruluşlarının katılımı sağlanarak demokratik sistem bütün kurum ve kurallarıyla ne kadar etkin işletilirse; temsili demokrasiden tam katılımcı gerçek demokrasiye ne ölçüde geçilirse;  temsilde adalet ne kadar ileri ölçüde sağlanırsa; hukuk sistemi ne kadar adil, bağımsız ve mazlumdan yana olursa; hukukun üstünlüğü ilkesine ne kadar bağlı kalınırsa; sosyal adalet, toplumsal refah ne kadar tabana yayılırsa; insan haklarına, kadın erkek eşitliğine, özgürlüklere ne kadar önem verilirse; seçme ve seçilme hakkını kısıtlayan millet iradesinin meclise yansımasını engelleyen uygulamalardan ne kadar uzak kalınırsa; dinin siyasi, dünyevi çıkarlar için istismar edilmesine ve inançların sömürülmesine karşı ne kadar güçlü tedbirler alınırsa; o kadar, o ölçüde Kur’an hükümlerine uygun bir yönetim şekli kurulmuş olur.

Laiklik: Dincilerle, sözde dini kurumlarla, tarikatlarla, cemaatlerle devlet işlerinin, devlet kurumlarının, siyasetin ayrılması demektir.
Laik anlayışın benimsenmediği yerde; yani yönetime dincilerin, sözde dini kurum ve oluşumların egemen olduğu yerde ne demokrasi, ne liyakat , ne adalet, ne din ve vicdan özgürlüğü olur.
Kur'an ilkelerine uygun yönetim sistemi kurulmasının ön şartı laik anlayışın benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Her laik rejim demokratik değildir ama her demokratik rejim laiktir.

 1789 Fransız devriminden sonra ruhbanlara, dini kurumlara-kiliseye tabi olmayan ve dincilerin, sözde dini kurumların devlet yönetiminde egemenliğini, sömürüsünü reddeden halka laik denilmiştir. Devrimden sonra kiliselerin kapılarına zincir vurulmamıştır, kilise mensuplarının -ruhban sınıfının yetkilerine zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, gücünü Tanrı’dan aldığını iddia eden kutsal iktidar (!) teokrasi yıkılmıştır. 1792’de krallık kaldırılarak cumhuriyet ilan edilmiştir..
Laiklik dini değil, siyasi bir kavramdır. 
Tarih boyunca dine karşı olanlara değil; dinci faşizme, teokratik monarşilere karşı olanlara laik  denilmiştir..
Fransız, İngiliz, Amerikan tipi bütün laik hareketlerin ortak noktası: Dini kurumların devlet yönetiminde egemenliğine yani teokratik yönetime karşı olmalarıdır..

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

 kuranpenceresinden@hotmail.com

12 Eylül 2015 Cumartesi

HAYIR DA ŞER DE ALLAH'TAN (MI) DIR?

Yaradılışın dualist yapısı gereği Yüce Allah hayrı da şerri de, hakkı da batılı da, doğruyu da yanlışı da, iyiliği de kötülüğü de yaratmıştır. (Hadid-22) İnsana hayrı ve şerri ayırt etme kabiliyeti verilmiştir. (Şems-8) Hayır (iyi, güzel, faydalı, sevap olan işler) ve şerr (kötü, çirkin, zararlı, günah olan  işler) insanlar bu seçeneklerden özgür iradeleriyle tercihler yaparlar, ameller-fiiller işlerler. “Hayır da şer de Allah’tandır” sözü hayrı da şerri de Allah yaratmıştır anlamında kabul edilebilir. (Nisa-78) Ancak, hayra veya şerre yönelme insanların tercihine, özgür iradelerine bırakılmıştır.  (Nefs-i Emmare- kötülüğü şerri emreden nefis  Yusuf-53) Tercihlerin doğuracağı sonucun sorumluluğu hiç şüphesiz kişinin kendisine aittir..
Nisa suresi 79. ve Şura suresi 48. ayetlerinde başımıza gelen “şer” lerin-kötülüklerin kendi nefsimizden, özgür tercihlerimizle yaptığımız hatalardan kaynaklandığını; karşılaştığımız “hayır”ların-iyiliklerin, güzelliklerin ise, Allah’tan geldiği bildirilmiştir. Şer’e yönelmek kişinin kendi zafiyetidir, yanlış tercihidir. Dolayısıyla karşılaşılan kötülüklerin sorumlusu kişinin kendisidir. Şer, Allah’a nispet edilemez zira Allah Kullarının kötülüğünü istemez. İnsanların hayra, iyiliğe yönelmelerini ister.

