18 Ekim 2015 Pazar

S E K Ü L E R İ Z M

Pagan inancına sahip Roma imparatorluğu’nda seküler anlayış benimsenmişti.  Çok Tanrı’lı sistemde isteyen istediği Tanrı’ya istediği ölçüde biat ediyor ve yaşamını kendi istediği gibi Tanrı’lardan bağımsız şekillendirebiliyordu. Roma’da Katolik Hıristiyanlığın benimsenmesiyle birlikte seküler anlayışın yerini, ruhbanların- kilisenin zulmü, engizisyon mahkemeleri aldı.. Ancak 15, 16. yy’dan itibaren Avrupa’da ruhban sınıfına, kilise hegemonyasına, engizisyon vahşetine, sömürüye, zulme tepki olarak seküler yaşam arayışları tekrar  başladı.
Sekülerleşme; Aklın, bilimin üzerinden kilisenin/ruhbanların hakimiyetinin kaldırılmasıdır. İnsanın özgürleşmesidir.  Aydınlanma; insanın aklını kullanmasına cüret etmesidir. (I. Kant)  Bu cüret ancak kilise hakimiyetinin kırılmasından sonra mümkün olabilmiştir. 

Seküler anlayışın dünya hayatından, yaşamdan soyutlamak istediği din; Orta Çağ’da Avrupa’da hüküm süren, akla iradeye hareket alanı bırakmayan, skolastik, dogmatik nitelikli Hıristiyanlıktır. Kilisenin, ruhban sınıfının kendi çıkarlarına göre tesis ettiği normlardan, kurallardan oluşan ve yaşamın her alanına müdahale eden uydurulmuş sentetik totaliter, baskıcı din anlayışıdır.
Esasında Hıristiyanlık ilahi temelden yoksun, Roma kilisesinin, Pavlus’un  oluşturduğu din anlayışıdır..  
 Seküler anlayış kilise tarafından din karşıtı bir faaliyet olarak kabul edilmiştir.
Hıristiyanlıkta dini; ruhbanlar, kilise temsil ettiği için kilisenin kurallarına, kabullerine karşı çıkmak dine karşı çıkmak olarak kabul edilmiştir.
                                                                                          * * * * *    
Seküler anlayışı bir Müslüman olarak kendi açımızdan değerlendirmeye çalışalım:
Mümin olmamız ancak Kur’an hükümlerini aklen onaylamak, kalben benimsemek ve yaşantımıza samimiyetle uygulamakla mümkündür. Bir mümin hiçbir işini dinden ayrı düşünemez. Her eylemini Kur’an hükümlerine uygun düşünmeli ve uygulamalıdır. Dünya ve ahiret hayatındaki mutluluğumuz buna bağlıdır..  Dinin tamamen göz ardı edilmesi, dünyevi nimetlerin ve arzuların karşılanması için yaşamak; dünyevileşmek, dünyevi merkezli bir yaşam sürmek İslam'a aykırıdır.
Aile hayatı, toplumsal-sosyal ilişkiler, iktisadi, hukuki  yapı gibi bir çok dünyevi  konular ve devlet, millet yönetiminde yöneticilerin uymaları gereken esaslar ile halkın-bireylerin bu konudaki sorumlulukları genel ilkeler halinde Kur’an’da bildirilmiştir. Hal böyle iken Müslümanların devlet yönetim sistemini ve diğer dünyevi işlerini dinden-Kur’an’dan ayrı düşünmesi mümkün değildir.

Her dönemin imkanları, toplumsal ihtiyaçları farklı olacaktır. İslam evrensel olmasının gereği olarak tüm detaylarıyla bir yönetim şekli bildirmez.  Devlet işlerinin şura esası ile, adaletle, sosyal paylaşım ilkesine bağlı kalınarak; seçilecek ehil, ahlaklı, erdemli, adil kişiler tarafından akla, bilime, evrensel değerlere göre  yürütülmesini ister. İslam dünyevi anlamda egemenliği, bildirdiği genel ilkeler çerçevesinde insana, akla, siyasete bırakmıştır. 

Bir Müslüman için sekülerlik: Kur’an hükümlerini dışlamak değildir. Mezhepçi, tarikatçı, siyasal İslamcı çeşitli dinci çıkar gurupların, sözde dini kurumların kendi menfaatlerine uygun oluşturdukları, uydurdukları din anlayışının, dogmatik kuralların  yönetimden, toplumdan, kamusal alandan, sosyal hayattan velhasıl yaşamdan dışlanmasıdır.
Seküler anlayış, aslında teokratik yönetim anlayışına karşı olan kıyamın, isyanın adıdır.. 
Sekülerleşme; yönetimde, siyasette egemenliğin sözde dini yapılardan, kurumlardan; idari/dünyevi kurumlara, kanunlara, kurallara geçmesi anlamında dünyevileşmektir. 

