26 Ekim 2015 Pazartesi

Egemenlik Konusu - Demokrasi ve Şura ilkesi

Egemenlik-Hakimiyet konusu Emevi şeriatı takipçileri tarafından istismar edilen konulardandır.
Bu kişiler seküler egemenlik anlayışı ile Kur’an’ın çeliştiğini iddia ederler.
“ Ne demek egemenlik millete aittir, egemenlik Allah’a aittir” derler... İşin aslı şöyledir.

Yüce Allah Halik’tir, Hallak’tır, Bari’dir, Bedi’dir ve “Yeryüzündekilerin, gökyüzündekilerin, ikisi arasındakilerin sahibidir, yaratanıdır, yönetenidir.” Kur’an’da bir çok kez tekrarlanan bu ayet  Allah’ın yaratılış üzerindeki ontolojik ve külli ilahi hakimiyetini vurgular. Yaratılışın, fıtratın, kainatın ilahi kanunlarını koyma, işleyiş kurallarını, ölçülerini belirleme yetkisi;  bu konudaki mutlak hakimiyet sadece Yüce Allah’a aittir. O kulları üstünde yegâne güç sahibidir. Egemenlik yalnız O’nundur.” (Enam-62, 63)
“... egemenlik gerçek olan Allah’ındır..” (Kehf-44)

Kur’an’da insanın hakimiyetinden yani hüküm verme yetkisinden şikayet yoktur. Şikayet, hakimiyette Allah’ın indirdiğinin, bildirdiği ilkelerin dışlanmasıdır. 
Dünya hayatında fıtratın düzeniyle, ilahi kanunlarla uyumlu ve dinin temel hükümlerine, ilkelerine uygun yaşamak gerekir. Muamelat alanında, ameli konularda; zaman, mekan şartlarına, ihtiyaçlara göre evrensel çağdaş değerler, kurallar oluşturmak ve insan fıtratına uygun beşeri kanunlar koymak; bu konudaki siyasi hakimiyet laik, demokratik sistemlerde halka - millete aittir. Milletin seçtiği ehil, adil kişilerden oluşan meclislere, kurumlara aittir. (Nisa-58, 59 Şura-38  Aliimran-159)
“Sizleri yeryüzünde halefler- yöneticiler  kılan odur..” (Fatır-39  Yunus -14)

"Ey inananlar, Allah'ın yardımcıları olun" (Saff-14)
Allah aklı, iradeyi ve bilgiyi insana dünyayı imar etmek ve yaşanabilir bir dünya kurmak üzere bahşetmiştir. Kur’an’da bu konudaki ifade son derece açıktır:
 Sizi yerden (topraktan) yaratan ve orayı imar etmenizi isteyen O’dur. Haydi artık Rabbinizden af dileyin ve O’na yönelin. (Hud:-61) 

Dolayısıyla insanların dünyada adalet temelinde gerçekleştirecekleri siyasi ve ekonomik faaliyetlerin ilahi irade ile çatışması mümkün değildir. 
“Demokrasi beşeri egemenlikte ortaklıktır. Dolayısıyla Allah’ın egemenliğine ortak olmak gibi bir durum söz konusu değildir.” (Muhammed el- Cabir)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Atatürk’ün bu sözü devlet, millet yönetiminde hakimiyet-egemenlik bir şahsa, bir aileye veya bir
zümreye ait değildir, millete aittir demektir. Atatürk teokratik monarşiyi yıkmıştır, hakimiyeti
padişahtan alıp halka vermiştir. Cumhuriyeti kurmuştur. 

Laik-seküler rejimler bazılarının iddia ettiği gibi Allah’ın “hakimiyet” alanına, yetkisine müdahale
edildiği rejimler değildir. Aslında Allah’ın hakimiyet alanına müdahale etmek mümkün de değildir.
Unutulmamalıdır ki, Allah’ın yetkilerine, niteliklerine eş, yardımcı, tamamlayıcı koşulan şirk
unsurlar her zaman teokratik dikta-dinci faşist yönetimlerde hakimiyeti elinde bulunduranların ve
ruhban=din adamları sınıfının içinden çıkmıştır.

