14 Aralık 2024 Cumartesi

SADECE İSLAM DİNDİR..

 

Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su.

Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs. pek çok işlerimizde kullanırız. Doğal olmayan, kirli su ise hiçbir işimize yaramaz.

Bir bardağa doğal kaynak suyu koyalım. Sonra bardağın içine bir kaşık toz şeker ilave edip bir kaşıkla karıştıralım, bardağın içindeki sıvıya SU diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz. Şekerli su, şerbet vs. diyebiliriz ama SU diyemeyiz. Devam edelim; bardağın içine bir kaşık da tuz ilave edelim ve karıştıralım. Bardağın içindeki sıvıya SU hiç diyemeyiz. Bardağın içine bir miktar da acı biber, kimyon, sumak, limon suyu, sirke, yağ ilave edelim. Bardağın içindeki karışıma bir isim vermek bile mümkün olmaz. Bu karışım hiçbir işimize yaramaz. Tüketsek midemiz bulanır, sağlığımız bozulur…

İslam, doğal su misali kaynağından çıktığı gibi Kur’an ile bize bildirilen dindir. Kur’an bizler için en büyük nimettir, rahmettir, kılavuzdur, ışıktır, gönüllere şifadır.

Dinin/İslam’ın kaynağı, kapsamı ilahidir. İslam=Kur’an’dır. Dinin içine beşeri unsurları; mezhep yorumlarını, ilmihal kurallarını, rivayetleri, falanca şeyhin, filanca alimin düşüncelerini, bir dönemin şeriat hükümlerini, örflerini vs. karıştırarak bunları dinin bir unsuru kabul edersek ortaya çıkan yapı İslam olmaktan çıkar, başka bir şey olur. Bu katkılı yapıyı kendisine din edinen de mümin olmaktan çıkar. Şirk ehli müşrik olur.

Kaynağı ilahi olan ile beşeri kaynaklı olanı karıştırarak din budur diyemeyiz. O din olmaktan çıkmış kültür olmuştur. Kur’an Allah tarafından korunduğu, orijinal halini koruduğu için din İslam’dır. Sadece İslam dindir.

VEDAT AKBAŞAK

 

 

9 Ağustos 2024 Cuma

KUR'AN ANAYASA KİTABI DEĞİLDİR.

 

Bazı kişiler Kur'an'ın bir tür anayasa kitabı olduğunu iddia ederler. Onlara göre Kur'an bir yönetim sistemi bildirir. İnsanların anayasa veya kanun yapmaları Allah'ın egemenlik yetkisine müdahaledir. Bu kişiler Kur'an'ı beşeri metinler olan anayasalarla eşitlemiş olurlar. Oysa Kur'an'ın yeri, konumu sistemlerin, ideolojilerin, anayasaların üstündedir, Kur'an yönetim sistemlerine, ideolojilere ışık verir, yol gösterir ancak doktriner anlamda sistematik, detaylı bir siyasi sistem önermez; İslam’a özgü bir ideoloji, devlet-millet yönetim şekli bildirmez. Evrensel rehber olma özelliğinin gereği olarak sadece temel, genel ilkeler bildirir. Bu ilkelere uymayanların kafir, zalim olduğunu ilan eder. (Maide 44-47) Detayı, uygulamayı ise insana; akla ve iradeye bırakır..

Hüküm Tanrı`ya aittir; Peki öyle ise Tanrı`nın hükmü nedir ? Yönetim konusunda bildirilen temel hükümler: Şura esası, liyakat-işin ehline verilmesi, adalet, eşitlik, insan haklarına saygı ve özgürlüktür... (Şura-38 Aliimran-159 Maide-42 Nahl-90 Nisa-58, 59 Kaf-45 Gaşiye-22 Zariyat-19 Aliimran-134)  Şura ilkesi tek adam yönetimlerine kapıyı kapatır.

Dinin ideoloji haline getirilip siyasallaşması, siyasete, saltanat çıkarlarına alet edilmesi Emeviler zamanında başlamıştır. Günümüzde Emevi fıkhının/şeriatının takipçileri siyasal İslamcılar Kur’an’ı bir anayasa metni konumuna indirgeyerek İslam’ı siyasal emellerin alet etmeye devam ederler… Dinin siyasallaşması radikal akımlara yol açar. Din adına baskı ve zulme neden olur.

Mezhepçi  gelenekçi İslamcılar; Kur’an’ın yönetimle ilgili şura, liyakat, adalet gibi ilkelerine uygun toplumsal iradeye, halk egemenliğine dayalı, katılımcı adil demokratik sistemleri küfür rejimleri ilan ederken; padişahlık, sultanlık, emirlik, krallık vb. Kur’an ilkeleriyle çelişen batıl yönetimleri, şirk ehli kişilerin egemenliğine dayalı padişah+hilafet sistemini/teokratik idareleri dine uygun görürler ve baş tacı ederler. Onlara göre halk egemenliği/demokrasi, siyasi partiler ve seçimlerin yapılması Allah’ın hükmetme yetkisine müdahaledir ama bir kişinin veya bir zümrenin egemenliği, diktatörlüğü Allah’ın hükmetme yetkisine müdahale değildir. Demokratik sistemlerde anayasaların olması, meclisin kanun yapması dine aykırıdır ama padişahlık/sultanlık rejimlerinde bir kişinin sözlerinin kanun sayılması dine aykırı değildir.!? Bu yaman çelişkiyi anlamak mümkün değildir.. Gelenekçi İslamcılara, Hz. Peygamberin hazırladığı  Medine Sözleşmesi’nin de bir tür anayasa olduğunu ve Nisa suresi 59. Ayetinin  “sizden olan “Ulu’l-Emr’e” yani liyakat sahibi adil yöneticilerin yaptığı yasalara/anayasalara itaati emrettiğini hatırlatmak gerekir.

 Saygılarımla.