İnsanların fıtratında, yaratılışında bulunan Allah’ın lütfettiği ahlak, onur, erdem, akıl, vicdan, çalışma ve üretme azmi, yardımseverlik,  insan ve vatan millet sevgisi gibi  manevi değerler insanları iyiliği, hayra yönlendirir. Fıtratına uygun yaşayan insanlar doğal olarak iyiliklerle, güzelliklerle karşılaşırlar; hayra, barışa, esenliğe ulaşırlar. Fıtratın ölçülerini, kurallarını belirleyen ve işleyişini görüp, gözeten  Allah olduğuna göre “hayır” Allah’tandır. “şer” ise, kişinin nefsine uyarak yanlış, olumsuz tercihleri eylemleri, sebebiyle ortaya çıkan sonuçtur.

“İyilik ve güzellikten sana her ne gelirse Allah’tandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse
  kendi elinizdendir- nefislerinizdendir..” (Nisa-79)
“... bir musibete kendiniz uğrayınca ‘bu da nereden?’ dersiniz . Deki: ‘o, kendinizdendir.” 
  (Aliimran-165)
". .. Bu kendi ellerinizle yapıp önden gönderdiğiniz  yüzündendir. Allah, kullarına asla zulmedici değildir.." (Aliimran-182)

 “Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. Allah bir çoklarını da
  affediyor..” (Şura-30)

İslam anlayışına göre determinist anlayışla varoluşun ilahi kurallarına, fıtrata,  külli-asli kaderine bağlı olarak yaşayan insan; yaşam sürecindeki  indeterminist özgür düşünceleri, tercihleri, cüz’i iradesi ile aldığı kararlar, yaptığı eylemleri-amelleri  sonucu kazandığı sevap ve günahlarla  ahiretteki sonunu kendisi belirler. Bu konuda Allah’ı dışlayan bir yaklaşım da, özgür iradeyi dışlayan bir yaklaşım da Kur’an’dan onay almaz.. 

“Her insanın amellerini, kaderini kendi boynuna-sorumluluğuna; kişisel seçimine, tercihine bağlamışızdır. Diriliş gününde, kendisi için bir kayıt çıkarıp yayımlarız.” (İsra-13) 

Kur'an, yaşam sürecinde kendi irademizle yaptığımız tercihlerden, işlerden sorumlu olduğumuzu bildirir. Bu rağmen klasik anlayıştaki  hayır da şer de Allah'tandır inancı ve kader algısı aklı,  iradeyi dışlar. 
Din, iman istismarıyla servet ve makam sahibi olmak isteyen din bezirganları aklı, iradesi sıfırlanmış insanları sever. Tarih sürecinde mezheplerin, mollaların, şeyhlerin kendilerine göre bir ‘‘kadere iman’’  inancı oluşturup bunu  iman şartı olarak dayatma gayretlerinin sebepleri şunlar olabilir:

1- Kur’an’ın işaret ettiği akıldan, bilgiden, ilimden insanları uzak tutmak, özgür düşünceyi, iradeyi
    pasifize etmek ve hayır da şer de nasıl olsa Allah’tan gelir diyerek çalışmayan, üretmeyen,
    düşünmeyen, zorluklara karşı direnç göstermeyen, gayret sarfetmeyen tembel, taklitçi, 
    sadakaya muhtaç  bir toplum yaratmak daha sonra bu toplumu dilediği gibi kolayca istismar 
    etmek, sömürmek.
2- “Hayır ve şer Allah’tandır, Allah’tan gelir” diyerek; başımıza gelen her şeyin  Allah’ın takdiri 
     olduğu fikrinin kabul ettirilmesi ile saltanat, iktidar mensuplarına, yöneticilere karşı uysal, 
     tepkisiz bir toplum yaratmak. İstismarcı, riyakar yönetim kadrolarının yaptıkları yanlış
     uygulamalara, zulümlere, sömürüye  tepki göstermeyen, baş kaldırmayan kaderine razı uysal,
      rainalaşmış- sürüleşmiş toplum oluşturmak. Zalimin yaptığı zulmün ve mazlumun aczinin 
      sorumluluğunu kadere yüklemek.
3- Kötü niyetli, istismarcı, çıkarları doğrultusunda işler yapan veya ehil olmayan yöneticilerin
     hataları, icraatları sonucu ortaya çıkan olumsuz sonuçların sorumluluğunu kadere, Allah’a
     havale etme ve sömürü, zulüm düzeninin devamını sağlama isteği.  
4- Bazı insanlar özgür iradeleriyle işledikleri günahların, suçların sorumluluğunu başkalarının
     üstüne atmaya veya kendilerine suç ortağı aramaya çalışırlar.
     İşlenen suçların sorumluluğu genellikle şeytanın üstüne atılır. “şeytana uydum” en sık
      başvurulan bahanedir.  Şeytan şüphesiz insanları günaha yöneltir ama son karar ve 
      sorumluluk kişinin kendisine aittir. Bazı kişiler de suçlarının, günahlarının sorumluluğunu
     “kadere”  yüklemek isterler.
    “Ne yapalım hayır da şer de Allah’tandır” derler,  “ne yapalım kader böyleymiş, Allah’ın takdiri,
      ilahi takdir- takdir-i Huda böyleymiş” derler. İşledikleri suçların, günahların  sorumluluğunu
      Allah’a havale etmeye kalkarlar. Bu kişiler Allah’a iftira etmiş olurlar ve hiç şüphesiz büyük 
      günah işlemiş olurlar.
5-  Halkı sömüren, servet şehvetine kapılan, kendilerince dünyalarını cennete çeviren idarecilerin
     sömürdükleri halkın yosulluğunu takdir-i ilahi- Allah’ın takdiri olarak yutturmaya çalışmaları,
      halkı Allah ile aldatmaya, afyonlamaya, uyutmaya çalışmaları.
6-  “Zenginlik, fakirlik kaderdir. Allah kimin zengin yahut fakir olacağını ezelden takdir etmiştir”
        yalanıyla halkın fakirliğe, yoksulluğa  rıza göstermesini sağlamak..  Oysa fakirlik kader değil,
        fakirin hakkı olan zekatı vermeyen, infak etmeyen; mal, servet yığan zenginlerin zulmüdür...                                                              
 Yaşanılanlar olabileceklerin en iyisi olduğu için yaşanmıştır. Tanrı her şeyin en iyisini takdir eder. Başımıza gelen her şey mümkün olanların-seçeneklerin en iyisidir düşüncesi aslında Katolik Hıristiyanlığın ortaçağ dogmalarıdır.. Voltaire, Kandid adlı eserinde bu yaklaşımı eleştirir.  Kitabının sonunda “bahçemizi yetiştirmek gerek” diyerek, mümkün olanın en iyisini yaşamak için; kötülükten, yoksulluktan kurtulmak için  beşeri sorumluluğa; akla, iradeye, çalışmaya, emeğe vurgu yapar. 

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com
                                                                                    

11 Eylül 2015 Cuma

Kur’an’da “bayram” diye bir kavram yoktur. Bayramlar KÜLTÜREL etkinliktir.

Çok tanrılı inanç sistemlerinde hayvanlar hatta insanlar kanlarının Tanrı’ya sunulması amacıyla kurban edilirlermiş. Bazı toplumlarda ise kurbanlık hayvanlar yakıldığında etlerinin tanrıya ulaştığına inanılırmış.

Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme girişimine karşılık Yüce Allah’ın ona “büyük bir kurbanlık” genel
kanaate göre büyük bir koç göndermesiyle birlikte insanların kurban edilmesi geleneği son bulmuştur.