Özetlemek gerekirse: Laik rejimlerde Allah’ın hakimiyet alanına karışmak söz konusu değildir.
Dinci, mezhepçi, şeriatçı, irticacı teokratik diktatörlüklerde ise: Beşeri kurallar, mezhep şeriatları
din hükmü gibi sunulur ve ruhban=din adamları sınıfı kendilerini dinin yetkilisi, temsilcisi gibi görürler.
Bu anlayış  Allah’ın hakimiyetine-egemenliğine ortak olma arzusudur.
Teoratik dikta yönetimlerinde yöneticilerin; Kıralların, padişahların, sultanların tavrı şöyledir:
“Hakimiyet Allah’ındır, ben de Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim, temsilcisi, yetkilisiyim, resulün halefiyim o halde hakimiyet bendedir.” Laik anlayış işte bu riyakarlık, istismar ve sömürü yolunu kapatmıştır..

"... Siyaset ve saltanat dincilerinin en önemli yalanlarından biri şudur: Milletlerin, insanların egemenlik hakkı olmaz; egemenlik Allah'ındır derler. Böyle diyerek din adına söyler, Ortadoğu despotizmlerini İslam diye öne çıkartırlar. Oysa ki İslam'ın ana kaynağına göre, insana egemenlik yetkisi verilmiştir. Egemenlik Allah'a aittir ilkesinin anlamı ontolojik yani varoluşla ilgili egemenliktir; siyasetle, yönetimle ilgili egemenlik değildir. " Yaşar Nuri Öztürk 

ŞURA ESASI:Halktan yetki alarak - bey’atlaşarak, sosyal uzlaşı ile karşılıklı danışarak, diyalogla kararlar alınmasıdır. Toplumun her kesiminden liyakat sahibi kişilerin kolektif katılımıyla, sorumluluk alarak yönetimde söz sahibi olmasıdır. Yönetimde ortak aklın ümmet-millet-halk iradesinin egemen olmasıdır..
Toplumu oluşturan ferdlerin kendi kaderlerinde söz sahibi olmaları ancak şura esası ile mümkündür. Halkın oylarıyla seçilen milletvekillerinden oluşan meclisler ve parlamentolar en geniş katılımlı şuralardır. Demokratik, parlamenter sistem Kur'an ilkelerine en uygun yönetim şeklidir. 

DEMOKRASİ: Halkın egemenliği; halkın iktidarı demektir.
Kişi hak ve özgürlüklerine dayalı yönetim şeklidir. Halkın sürü olmaktan kurtulması, onurlu, erdemli yaşaması demektir.  Eski Yunanca “Demos” (Halk) ve “Kratos” (Egemenlik, iktidar) sözcüklerinden oluşur. Başka bir görüşe göre demokrasi kavramı ve kelimesi Grek uygarlığından 3.000 yıl önce ilk kez Sümer uygarlığında görülmüştür. Sümercedeki  dumugiratuku kelimesi günümüze demokratika, demokrasi olarak gelmiştir..

Demokrasi ve özgürlük her ülkeye devrimle gelmiştir. Krallıklar, padişahlıklar, diktatörlükler güç kullanılarak; savaşlar veya halk devrimleri sonucu yıkılabilmiştir..
Demokrasilerde egemenlik, demokratik haklarının bilincinde olan halka aittir. Demokrasi lider egemenliği demek değildir. Lider sultasına ve parti oligarşisine son verilmelidir. Güçlü liderler yerine halkın güçlendirilmesi, halkın yönetimde daha fazla söz-yetki sahibi olması sağlanmalıdır.
Halkın yönetime katılımı ne kadar etkin ve yaygın olursa şura ilkesi,  demokrasi o kadar iyi işliyor demektir..
Halk egemenliği kul olmaktan kurtulan, özgür ve örgütlü bireylerle kurulur. Ağanın marabası olmaktan, şeyhin müridi olmaktan, saltanat yalakası olmaktan kurtulan, oyunu nohuta-makarnaya satmayan erdemli bireylerle olur.. 
Örgütsüz halk sömürülmeye mahkumdur. 