VEDAT AKBAŞAK

13 Temmuz 2020 Pazartesi

DİN ADAMLARI / RUHBAN SINIFI

“Ezilenler arasında din adamı göremezsiniz. Din adamları ezen sınıfın asalağıdır.” (J. P. Sartre)

‘‘Şeytan insanlardan ve cinden olur (En’am-112 Nas-6) Cinden olanını kovmak için Allah’a
 sığınmak yeterli olur. Ama insan şeytanı ile mücadele zordur. En zoru da dini söylemle
karşımıza çıkanlardır. İlahi dinleri bozanların tamamı, bu işi, dindar gözükerek yapmışlardır.’’
(Doğru Bildiğimiz Yanlışlar- Süleymaniye Vakfı Yayınları- S:18)

“Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle.
Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına ibadet-kulluk etmemeleri emredilmişti. “(Tevbe-31)
“Bir bid’ad olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yazmamıştık..” (Hadid-27)
“Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, din adamlarından; hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıkabasa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler..” (Tevbe-34)

Kur’an ruhbanlığın bid’ad olduğunu yani sonradan uydurulduğunu dine eklendiğini bildirmiştir.
Allah’ın dininde dini kurum veya Yaratan’la, yaratılanların arasına giren ruhban=din adamları sınıfı
ruhani lider, dini lider, dinin yetkilisi sıfatları, makamları yoktur; aracılar, erdiriciler, şefaatçiler yoktur.
Allah’ın oluşturmadığı veya yetkili kılmadığı hiçbir kişi ve kurum dini temsil edemez..

Ruban=Din adamları sınıfı Allah’ın temsilcileri olarak yeryüzünde yöneticilik yaptıklarını söylerler.
Devletin bütün imkanlarından, nimetlerinden yararlanırlar. Milleti sömürürler, zulüm yaparlar. İnsanları Allah’ın yolundan, gerçek dinden uzaklaştırırlar, kendi çıkarlarına uygun din anlayışını empoze ederler. Allah’a hesap sormak söz konusu olamayacağı için Allah’ın sözde temsilcilerine de hesap sorulamaz. Ruhban sınıfının yönetime hakim olduğu yerde teokrasi vardır, dikta vardır; sömürü ve zulüm vardır.  Dünya tarihinde bunun istisnası sayılabilecek hiçbir yer, hiçbir dönem yoktur.

Ruhban sınıfı ve teokrasi bazılarının iddia ettiği gibi sadece Hıristiyanlığın sorunu değildir. Hıristiyanlıkta ruban sınıfını kilise temsil eder. Mezheplerin, tarikatların dinimize monte etmeye çalıştığı Kur’an dışı dini kurumlar ve sıfatlarla oluşturulan din adamları sınıfı ile İslam dünyasında da adeta bir ruhban sınıfı yaratılmıştır. Devlet yönetiminde etkin kılınan hilafet makamı, şeyhülislamlık kurumu ve mezhep imamları, tarikat şeyhleri  ile  şianın imamet anlayışı ile oluşturulan din dışı din adamları sınıfı, Hıristiyanlıktaki  ruhban sınıfının karşılığıdır. Din adına insanlar üzerinde egemenlik, otorite, baskı kuran ve dini saltanat, sömürü
aracı yapanların sıfatları, ünvanları ne olursa olsun ruhban sınıfının, teokrasinin temsilcileridirler.  
Allah’a inanmak: O’nun varlığına, birliğine ve bildirdiği, vahiy ettiği sözlerine inanmayı kapsar.
Allah’ın Kur’an ayetleriyle bizlere bildirdiği sözlerine inanmayan kişi “ben Allah’a inanıyorum”
diyebilir mi? Dese bile ona kim inanır.
Yaratan “dininizi tamamladım” diyor. “Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmadım” diyor. “hükmün sahibi benim” diyor. “hükmüme kimseyi ortak etmem” diyor. “Bana eş, yardımcı koşanları asla affetmem” diyor..  Allah’ın bu ayetlerine rağmen, toplumda saygı duyulan prof. ünvanlı diyanet, ilahiyat mensubu bazı alimler de dahil olmak üzere birileri çıkıyor “sadece Kur’an okuyarak İslam’ı öğrenemeyiz, yaşayamayız” diyor; “İslam’ı öğrenmek için Kur’an ile birlikte benim tefsirimi de okumak lazım” diyor;  bir başkası “benim yazdığım şu kitabı okumadan Kur’an mümini olamazsınız” diyor, adeta yeni bir iman şartı ihdas ediyor. Başka biri  “mezhep kabulleri,  kuralları ve ecdadın mirası olmasaydı biz dini nasıl anlardık, nasıl uygulardık” diyebiliyor..   "Allah, kuluna Kafi değil mi, yetmiyor mu?" Zümer-36