“Onların etleri de kanları da Allah’a asla ulaşmaz; fakat sizin takvanız O’na ulaşır.” (Hac-37)  ayetiyle  hayvanların yakılarak kurban edilme geleneğinin yanlışlığı bildirilmiştir.
Bazı inanışların aksine kurbanlık hayvanların etlerinin ve kanlarının Allah’a ulaşmadığı, Allah’ın ete, kana ihtiyacı olmadığı; insanların kurbanlık hayvan keserek infak etmelerinin bu şekilde Allah’a yakınlaşma, takvaya yönelme gayretlerinin Allah katında değer göreceği  bildirilmiştir. 
Aslında bütün ibadetler araçtır amaç ise kötülüklerden uzaklaşan; takvaya yönelen, salih ameller işleyen ümmet oluşturmaktır. (Ankebut-45)
Kurban  Yüce Allah'a yakınlık amacıyla; O'nun hoşnutluğunu kazanabilmek için yapılan fedakarlıklardır. Kurbanlık hayvan kesmenin amacı infakta-paylaşımda bulunmaktır.

Kurban edilen hayvanın kanının otomobillerin plakasına veya insanların alınlarına sürülmesi  bu şekilde kazadan, beladan korunmuş olunacağı inancı İslam dışıdır, şaman kalıntısıdır.
Allah rızası dışında; imam, şeyh, şıh, yatır, türbe rızasına, aracılığına, şefaatine nail olma amacıyla
kurbanlık hayvan kesmek şirk yoluna koşarak girmek demektir. 
                                                                         * * * * *
Hac suresi 34. ayetinde Yüce Yaratan   Biz her ümmet için bir kurbanlık hayvan kesme zamanı-kurbanlık hayvan kesme yeri-kurbanlık hayvan kesme tarzı belirledik ki, kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üstüne Allah’ın ismini ansınlar.” Buyurmuştur.
Aslında tek başına bu ayet bile kurbanlık hayvan kesmenin farz olduğunu gösterir. 
Sadece İslam ümmeti için değil, gelmiş geçmiş her ümmet için kurbanlık hayvan kesme ibadeti
emredilmiştir. Aslında Yüce Allah sadece kurban ibadetinin değil, diğer temel ibadetlerin de – Allah’a yakınlaşma araçlarının da zamanını, yerini, şeklini bildirmiştir.
“Biz her ümmet için bir ibadet şekli-bir ibadet yeri belirledik; onlar, onu izlerler..” (Hac-67)

Bakara suresi 196. ve Hac Suresi 28, 34 ve 36. ayetlerine göre ümre ve hac ibadetlerini birlikte  yapanların ibadetleri sırasında kurbanlık hayvan kesmeleri ve bu suretle infakta bulunmaları emredilmiştir.
Bu ayetlerden kurbanlık hayvan kesme zamanının, hac zamanı olduğunu; kesme yerinin ise Mescid-i Haram olduğunu anlıyoruz...
Bakara suresi 196. ayete göre sadece ümre veya sadece hac ibadetini (ifrat haccı)yerine getirenlerin kurbanlık hayvan kesmeleri gerekmez.

Hayvanları keserken üzerlerine Allah’ın adını anmak gerekir.
“.... üzerine Allah’ın adı anılmış olanlardan yiyin...  Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin..”
 (Enam- 118, 121)

Hz. peygamberimiz hac ibadetini hayatında bir kez yapmıştır. Veda haccı olarak da bilinen hac ibadetini  tamamladıktan sonra kurbanlık hayvan kesmiştir.

Ümre ve hac ibadetini birlikte yaptığı halde kurban kesecek maddi imkanı olmayanlar Mescidi Haram’da üç gün, evlerine döndükten sonra  yedi gün olmak üzere toplam 10 gün oruç tutarlar.. (Bakara-196)

Kurbanlık hayvan keserek infakta bulunmak ümre ve hac ibadetinin şartlarından-farzlarından değildir; ümre ve hac ibadetini birlikte yapanların yerine getirmesi gereken hacdan ayrı bir ibadettir.

“İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar. Kendilerine ait bir takım yararlara tanık olsunlar. Kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerinde belirli günlerde Allah’ın adını ansınlar. İşte bunlardan yiyin, sıkıntı içindeki fakiri de doyurun..” (Hac-27, 28)
                                                                                          
“Biz o büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın kutsallık nişanları arasına koyduk. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar sıralanmış halde ayakları üzerine dururken, üzerlerine Allah’ın ismini anın. Yanları yere yaslandığı zaman da onlardan yiyin; isteyen yoksulu da istemeyen yoksulu da doyurun. Allah o hayvanları sizin hizmetinize verdi ki, şükredebilesiniz.. (Hac-36)

Hac ibadeti için Mescidi Haram’da bulunmayanların; kendi  memleketinde, evinde olanların  kurbanlık hayvan kesme yükümlülüğü yoktur.. Yükümlülük yoktur ama isteyen, istediği zaman kurbanlık hayvan keserek, etlerini ihtiyaç sahiplerine dağıtarak nafile ibadet yapabilir. İnfakın her türlüsü Allah’a yakınlaşma aracıdır; kesilen kurbanlık hayvanın etlerinin fakire, fukaraya dağıtılması da infakın-bağışlamanın-Allah yolunda harcamanın bir türüdür. Bunun yerine ihtiyaç sahiplerine para vererek veya ihtiyaçları olan mal-eşya vs. vermek suretiyle de infakta bulunmak mümkündür.
Her sene kurbanlık hayvan kesme ısrarını sürdürmenin, şehirleri, otoyol kenarlarını mezbahaneye çevirmenin gereği yoktur..

Hacı adaylarının Mescidi Haram’da kurbanlık hayvan kestikleri  tarihler İslam ülkelerinde kurban bayramı adı altında KÜLTÜREL bir olgu olarak kutlanmaktadır.
Allah "oruç tutun" der ama "bayram yapın" demez. Yine Allah "kurbanlık hayvan kesin" der ama bayram yapılmasından bahsetmez.
Kadim uygarlıklardan günümüze kadar; eski Mısır’dan,Yunan pagan inancından, Hıristiyanlığa kadar 
her dönemde, her kültürde festival, karnaval, bayram adı altında çeşitli ritüeller, etkinlikler yapılmış.
Bayramların kutlanması, insanların birbirlerini hatırlaması, dargınların barışması bu vesileyle imkan
sahiplerinin yardıma muhtaç olanlara çeşitli yardımlar yapması elbette güzel adetlerdir.
Ancak, dini bayramlar olarak bilinen; kurban ve ramazan bayramları aslında dini değil gelenektir, kültürel bayramlardır. Bir şeye “dini” diyebilmek için o şeyin ilahi kaynaklı olması yani Kur’an kapsamında olması gerekir. Kur’an’da “bayram” diye bir kavram yoktur. 

Bayram kutlamaları rivayetler dayanak yapılarak Hz. peygamberimizin uygulaması olarak kabul edilir. Ebu Davut "kurban kesme gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum"hadisini rivayet eder. Emirolunduysa ayet olmalı ama bu konuda ayet yoktur. Kur’an kapsamında olmayan konularda Hz. peygamberimizin uygulamaları  yaşadığı toplumun adetleridir, örfüdür, kültürüdür. Sünnet olarak kabul edilemez. 
Sünnetin çerçevesini Kur’an belirler. Sünnetten söz etmek için öncelikle Kur’an’da onun dayandığı bir hükmün-farzın olması gerekir..  Ayrıca, Hz. peygamberimizin bayramları bugün kutlandığı şekilde mi kutladığı, yoksa daha mütevazi  ve sosyal barışa, sevgiye, paylaşıma, kaynaşmaya öncelik vererek mi kutladığı tarihçiler ve ilahiyatçılar tarafından araştırılmalı, incelenmelidir..  
Ramazan bayramında  üç gün, kurban bayramında dört gün tatil yapılması ve bu sürelerin 9 güne uzatılması hiç bir dini referansla açıklanamaz ancak tembellikle açıklanabilir.

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK



                                                                                 

                                                                                    


SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....