İslam dini insanların barış, huzur, esenlik içinde yaşamaları için gerekli olan kuralları, öğütleri bildirir. Yaşamı, dünyevi işleri İslam’dan soyutlamanın bir anlamı, gereği ve bize bir faydası da yoktur.   Tam tersi,  huzur ve mutluluk içinde yaşamak istiyorsak, Kur’an’ın emir ve yasaklarına, uyarı ve öğütlerine uygun yaşamamız gerekir.
Kur’an ilahi sistemin kullanma kılavuzudur. Kılavuza uygun yaşayan başarılı ve mutlu olacaktır. Kılavuzdan uzaklaşırsak, dünya işlerimizi dinden-Kur’an’dan soyutlarsak; fıtrattan, evrensel tabii yasalardan da soyutlamış oluruz. Dünya yaşanmaz bir yer olur.

“Kur’an hükümleri teorik, ütopik bir hayat tarzı bildirir, pratikte uygulanabilir değildir” şeklindeki düşünceler yanlıştır. Kur’an’ın bildirdiği hayat tarzı insan fıtratıyla uyumludur.
Kur’an hükümleri ile insan fıtratının kaynağı, sahibi ayni ilahi kudrettir. Allah’ın indirdiği ayetlerle, yarattığı ayetler arasında çelişki söz konusu olmaz. Kur’an bize ne bildiriyorsa fıtratımız da bize onu söyler.
Rum suresi 30. ayeti dini, fıtrat olarak tanımlar. Allah’ın indirdiği-vahiy etti Kur’an ayetleri nasıl ki dindir, dinin kapsamını belirler ayni şekilde yarattığı ayetler de;  yaratılışın, varoluşun kural ve ölçüleri de dindir. Fıtratullahın-sünnettullahın yasaları yani doğa-tabiat yasaları da dindir, Allah’ın yasalarıdır. İnsan, yaşamını fıtratında bulunan değerlerden, özelliklerden ayrı belirlemeyi düşünemez.   Ayni şekilde yaşamı, dünyevi işleri dünyanın, evrenin yasalarından ayrı düşünmek de mümkün değildir.
Kur’an hükümleri ile dünya işlerini-yaşamı ayırdığımız zaman nasıl ki huzurlu, mutlu, özgür yaşamak mümkün değilse; fıtratımızla, doğa yasalarıyla dünya işlerimizi ayrı düşünmek ve fıtratın yasaları ile çelişkiye düşmek bizi mutsuz edecektir...

İslamiyette sadece Allah’a kulluk vardır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi kiliseye ve ruhbanlara (Dincilere ve sözde dini kurumlara, makamlara) kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyette ruhban /clergy yoktur, olamaz da..  (Aytunç Altındal – Laiklik- S:53)  

Laik-seküler anlayışın hakim olmadığı yönetimlerde ruhban-dinci sınıfının hakimiyeti vardır. İstismar, sömürü ve zulüm vardır.
İslam’ın reddettiği, yok saydığı dinci- ruhban sınıfının egemenliğini reddeden laik anlayışa sahip olmak, sözde dini kurumlara, makamlara teslimiyeti reddetmek tevhide sadakatin gereğidir.

“Şeriat din olarak algılanır ve laikliğe zıt bir konuma getirilirse, dini kabul eden laikliği kabul edemez. Çünkü iki zıt bir arada bulunmaz. Laiklik İslam’a zıt ise laik olan da dini kabul edemez. ......... hem laik, hem de dindar veya hem dindar; hem de laik olabilmek için şeriatın din olup olmadığını, şeriat, din-İslam ve laikliğin ne olduğunu ve laikliğin dinle-İslam’la nerede uyuştuğunu veya uyuşmadığını anlatmak gerekir. Bunu yapmak için fikir hürriyetine  ve fikir üretmeye izin vermek şarttır...”
(Hüseyin Atay – Kur’an’a Göre Araştırmalar 2 – S:74 )

Batı tarihi krallara, kiliseye, ruhban sınıfına; teokrasiye karşı verilen mücadelelerle doludur.
İngiltere’de ilk kez 1215 yılında kralın yetkileri tartışılmaya başlanmıştır. Hukukun, kralın buyruklarından daha üstün olduğu kabul edilmiştir. Yayınlanan Magna Carta (Büyük Ferman) kararlarında bazı özgürlükler ve temel insan hakları garanti altına alınmıştır.
Magna Carta Fermanı hukuk devleti anlayışının, anayasal düzenin ilk adımı kabul edilir.

 Fransa’da 1301 yılında kıral Güzel Philippe, Papa VIII. Bonifatius ile güç mücadelesine girişmiştir.
Papa, kıralı aforoz ettiğini ilan etmiştir; Kıral da Papa’nın tutuklanması yönünde emir vermiştir.
Bu mücadele sonucunda Fransız Milli Kilisesi ortaya çıkmıştır. Onun başı da Fransız Kralı olmuştur.
Günümüzde bu tür çatışmaların belki de son versiyonu ülkemizde yaşanmaktadır.
Tarikat şeyhi okyanus ötesinden beddualar etmekte, iktidar ise onun ülkeye iadesi ve yargılanması
için çareler aramaktadır. Bu çatışmanın nedeni bir tarafın pastanın tamamını yemek istemesidir..
  