“ Sizin dininiz tek bir dindir ve Ben de Rabbinizim.  Artık sadece Bana kulluk edin..” (Enbiya-92)
Bir kişinin İslam’ın esasını, tevhid ilkesini anlayıp, anlamadığını; Kur’an ehli olup, olmadığını anlamanın pratik kolay bir yolu vardır. Konuşmalarında “ İslam’ın kaynakLARI ifadesini kullanan veya yazılarında bu ifadeye yer veren kişi tevhid ilkesini anlamamış, özümsememiş demektir. Kelime-i Şahadet’in anlamını bilmiyor demektir. Bu kişi : Allah’ın sözüne inanmıyor demektir. Yaratan “Kur’an’da herhangi bir şeyi eksik bırakmadım” ve “dininizi tamamladım”  demesine rağmen Kur’an’ı eksik ve yetersiz buluyor demektir.. İslam’da tesniye: İkil, ikilik anlayışına yer yoktur. Bu anlayış şirk kapısını ardına kadar açar. İslam’ın kaynakları olmaz, olamaz; kaynağı olur. O kaynakta Kur’an’ı Kerim’dir.
“Dinin kaynakları” demekle, “dinin hüküm koyucuları, dinin sahipleri” ve “dinin Rableri” demek arasında hiçbir fark yoktur. Dinin sahibi kim ise, dinde hüküm koyma yetkisi kim de ise, dinin kaynağı da O’dur. Dinin kaynağı, dinin sahibinin koyduğu hükümlerden oluşur.  Din konusunda söylenen sözler, beşer ürünü olan ilmihal, fıkıh, icma vb. kitaplarda yazılanlar İslam’ın kaynağı olmaz, olamaz.
 Geleneksel uygulamalarda ve mezhep kabulleriyle deforme olmuş, “uydurulmuş din” anlayışında
İslam dışı dini kurumlara ve kerametleri, yetkileri kendilerinden menkul “din adamları”na bir çok
yetki ve görevler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
*Din adamı sıfatlı beşerler kutsallık kılıfı giydirilerek Allah’a varmak için, günahlardan arınmak için,
   kurtarıcı, aracı-vesile yapılmışlardır. “Şeyh’ten el (olur) almadan cennete giremezsin” denilmiştir.
*Yeni doğan çocukların kulaklarına “din adamları” tarafından ezan ve isim okunur.
*Erkek çocukların sünnet merasimlerinde “din adamları” tarafından mevlit şiiri okunur.
*Evlenen çiftler resmi nikâhtan başka bir de din adamlarına nikâh kıydırırlar. “Din adamı” nikâh
   kıymadan gelin hanım gerdeğe girmez.
*Defin işleminden sonra “din adamları” müteveffa ile konuşarak (!) ona telkinde bulunur. Sorgu
  meleklerine(!) doğru cevaplar vermeleri için onlara kopya verirler, bir tür suflörlük yaparlar.
*Vefattan sonra 7. 40. ve 52. gecelerde “din adamları” okudukları duaların, hatimlerin ve mevlit
  şiirlerinin sevaplarını ölen kişinin ruhuna bağışlar böylece onlara cennetin kapılarını aralarlar. (!)
* Ölen kişinin namaz ve oruç borçlarına karşılık olarak, muteveffanın akrabalarından ıskat-bedel alırlar. 
*Kur’an’dan hüküm çıkarma ve dini insanlara öğretme konularında kendilerini tek yetkili görürler.
Yukarıda sıraladığımız örnekler ve günlük hayatta karşılaştığımız “din adamları”nın diğer bir çok icratları, uygulamaları Kur’an’da yer almaz. Bunlar mezhep uydurmalarıdır,  kültürlerdir.
“Din adamı” kavramı din dışı olduğuna göre, din adamı sıfatlı kişilerin yaptıkları uygulamaların pek
çoğunun da din dışı olması doğaldır. Bu uygulamalar İslam’ın gereği değil; uydurulmuş din anlayışının, mezhep kabullerinin, adetlerin, örflerin; kültürün gereğidir. Bunları dinleştirmemek gerekir..
Kur’an hiçbir  ayrım yapmaksızın bütün müminleri dinini öğrenmek ve uygulamakla sorumlu tutmuştur. Müminler Kur’an okuyarak; Allah’ın hükümlerini, emir ve yasaklarını öğrenerek, uygulayarak ve Hz. peygamberin dini yaşama şekline- sünnetine uyarak dinlerini yaşarlar. Kur’an herhangi bir sınıfa-zümreye “dini öncelikle siz öğrenin sonra da başkalarına öğretin” diye bir emir, görev, yetki, sorumluluk vermemiştir.  Müslüman bir  toplumda “din adamları” diye bir sınıfın ve dini kurumların varlığı en azından bid’adtır. Bu kişilere dini, ilahi yetkiler vermek, görevler yüklemek ise şirk yoluna girmektir.
Yahudilikte, hahamların kahinlere isnat ederek yaptıkları tahribatı ve Hıristiyanlıkta, havarilere isnat edilen rivayetlerle papaların,  papazların yaptığı tahrifatı; İslam’da, Hz. Peygambere ve sahabeye isnat edilen rivayetlerle, yalanlarla dinciler; mezhepçiler, tarikatçılar, cemaatçiler,  imamlar, şeyhler, şıhlar, hocaefendiler, muhteremler yapmışlardır ve yapmaktadırlar.
İnsanlık için en büyük tehdit dinciliktir, teokrasidir. Dinin saltanat ve servet aracı yapılmasıdır.
Tarih boyunca insanlara en büyük zulümleri teokrasinin mensupları şirk ehli dinciler yapmışlardır.

“Son kral, son ruhbanın-dincinin bağırsaklarıyla asılmadıkça, insanlık özgürlüğe kavuşamaz.” (Diderot)

‘‘Şu bir gerçek ki, bütün dinler tarihi boyunca, hemen her coğrafyada, gerçek dine karşı en büyük
belayı sergilediği halde kendini o dinin peygamberi yerine koyan bir dinci sınıf olagelmiştir. Esasında, Kuran penceresinden bakarsak, din adamları sınıfının bizatihi kendisi dinciliğin bir numaralı temsilcisidir.
Din adamları sınıfı dindar olamaz, dinci olur. Din sınıfının dindar olması eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bunun içindir ki Kur’an bu sınıfın ıslahıyla uğraşmamış, onu toptan ve tümden yok edip tarihe gömmüştür. Din sınıfının insanlığı götüreceği yer, dinci dehşetidir. Bunun tarihte en tipik ve zalim örneği engizisyondur....’’   (Yaşar Nuri Öztürk-Dincilik-S:461) 

Saygılarımla.
VEDAT AKBAŞAK 


9 Mart 2018 Cuma

GÜNCELLEME GEREKLİDİR


Allah’ın sözlerini, Kur’an’ın hükümlerini insanlar değiştiremez.
Dinde güncelleme, reform-değiştirerek yeniden yapılandırma söz konusu olamaz.
İslam’ın reforma ihtiyacı yoktur. İslam’ın kitabı Kur’an’da bir deformasyon-değişme, bozulma
söz konusu değildir ki, dinde reformasyon-restarasyon yeniden yapılandırma söz konusu olsun.
Ayni şekilde dinini sadece Kur’an’a bağlı olarak yaşayan müminlerin de inançlarında, iman anlayışlarında reforma veya restarasyona ihtiyaç yoktur.
Ancak, İslam dünyasında yaşanan Allah’ın emirleri hilafında mezheplere bölünme; mezhep kabullerinin, örflerin, adetlerin, bid’adların dine ilave edilmesi. Emevilerin dini saltanat çıkarlarının, sömürünün aracı yapması. Mistik, politeist - panteist kültürlerin ve kadim felsefelerin tasavvuf aracılığıyla yaptığı tahribat ile sasani, şaman kalıntısı hurafeler, aslında asırlar önce başlayıp günümüze kadar süren Kur’an’dan uzaklaşma ve İslam ümmetinin dini algılamasında,  inanç anlayışında yaşanan  NEGATİF anlamda bir değişim-reforum sürecidir..

İslam’da, Kur’an’da değil; Müslüman ümmetin din- inanç anlayışında büyük ölçüde bir deformasyon, tahrifat, bozulma söz konusudur. Din anlayışlarını sadece Kur’an hükümlerine göre oluşturmayan mezhepçi; tarikatçi, cemaatçi Müslümanların din- inanç anlayışlarında güncellemeye, reforma ihtiyaç vardır.
Bazı kafaların Kur’an endeksli  restorasyona; yeniden yapılanmaya, yenilenmeye, ıslaha, ihyaya ve nihayet Kur’an’a dönüşe ihtiyaç vardır.