Milli  iradeyi sadece iktidar temsil etmez. Seçilen vekillerin-meclisin tamamı milli iradeyi temsil eder. Muhalefet- seçilmiş muhalefet  vekilleri de dahil olmak üzere halkın seçtiği vekillerin tamamı milli iradeyi temsil ederler.. Demokrasilerde iktidarlar millet adına devleti yönetir. İktidar-Hükümet kendisini devlet yerine koyamaz. Güçler ayrılığı ilkesi terk edilip tüm yetki iktidarda-yürütmede toplanmak istenirse bu diktatörlüğe doğru gidiş olur.
Demokrasilerde milletin yetki verdiği vekiller aralarında görev taksimi yaparlar, birbirleriyle görüşerek, danışarak, uzlaşarak, korumaya namusları üzerine yemin ettikleri anayasa ve kanunlar çerçevesinde yönetimle ilgili politikalar belirler, kararlar alırlar. Yasama, yürütme, yargı erkleri  arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesi kurumların birbirlerini denetlemesini sağlar.                                                                                    
Karşılıklı denetim, otokontrol, şeffaflık demokratik sistemin olmazsa olmazıdır. Yasaları koyan, yasaları uygulayan ve o yasalara dayalı adalet dağıtan kurumlar birbirlerinden bağımsız ve birbirlerini denetleyebilir olmalıdır. Seçilmiş veya atanmış tüm yöneticilerin bütün icraatları denetlenebilmelidir.

Yöneticilerin kendilerini  üst mevkilere getiren sisteme karşı tavır içinde olmaları veya kanunları hiçe sayarak “beni halk seçti, görev sürem içinde kimse bana karışamaz her istediğimi yaparım” anlayışı  demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasi bir kültürdür, medeniyettir, uygarlıktır, yaşam biçimidir. Özgürce yaşamanın; düşünce, hak arama ve örgütlenme özgürlüğünün güvencesidir. İnsanlara tevhide uygun olarak, kula kulluk etmeden yaşama imkanı verir. İnsanların özgür olmadığı,  baskı ve zulmün olduğu yerde adalet, huzur, esenlik ve barış olmaz, yani İslam olmaz..
                                                                                    
Yaklaşık 2500 sene önce yaşamış olan ünlü filozof PLATON demokrasi konusunda şu ikazlarda bulunmuş..
“ Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri  iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanmazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demegoglar, kötü de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.  Demokrasi bir eğitim işlidir. Eğitimsiz kişilerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demegoglar türer. Demegoglardan da diktatörler çıkar..”

Saygılarımla.
Vedat AKBAŞAK




18 Ekim 2015 Pazar

S E K Ü L E R İ Z M

Pagan inancına sahip Roma imparatorluğu’nda seküler anlayış benimsenmişti.  Çok Tanrı’lı sistemde isteyen istediği Tanrı’ya istediği ölçüde biat ediyor ve yaşamını kendi istediği gibi Tanrı’lardan bağımsız şekillendirebiliyordu. Roma’da Katolik Hıristiyanlığın benimsenmesiyle birlikte seküler anlayışın yerini, ruhbanların- kilisenin zulmü, engizisyon mahkemeleri aldı.. Ancak 15, 16. yy’dan itibaren Avrupa’da ruhban sınıfına, kilise hegemonyasına, engizisyon vahşetine, sömürüye, zulme tepki olarak seküler yaşam arayışları tekrar  başladı.
Sekülerleşme; Aklın, bilimin üzerinden kilisenin/ruhbanların hakimiyetinin kaldırılmasıdır. İnsanın özgürleşmesidir.  Aydınlanma; insanın aklını kullanmasına cüret etmesidir. (I. Kant)  Bu cüret ancak kilise hakimiyetinin kırılmasından sonra mümkün olabilmiştir. 