Hıristiyan Avrupa’da 14. yüzyıldan itibaren;  Erasmus (Ölm:1536) Martin Luther (Ölm:1546)
Jean Calvin (Ölm:1564) Volataire (Ölm:1778) Rousseau (1778)  Diderot (1784) gibi fikir adamlarının ve reformistlerin öncülüğünde katolik kilisesinin hegemonyasına karşı mücadele verilmiştir.
İngiltere’de püritenler (İngiliz Protestanları) Cromwel liderliğinde katolikliğe ve Anglikan kilisesine karşı çıkmıştır. Kralın ordularıyla 6 yıl süren iç savaştan sonra 1648 de devrim gerçekleşmiştir. 
Amerika’da 1776 yılında, laik anlayış izleri taşıyan İnsan Hakları bildirgesi yayınlanmıştır.
1786 yılında anayasanın onaylanmasından sonra İngilizler Amerika’dan ayrılmaya başlamışlardır..

Fransız Devrimine kadar Avrupa’da bir çok ülke Katolik Roma kilisesinin baskısına, sömürüsüne tepki olarak kendi milli kiliselerini kurmak için gayret sarf ettiler. Kurulan milli kiliseler protestan anlayışı benimsediler.
1789 Fransız Devrimiyle birlikte kilisenin, papanın, ruhban sınıfının toplum ve yönetim üzerindeki egemenliğine tamamen son verilmiştir. Gücünü Tanrı’dan aldığı iddia edilen krallıkların, monarjinin yıkılabileceği anlaşılmıştır. Fransa’da devrimden sonra  Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlanmıştır. Bu bildirgede ve 1791 yılında kabul edilen anayasada rahipler memur durumuna getirilmiştir. Kilisenin bütün malları devlet denetimine alınmıştır..
Devrimden sonra kiliselerin kapısına zincir vurulmamıştır, ruhban sınıfının yetkilerine zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, ruhban sınıfının egemenliği yani teokrasi  yıkılmıştır.

“Aslında Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Amerikan, Fransız) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır. Kiliseyi yönetimden kovmaktır.
1648 İngiliz devriminde Katolikliğin yerine Protestan kilisesi geçmiştir. Fakat 1789 Fransız ve 1776 Amerikan devrimlerinde kilise (teokrasi)  tamamen saf dışı edilmiştir...”
(İhsan Eliaçık – İslam ve Devrim Teorisi )

Laiklik içi boş bir kavram değildir. Dini kurumların mensubu olmayanlara ve dini kurumların, ruhbanların egemenliğini reddeden; yani teokrasiye karşı olan kişilere tarih boyunca “laik” denilmiştir. Tarihin hiç bir döneminde dine karşı olanlara “laik” denilmemiştir ve laiklik dine karşı veya dinin alternatifi olarak anlaşılmamıştır.  Bu yanlış, saptırılmış anlayış sadece bizde siyasal İslamcılar tarafından halka dikte edilmeye çalışılmış ve büyük ölçüde başarılı olunmuştur.
Cumhuriyet tarihi boyunca Laik anlayış üzerinden demokrasi ve Atatürk düşmanlığı yapılmıştır..

Laiklik denilince: -Dinin değil- Dincilerin, sözde dini kurumların devlet ve siyaset işlerinden arındırılmasını; sekülerlik denildiğin de ise, dincilerin ve sözde dini kurumların tüm yaşamdan, yaşamın bütün alanlarından arındırılmasını anlamak gerekir.
Sekülerlik, laikliği de içine alan kapsayıcı bir tanımlamadır.

Kendi yönetim anlayışlarında Kiliseyi dışlayan, teokrasiyi yıkan devrimler yapan Batı’lı Haçlı güçler Müslümanların teokratik monarjilerle, hanedanlıklarla diktatörlerin baskısı altında yaşamalarını ister.
Teokratik dikta yönetimini; hilafeti, krallık, emirlik, sultanlık rejimlerini desteklerler. Çünkü bu onların ulusal çıkarlarına uygundur. Bir aileyi, bir aşireti veya cemaati kontrolü altına alarak tüm ülkeye egemen olmak, o ülkenin kaynaklarını sömürmek ancak güdümlü, destekli teokratik yapılı sistemleri ile mümkündür. İşte onun içindir ki, Haçlı emperyal güçler ve siyonist Yahudiler İslam ülkelerinde teokrasiyi, krallık, şeyhlik rejimlerini, kukla yönetimleri desteklerler.
                                                                                     
Cumhuriyetin sekülerlik anlayışı; siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi dini dışlamaz. İslam’a ortak koşulan mezhep şeriatlarını, kurallarını, kabullerini dışlar. Dünya işlerinin dogmatik mezhep şeriat kurallarından bağımsız akla, bilime, evrensel değerlere uygun olmasını ister. Dünyevi işlerini mezhep şeriatlarına  göre düzenleyen diğer İslam ülkeleri ise gerçek dini-İslam’ı yaşamdan dışlamış ülkelerdir.

Saygılarımla. 
Vedat Akbaşak


  
                                                                                  
                                                                                     
                                                                                    

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....