Beşeri unsurların dine müdahalesi devam ettiği sürece ümmetin din anlayışındaki deformasyon
süreci devam edecektir. İslam ümmeti bu olumsuz süreci bir an önce sonlandırmalı ve sadece
Kur’an’a tabi olmalıdır.
“Bunların içlerinden bir fırka vardır ki, Allah’ın kelamını dinliyorlar, sonra onu, akletmelerinin
  ardından, bilip durdukları halde tahrif ediyorlardı..” (Bakara-75)

Yapmamız gereken: Din anlayışımızı tevhid inancına göre yeniden yapılandırmaktır.
Din anlayışımızı sadece Kur’an hükümlerine ve  Hz. peygamberimizin sünnetine-dini yaşama şekline göre oluşturmaktır. Dinimizi hurafelerden ve cehaletin dayanışmasından korumaktır.  
Rivayetleri, mezhep kabullerini, Arap kültürünü, şeriatını, eski toplumların adetlerini, örflerini,
fıkhını dinin bir parçası saymamaktır. Her türlü hurafe ve  bid’adlar ile şirk unsurları yok saymaktır.
Öze, Kur’an’a dönüş yaparak, Hz. peygamberimizin yaptığı gibi dini  sadece Kur’an hükümlerine tabi olarak ve Allah’a teslim olarak yaşamaktır..
Bizlerin inancını istismar etmek isteyen siyasetçilere, dincilere, yobazlara fırsat vermemeliyiz.
İslam’ın, Kur’an’ın öğrenilmesi, sevilmesi, yayılması için gayret sarfetmeliyiz..
Bu yöndeki gayretler popülist bir hareket veya dinde reform arayışı değildir.
Müslümanların din anlayışında, yaşayışında ortaya çıkan defarmasyonu, tahrifatı, bozulmayı düzeltme, reforme etme amacıyla yapılan çalışmalardır. Rivayetlere ve mezhep şeriatlarına endeksli din anlayışından Kur’an hükümlerine endeksli din anlayışına dönme çabasıdır.

‘‘Kur’an’a yönelmek bir fantezi ya da bir moda değildir. Evrensel ve kalıcı boyutları olan ciddi bir iştir..’’  (Abdülaziz Bayındır-Din ve Devlet İlişkileri S: 34)

Eskinin yanına yeniyi koymak reform değildir. Yeni fikirleri eskilerin yanına koyarak, eskileri yenilerle desteklemek, yeniyi eskiye göre anlamak eskinin devamı olur. Oysa din anlayışında reform yapılmak isteniyorsa, eskiyi yeniye göre anlamaya çalışmak gerekir. Ancak bu şekilde eskinin yanlışı anlaşılır ve düzeltilir.

“Din­de ye­ni­den ya­pı­lan­ma­nın zorunlu ilk adımı, dine sokulmuş yalanların ve dinleştirilmiş örflerin din bünyesinden temizlenmesidir. Bu temizleme gerçekleştirilmeden işe yarar bir içtihat veya tecdit mümkün değildir. Çünkü geniş anlamlarıyla içtihat da tecdit de dinsel vahiylerin yorumundan ibarettir. Bu yorumun hayır getirmesi için öncelikle din adı verilecek temel verilerin ortaya çıkarılması gerekir. Din patenti yapıştırılmış ama aslında din olmayan kabullerin din diye yorumlanmasının götüreceği sonuç ağır bir aldanıştan başka ne olabilir?" (Yaşar Nuri Öztürk - Yurt Gazetesi – 31 03. 2013)

Saygılarımla,
VEDAT AKBAŞAK..


8 Aralık 2017 Cuma

B O Ş A N M A

Kur’an cahiliye döneminde çok yaygın olan ciddi ve kötü bir sosyal alışkanlığı düzeltmeyi amaçlar. İslamiyetten önce bir koca istediği kadar ve istediği zaman eşini boşama hakkına sahipti. Ne zaman karısı ile ilişkisi kötüye gitse onu boşar ve sonra canı istediği zaman tekrar onunla evlenirdi. Buna bir sınırlama getirilmediği için, olay sık sık tekrarlanabilirdi. Bu nedenle kadın, ne kocasıyla tam bir karı-koca ilişkisi içinde olabilirdi, ne de başkası ile evlenebilecek özgürlüğe sahip olurdu. Kur’an bu zulmü ortadan kaldırmıştır. Bütün yaşamı boyunca bir koca, karısını ancak iki kez boşama hakkına sahiptir. Üçüncü kez boşarsa, artık ondan tamamen ayrılmış olur.

Kimse boşanma niyetiyle evlenmez. Boşanma kararı hiç şüphesiz en çok o kararı alanları üzer. Ancak aile içinde telafi edilemeyen, devamlı hale gelen huzursuzluk, mutsuzluk söz konusu ise, boşanmak son çare olarak sosyal hayatın gereğidir.

Evlenme kararını nasıl ki, kadın ve erkek birlikte kendi özgür iradeleriyle alıyorlarsa;  evlilik akdi nasıl ki tarafların rızası ile gerçekleşiyorsa; kadının veya erkeğin tek taraflı iradesiyle evlenmek söz konusu olamıyorsa,  ayni şekilde boşanma kararını da kişiler özgür iradeleriyle alırlar. Tarafların her ikisi de istediği sürece evlilik akdi geçerli olur. Eşlerden biri boşanmak istiyorsa, diğer eş boşanmak istemese de o evliliğin devamı söz konusu olamaz. Taraflardan biri akdin feshini-boşanmayı isteyebilir, bu durumda artık evlilik kurumunun devamı mümkün değildir.
Kur’an’ın bu konuda her hangi bir yönlendirmesi veya tarafların özgür iradelerine  müdahalesi söz konusu değildir. Kur’an’ın müdahalesi taraflar boşanmaya karar verdikten sonraki süreçle ilgilidir. Kur’an bu süreçte öncelikle sorunların çözülmesini, eşlerin barışmalarını, evliliğin devam etmesini arzular.
Bu mümkün olmazsa Kur’an’ın boşanma sürecini düzenleyen hükümleri devreye girer.
Bu hükümler eşlerin ve çocukların haklarını korumaya yöneliktir.

Kur’an’ın öncelikle istediği: Eşler arasında bir dargınlık, geçimsizlik, huzursuzluk varsa onların barışmaları ve evliliğin devam etmesidir.

“Eğer, bir kadın kocasının sadakatsizliğinden, yahut kendisine sırt çevirmesinden endişe ederse aralarını bir barış girişimiyle düzeltmelerinde kendileri için bir sakınca yoktur. Ve barış hep hayırdır.”
(Nisa-128)

Sorunlar öncelikle aile içinde, dışarıya duyurmadan halledilmeye çalışılır.

“Allah’ın  bazı şeyleri bazısına fazla kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları nedeniyle erkekler kadınlar üzerinde  kavvamdırlar – kayyumdurlar – koruyup gözeticidirler. Bundan dolayı iyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar..  Nüşuzundan - serkeşlik etmelerinden – hırçınlıklarından-onur ve iffetlerini riske atmalarından endişe ettiğiniz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları geçici olarak evden çıkarın-bulundukları yerden başka yere gönderin.. Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, çok büyüktür..”  (Nisa-34)

Öncelikle öğüt verilecek, öğüt yeterli olmazsa yataklar/yatak odaları ayrılacak.
Sorun/anlaşmazlık devam ederse  evler ayrılacak.

Bu aşamaya gelinmesi durumunda  arabulucular devreye girer..
“Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının ailesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır..” (Nisa-35)

Kadının ailesinden ve erkeğin ailesinden birer kişi olmak üzere toplam iki kişi arabulucu olacaktır.
Bir çok kişinin; arkadaşların, akrabaların olaya müdahil olması gereksiz kafa karışıklığına ve yanlış kararlar alınmasına neden olabilir.

Bakara suresi 226. ayetine göre eşlerin birbirine yaklaşmadığı, fiili ayrılığın yaşandığı bu sorunlu süreç dört ayı geçmemelidir. Bütün çabalara rağmen eşler barışmamakta;  boşanmakta kararlıysalar, Kur’an’ın boşanma sürecini düzenleyen hükümleri devreye girer...
                                                                             
TALAK = Erkeğin (Kadının zina yapma hali hariç başka bir nedenle) boşanmak istemesidir.
 Kadının üç âdet-hayz dönemi olan iddet süresi tamamlanınca boşanma gerçekleşir.
Erkek boşanmak isterse bu kararını eşine hayızlı olmadığı bir zamanda söyler; bu birinci talak - boşanmadır.
Daha sonra bir ay daha bekler ve ikinci hayız hali bittiğinde ikinci kez boşanmak istediğini söyler;
bu ikinci talak - boşanmadır.
Daha sonra üçüncü hayız dönemini de bekler, halen boşanmaya kararlı ise, üçüncü hayız tamamlandıktan sonra üçüncü ve son kez boşanmak istediğini; onu boşadığını söyler.
Bu süreç içerisinde taraflar düşüncelerini gözden geçirmelidirler.  
Birinci ve ikinci boşamadan sonra evliliği sona erdirme düşüncesinden  vazgeçmek, eşiyle barışmak ve evliliği sürdürmek mümkündür.
Bu süre içinde erkek eşiyle barışmak isterse kadının da bu duruma rıza göstermesi eşiyle barışması daha uygun olacaktır.  Üçüncü ve son kez talak - boşamadan sonra artık  geri dönüş yoktur.
 Boşanma iki şahit huzurunda aleni olmalıdır, toplum tarafından bilinmelidir. (Talak-2)  Talak suretiyle kocası tarafından boşanan kadın üç adet müddeti geçmeden  başka bir erkekle evlenemez.

“Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helal olmaz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar..” (Bakara-228)
“Boşamak (talak) iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız da size helal olmaz..” (Bakara-229)
“Eğer kadını bir daha boşarsa, bundan sonra artık başka bir kocaya varıncaya kadar ona helal olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah’ın hududunu sağlam tutacaklarını ümit ettikleri takdirde öncekilerin birbirlerine dönmelerinde her ikisine de günah yoktur.. ” (Bakara-230)
                                                                                    
Üçüncü ve son boşamadan sonra, kadın başka bir erkekle evlenip de sonra boşanırsa ancak o zaman tekrar  önceki kocası ile evlenebilir.
Kur’an, koyduğu kurallarla, bildirdiği hükümlerle boşanmanın bir oldu bittiye getirilmesine;  bu konuda kızgınlıkla ani bir karar alınmasına müsaade etmemiştir.
Üç boşamayı da ayni anda veya ayni adet dönemi içinde yapmak; bu şekilde evliliği sonlandırmak mümkün değildir. Bu uygulama Kur’an’dan onay almaz.

Hz. Peygamber bu uygulamayı yasaklamıştır. Hz. Ömer ise böyle yapan erkekleri kamçı ile cezalandırmıştır.. Bu şekildeki boşama, günah olmasına rağmen 4 “Hak” (!!) mezhebe göre de ne yazık ki geçerlidir.
Bu Kur’an dışı uygulama ile,  genellikle  bir kızgınlık anında ağzından üç kez “boşsun” sözü çıkan koca, karısını boşamış sayılmış; sonra da hülle evliliği denen, riyakarlık örneği olan aldatmaca, atlatmaca sözde nikah icat edilmiştir..

“Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayasızlık, edepsizlik yapmaları hali müstesna onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allahın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir..” (Talak-Boşanma – 1)

“Adetten kesilmiş olanlar hakkında şüpheye düşerseniz onların iddetleri üç aydır; adet görmeyenler de öyle. Hamile olanların süreleri ise doğumları ile biter. Kim Allah’tan sakınırsa Allah onun işinde bir kolaylık oluşturur..” (Talak-4)

İddet süresi içinde (hamilelik söz konusu ise, doğuma kadar)  kadın o evin hanımıdır. İhtilafın çözüme kavuşma imkanının ortadan kalkmaması için karı ile koca aynı evde oturmalıdır.
Her ikisinin de aynı evde olması halinde yaklaşık 3 aylık bir süre içinde veya kadın hamile ise çocuk doğana kadar yeniden barışmak için birçok fırsat çıkabilir. Fakat erkek kadını evden dışarı atar veya kadın evini terk eder de akrabalarının yanına giderse, o zaman barışma imkanı yok denecek kadar azalmış olur.
İslam alimleri iddet süresi içinde barınma ve nafakanın kadının hakkı olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Bu süre içinde kadın, kocasından izinsiz evden ayrılamaz. Erkeğin de kadını evden çıkarması caiz değildir. Kadın kendiliğinden evi terkettiği takdirde hem günaha düşmüş olur, hem de nafaka ve barınma hakkını kaybeder.

Kadın apaçık hayasızca, edepsizce davranışlar içinde olursa; kötü sözlerler söyleyerek, söverek, hakaret ederek, münakaşa çıkartarak kocasını ve diğer aile bireylarini rahatsız ederse; veya başka bir şekilde hayasızlık, edepsizlik ederse erkek kadını evden çıkartabilir.

Boşamadan sonra koca, karısına mehir olarak verdiği evlilik hediyelerini, elbise ve takıları geri isteme hakkına sahip değildir. Birisine hediye olarak verilen bir şeyi geri istemek nezaket ve ahlâk kurallarına tamamen aykırıdır. (Nisa-20)
                                                                           
Koca boşadığı eşine ihtiyacı olduğu sürece veya  tekrar evlenene kadar geçimini sağlamak üzere nafaka vermelidir.. (Bakara-241)
Baba gücü oranında çocukların ihtiyaçlarını karşılamak ve süt anne tutulmuşsa onun parasını ödemekle sorumludur. (Bakara-233)

Kocası ölen kadın dört ay on gün bekledikten sonra isterse başka biriyle evlenebilir.. (Bakara-234)

İFTİDA = Kadının boşanmak istemesidir.
Evliliğinin yürümeyeceğine karar veren kadın eşinden boşanmayı isteyebilir.

Kadının boşanmayı istemesinde kocasının herhangi bir hatası, baskısı rol oynamıyorsa; kadın tamamen kendi isteği, özgür iradesi ile boşanmak istiyorsa, eşinde aldığı mehir ve hediyeleri kocasına iade etmesi gerekir.
Aşağıdaki ayette geçen “fidye” kadının eşinden aldığı mehir ve hediyeleri kocasına  geri vermesi anlamındadır.
Bu tür boşanmada nafaka söz konusu olmaz. İddet süresi ise bir kez adet görene kadardır.
Adet görmesiyle/hamile olmadığı anlaşılmasıyla boşanmış olur ve başkasıyla evlenebilir.

“.....Erkek ve kadının Allah’ın sınırlarında duramayacaklarından kaygılanırsanız, o zaman kadının verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Bunları aşmayın...” (Bakara-229) 

Kadının boşanmayı istemesinde kocanın rolü varsa; yani kocanın kötü alışkanlıkları varsa, eşine kötü davranıyorsa, şiddet uyguluyorsa veya ruhsal bir rahatsızlığı ortaya çıkmışsa, herhangi bir nedenle iktidarsız hale gelmişse kamu otoritesi mehir iadesi ve nafaka konusunda kadın lehine karar verebilir. Mehir ve hediyelerin tamamının değil de; bir kısmının kocaya iadesine veya hiç iade edilmemesine karar verilebileceği gibi kocanın kadına evleninceye kadar nafaka ödenmesine de  karar verilebilir.. 
Kocanın gayp-kayıp olması halinde de kadının boşanmayı isteme hakkı doğar. Kayıp süresiyle ilgili mezhepler arasında farklı kabuller vardır. Mezheplerin bir kısmı kocanın bir yıl kayıp olmasını gayp kararı ve kadının boşanmış sayılması için yeterli görürken;  bazı mezhepler bu süreyi iki yıl veya daha fazla tespit etmişlerdir.

Kur’an’a göre; boşanmaya karar verildikten sonra eğer bu karardan geri dönüş, barışma olmazsa yaklaşık üç ayda boşanma gerçekleşmektedir..
Günümüzde yıllarca süren boşanma davalarının Kur’an’dan onay alması mümkün değildir.
Kadının, kocanın varsa çocukların hakları, hukukları korunarak davaların daha kısa sürede sonuçlandırılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
Boşanma davasının devam ettiği süre içinde kişilerin başka biriyle evlenmeleri, yeni bir yuva kurmaları mümkün değildir. Boşanma davalarının uzun sürmesinin en büyük sakıncası; kişileri asla yaklaşılmaması gereken günaha; zinaya sevk etme riskidir.
                                                                           
Saygılarımla.

VEDAT AKBAŞAK

8 Mart 2017 Çarşamba

Panteizm - Vahdet-i vücut ve İttihat inancı

Yüce Yaratan yarattıklarına İÇKİN değil, yarattıklarından AŞKIN ilahi güçtür. 
Allah Samed'tir. Herkes O'na muhtaçtır. O, varlığı başkasına muhtaç olmayandır; varlığı 
yarattıklarının varlığına endeksli olmayandır. 
Evren yaratılmadan önce de Allah vardı. Gökleri ve yeri yaratan, yoktan var eden Allah’tır. 
(A'raf-54  Yunus-3  Hud-7)  
Ve yaratılan her şey yok olduğunda da O, yine var olacaktır. 
“Evvel’dir O, başlangıcı yoktur, Ahir’dir O, sonu yoktur..." (Hadid-3)   
"Yer üzerinde bulunan herkes yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü/
ilahi varlığı/zatı kalacaktır. (Rahman 26, 27)

Panteizm: Tanrı ve evreni bir-aynı gören felsefedir. Tanrı evrendir, evren de tanrıdır. Başka bir anlatımla: Yaratan= Yaratılanların yani evrenin tamamıdır. Evreni ilahlaştıran bu felsefeye göre Yaratan, yaratılanlardan ayrı ilahi bir güç değildir, Tanrı evrene aşkın değil, içkindir.
Oysa Kur’an’da Yaratan ve yaratılan ayrımı çok net olarak vurgulanmıştır.

 Yaratan, yaratamayana-kendisi yaratılmış olana benzer mi? Hiç düşünmüyor musunuz..? (Nahl-17)

"Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?" (Tur/35)

Budizm’de ferdi ruh Atman ve evrensel ruh Brahma vardır. Ferdi ruh, evrensel ruha irrasyonel, metafizik yollarla; mistik inanışlarla, sezgi, sevgi, aşk yoluyla ulaşmak, onunla bir olmak ister..
Önemle belirtmek gerekir ki, İslam mistik, ezoterik-gizemli, gizemci bir düşünce akımının adı değildir. İslam’ı mistik inançlar içinde göstermek ve onu tanımlarken ‘‘İslam mistisizmi’’ veya ‘‘İslam tasavvufu’’ gibi ifadeler kullanmak çok büyük yanlıştır. Aklı kullanmamak, basiret denen gönül gözünü kör eder.  Kur’an rasyonel yolları; aklı, akletmeyi, bilimi ve manevi aydınlanmayı işaret eder.

Mistizimde ise, olağanüstü özellikler atfedilen, ilahi sıfatlar verilerek kutsallaştırılan keramet sahibi
 insanlar vardır. Her inanç sisteminde mistik akımlar olmuştur. Yaratan’a irrasyonel, akla uygun olmayan yollarla; gizli, gizemli yollarla; gönül, duygu, sevgi, aşk, sezgi, ilham yoluyla ulaşmak isteyen akımlar vardır. Budizm ve diğer Hint inançlarında yaygın olarak görülen bu akımlardan Yahudiler ve Müslümanlar da  etkilenmiştir. Bu akımın adı: Kabalada -Yahudi tasavvufunda vahdet-i vücut,  İslam tasavvufunda ise ittihat inancıdır. 

Vahdet-i vücut inancına göre: Kainatın tamamı-yaratılanlar Yaratan’ın aynaya aksetmiş zuhuru, tezahürü, yansımasıdır; Yaratan,  yaratılanların bütünüdür. Varoluşun tamamı  Tanrı’ın kendini gösterdiği aynadır. Tanrı yaratılanlardan ibarettir.
Bu ekol mensupları La ilahe illallah-Allah’tan başka ilah yoktur demezler. La mevcuda illallah - Allah’tan başka varlık-mevcut yoktur derler. Bunlara göre Allah ile evren ayni-tek varlıktır. Yaratılan ne varsa; insanlar, hayvanlar, bitkiler, erdemliler, edepliler, edepsizler, ahlaksızlar, katiller, alkolikler hiç istisnasız herkes, her şey Allah’ın bir parçasıdır.  Bu şirkin en berbat halidir. Bu ekolü İslam’a bulaştıran Muhyiddin Arab-i’dir. Vahdet-i vücut inancı ile panteist felfese ve Yahudi tasavvufu Kabala arasında büyük benzerlik vardır.
Tasavvuf tarihinde ilk defa Vahdet-i Vücut anlayışı Beyazid Bistamî (ölm:875) ve Cüneyd Bağdadî (ölm:910) gibi  mutasavvıfların katkılarıyla doktrin halini almıştır. Bu ekölü kitaplarında sistamatik olarak  tanıtan ve islam dünyasında yaygın hale getiren ise Muhyiddin Arab-i’dir. (ölm:1240)
Bu inanç sistemi İslam coğrafyasında her zaman, her kesimden yaygın taraftar bulabilmiştir. Şii, alevi kesimden, milliyetçi Türkçü kesime kadar günümüzde de çok taraftarı vardır. Bilgisizlik eseri olsa gerek İslam'la çelişen, dört başı mamur şirk olan bu düşünce ekolü İslam'la uzlaştırılmaya çalışılmaktadır. 

İttihat inancında Yaratan, yaratılan ayrımı olmakla birlikte Tanrı’ya yönelen, yüzünü Tanrı’ya dönen, O’na varmaya çalışan seçkin (!) kişiler  bir çok zorlu aşamalardan sonra bir gün gelir beşeri niteliklerden arınırlar, Allah’la bir-leşir, O’nunla “Bir” olurlar, O’nun gibi olurlar; O’nun bazı niteliklerine sahip olurlar. İnsanları Tanrılaştırırlar...

Hüthüt kuşunun klavuzluğunda-mürşitliğinde diğer kuşların-müritlerin padişahları Simurg’u-Tanrı’yı
aradığı, zorlu uzun yolculuğun sonunda kalan otuz kuşun aradıkları Simurg’un (Farsça “si” otuz
demektir, “murg” kuş demektir.) aslında kendilerinden ibaret olduğunu, her birinin simurg olduğunu, aradıkları Tanrı’nın aslında kendilerinden başka bir şey  olmadığını anlamaları. Yaratılanların Yaratan’ın zuhuru-belirtisi olduğu; Yaratan’ın da yaratılanlardan ibaret olduğunu anlatan hikayeler tasavvuf edebiyatının Kur’an anlayışıyla bağdaşmayan  konularıdır.

Kur’an anlayışına göre; insanlar ve kozmozun-evrenin tamamı Allah’ın yarattığı ayetlerdir.
Allah’ın delili, işareti, belirtisi olan her şey O’nun ayetleridir. İnsanlar, diğer canlılar ve evrende olan her şey  Allah’ın iradesi sonucu yaratılmıştır. Evrendeki her şey varoluşun, yaratılışın bir parçasıdır; Yaratan’ın değil.

Kur’an’da sıfat isimleriyle bildirilen niteliklerinden anlıyoruz ki: Allah Haalik’tir, Hallak’tır, Bari’dir,
Bedi’dir, Muhyi’dir,Fatır’tır, Kaahir’dir, Kebir’dir, Malik’tir; yani Yaratandır, var edendir, hayat verendir, varoluşu genişleten, yönetendir. Yaratılanlar üzerinde egemenlik kurandır. Varoluşun sahibidir ve en önemlisi Yüce Allah Vahit’tir sıfatlarında, özelliklerinde, yetkilerinde tek olandır.
Hiç bir şey O’nun eşi ve benzeri olmadığı gibi, benzeri gibi bir şey de yoktur, olamaz. O hiç bir şeye benzemez, Hiç bir şey de O’na benzemez.
“Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri olmamıştır, olamaz..” (İhlas-4)
“O’nun benzeri gibisi bile yoktur, olamaz..” (Şura-11)
“O hep tespih edilen, onların söylediklerinden çok uzak ve çok yüksek; hem de ölçüye sığmayacak kadar yüksek..” (İsra-43)

Allah: Kur’an’da sıfat isimleriyle bildirilen niteliklere, yetkilere, güce sahip olan ilahi kudrettir. Kur’an’da bildirilen uluhiyet özelliklerine sadakatten ayrılıp, Allah’ı başka şekilde tanımlama gayretleri yeni bir ilah yaratma gayretidir. Tam bir sapmadır, açık bir şirktir.
Müslümanların inandığı  Allah, Kur’an’da nitelikleri bildirilen ilahi kudrettir.
“Ben Müslümanın” diyen birinin Kur’an’da bildirilenden farklı bir Allah anlayışı olamaz. 

"Tevhid, Yaratanın yarattığı bütün diğer şeylerden ayrılması demektir. Her yaratılmış, zaman ve mekan kanunlarına tabidir. Yaratıcı ile yaratılmış arasında hiç bir anlamda bir bütünlük düşünülemez. Tevhid temelde ilk olarak bu düşünce tarzını reddeder. Yaratıcı; bütün tabiatın, varlıkların üstündedir, aşkındır. Hiç bir şey Allah'a benzemez ve O'nu sembolize ve temsil edemez. Allah hiç bir sezgi metodu ile bilinemez ve O'na erişilemez."  (İsmail r. faruki-Tevhid S:209)

 “Bazı mistikler, tasavvufçular ve felsefeciler sağduyuya aykırı başka bir iddiada bulunmuşlardır.
İslam tasavvufunda “vahdeti vücut” olarak bilinen ve muhyiddin Arabi gibi ünlü temsilcileri olan bu anlayış, felsefe tarihinde en çok Spinoza ile beraber anılır ve panteizm olarak adlandırılır. Bu anlayışa göre Tanrı evrenin ta kendisidir. Tanrı ve evren aynidir. Evren Tanrı’nın bir parçası veya görünüşüdür.
Bing Bang, evrenin başlangıcını yokluğa indirgeyerek, evrene  Tanrı statüsünün verilmesini ve Tanrı’yı evrene içkin görmeyi onaylamaz. Bing Bang evrenin dışında olan (aşkın) ve evren ile zamanı yaratan bir Tanrı’yı gerektirir. Başlangıçta hiçbir formu olmayan bir tekliği, Tanrı ile özdeş veya Tanrı’nın bir parçası olarak görmek mümkün değildir...” (Caner Taslaman – Bing Bang ve Tanrı – S: 162)     

“Tevhid, Yaratan’ın diğer bütün yaratılmışlardan ontolojik olarak ayrı tutulması demektir. Zira yaratılmış olan, zaman ve mekan kanunlarına tabidir; dolayısıyla Yaratıcı ile yaratılmışlar arasında hiç bir anlamda bir birleşme ve bütünleşme düşünülemez. (Hayri Kırbaşoğlu-Ahir Zaman İlmihali- S:86)  

Saygılarımla.   
VEDAT AKBAŞAK                                                                   



9 Şubat 2017 Perşembe

YÖNETİMDE Ş U R A İLKESİ

“Müminler iş ve yönetimlerini aralarında ŞURA ile yürütürler..” (Şura-38)
“..yönetim konusunda onlarla ŞURAya  git..” (Aliimran-159)

ŞURA: Sosyal uzlaşı ile karşılıklı danışarak, konuşarak kararlar alınmasıdır. 
Yönetimde ortak aklın,  millet iradesinin egemen olmasıdır..
Toplumun kendi kaderlerinde söz sahibi olması ancak şura esası ile mümkündür. Ancak kollektif katılım ve UZLAŞI ile alınan kararlar toplumsal fayda sağlar ve sosyal adalet gerçekleşir. Bir kişinin, bir egemen zümrenin TEK BAŞINA alacağı kararlar ise öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda olacaktır.  

"Şura tam ve doğrudan katılımlı SÜPER DEMOKRASİ denebilecek bir ilkedir ve despotik monarşik idarelere, tek adam yönetimlerine tamamen terstir." (M. Hayri Kırbaşoğlu)

Kur’an şuranın şekli ve şartları konusunda ayrıntı vermemiştir. Şuranın, dönemin şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına en uygun şekilde nasıl uygulanacağını insana; akla, iradeye bırakmıştır. 
Günümüzde demokrasilerde halkın oylarıyla seçilen milletin vekillerinden oluşan meclisler, parlamentolar en geniş katılımlı şuralardır. 
Şuranın, meclisin anlam ve yetkilerinin daraltılması gayretleri; millet egemenliğine karşı alınan tavırlar, egemenliğin bir kişiye/zümreye verilme çabaları ilahi irade ile, Kur'an hükümleri ile çelişir.

Kur’an yönetim erkinin tartışma üstü, kutsiyet atfedilmiş kişiler, kurumlar tarafından değil; halkın yönetime doğrudan katılımı sağlanarak, ekip çalışmasıyla, ortak akıl üreterek  kullanılmasını ister.
Azınlığın çoğunluğa veya çoğunluğun azınlığa egemenliğini reddeder.
Şura anlayışında kişi hegemonyası, despotizim, dikta yoktur. Bir kişi veya zümre toplum üzerinde egemenlik kuramaz. Hiç kimse insanları keyfince yöneteceğini söyleyemez..
Yöneticiler otokrat (buyurgan) değil; demokrat (katılımcı) olmalıdır.
Yöneticilerin  yaptıkları her icraat şeffaf, denetlenebilir, sorgulanabilir olmalıdır..
Dikta rejimlerinde egemenlerin danışmanlarından tavsiye niteliğinde fikirler alması, sonra kendi bildiği gibi karar vermesinin dinimizin istediği şura esası ile ilgisi yoktur. 

Yüce Allah peygamberimize bile topluma önderlik ederken baskı, zorlama yapmamasını; şura ve bey’atleşme - sosyal mukavele ile yöneticilik yapmasını bildirmiştir. Hz. peygamber hayatında yirmiye yakın olayda istişare sonuçlarına göre uygulama yapmıştır. Kendi kanaatini dayatmamıştır.

10. yy'da yaşamış Arap bilgin ve gezgini İbn Fadlan yazdığı seyahatnamesinde Oğuz Türkleri ile ilgili gözlemlerini şöyle yazmıştır. "İdare biçimleri karşılıklı danışmayla idare biçimidir. Bununla beraber ortak akla karşı çıkan-muhalefet edenler her zaman olabilmektedir."

Yüce Allah son kitabı Kur’an’da  hem peygamberliğin sona erdiğini bildiriyor hem de yönetimle ilgili bazı ilkeler, esaslar bildiriyor.  (Şura, liyakat, adalet, paylaşım, eşitlik,  özgürlük gibi) Bundan çıkarılacak mesaj şu olmalıdır: Toplumlar artık Allah’ın koyduğu ve Kur’an ile bildirdiği ilkeler-esaslar-kurallar-normlar tarafından yönetilecektir. Kişilerin, zümrelerin egemen olduğu sistemlerle değil, ilkelerin egemen olduğu takım oyunuyla, kolektif katılımla yönetilecektir.  Kur’an şura ilkesiyle tek adam yönetimlerine; diktaya, monarşiye, oligarşiye kapıları tamamen kapatmıştır. 

Saygılarımla. 

VEDAT AKBAŞAK

SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....