Seküler anlayışın dünya hayatından, yaşamdan soyutlamak istediği din; Orta Çağ’da Avrupa’da hüküm süren, akla iradeye hareket alanı bırakmayan, skolastik, dogmatik nitelikli Hıristiyanlıktır. Kilisenin, ruhban sınıfının kendi çıkarlarına göre tesis ettiği normlardan, kurallardan oluşan ve yaşamın her alanına müdahale eden uydurulmuş sentetik totaliter, baskıcı din anlayışıdır.
Esasında Hıristiyanlık ilahi temelden yoksun, Roma kilisesinin, Pavlus’un  oluşturduğu din anlayışıdır..  
 Seküler anlayış kilise tarafından din karşıtı bir faaliyet olarak kabul edilmiştir.
Hıristiyanlıkta dini; ruhbanlar, kilise temsil ettiği için kilisenin kurallarına, kabullerine karşı çıkmak dine karşı çıkmak olarak kabul edilmiştir.
                                                                                          * * * * *    
Seküler anlayışı bir Müslüman olarak kendi açımızdan değerlendirmeye çalışalım:
Mümin olmamız ancak Kur’an hükümlerini aklen onaylamak, kalben benimsemek ve yaşantımıza samimiyetle uygulamakla mümkündür. Bir mümin hiçbir işini dinden ayrı düşünemez. Her eylemini Kur’an hükümlerine uygun düşünmeli ve uygulamalıdır. Dünya ve ahiret hayatındaki mutluluğumuz buna bağlıdır..  Dinin tamamen göz ardı edilmesi, dünyevi nimetlerin ve arzuların karşılanması için yaşamak; dünyevileşmek, dünyevi merkezli bir yaşam sürmek İslam'a aykırıdır.
Aile hayatı, toplumsal-sosyal ilişkiler, iktisadi, hukuki  yapı gibi bir çok dünyevi  konular ve devlet, millet yönetiminde yöneticilerin uymaları gereken esaslar ile halkın-bireylerin bu konudaki sorumlulukları genel ilkeler halinde Kur’an’da bildirilmiştir. Hal böyle iken Müslümanların devlet yönetim sistemini ve diğer dünyevi işlerini dinden-Kur’an’dan ayrı düşünmesi mümkün değildir.

Her dönemin imkanları, toplumsal ihtiyaçları farklı olacaktır. İslam evrensel olmasının gereği olarak tüm detaylarıyla bir yönetim şekli bildirmez.  Devlet işlerinin şura esası ile, adaletle, sosyal paylaşım ilkesine bağlı kalınarak; seçilecek ehil, ahlaklı, erdemli, adil kişiler tarafından akla, bilime, evrensel değerlere göre  yürütülmesini ister. İslam dünyevi anlamda egemenliği, bildirdiği genel ilkeler çerçevesinde insana, akla, siyasete bırakmıştır. 

Bir Müslüman için sekülerlik: Kur’an hükümlerini dışlamak değildir. Mezhepçi, tarikatçı, siyasal İslamcı çeşitli dinci çıkar gurupların, sözde dini kurumların kendi menfaatlerine uygun oluşturdukları, uydurdukları din anlayışının, dogmatik kuralların  yönetimden, toplumdan, kamusal alandan, sosyal hayattan velhasıl yaşamdan dışlanmasıdır.
Seküler anlayış, aslında teokratik yönetim anlayışına karşı olan kıyamın, isyanın adıdır.. 
Sekülerleşme; yönetimde, siyasette egemenliğin sözde dini yapılardan, kurumlardan; idari/dünyevi kurumlara, kanunlara, kurallara geçmesi anlamında dünyevileşmektir. 

İslam dini insanların barış, huzur, esenlik içinde yaşamaları için gerekli olan kuralları, öğütleri bildirir. Yaşamı, dünyevi işleri İslam’dan soyutlamanın bir anlamı, gereği ve bize bir faydası da yoktur.   Tam tersi,  huzur ve mutluluk içinde yaşamak istiyorsak, Kur’an’ın emir ve yasaklarına, uyarı ve öğütlerine uygun yaşamamız gerekir.
Kur’an ilahi sistemin kullanma kılavuzudur. Kılavuza uygun yaşayan başarılı ve mutlu olacaktır. Kılavuzdan uzaklaşırsak, dünya işlerimizi dinden-Kur’an’dan soyutlarsak; fıtrattan, evrensel tabii yasalardan da soyutlamış oluruz. Dünya yaşanmaz bir yer olur.

“Kur’an hükümleri teorik, ütopik bir hayat tarzı bildirir, pratikte uygulanabilir değildir” şeklindeki düşünceler yanlıştır. Kur’an’ın bildirdiği hayat tarzı insan fıtratıyla uyumludur.
Kur’an hükümleri ile insan fıtratının kaynağı, sahibi ayni ilahi kudrettir. Allah’ın indirdiği ayetlerle, yarattığı ayetler arasında çelişki söz konusu olmaz. Kur’an bize ne bildiriyorsa fıtratımız da bize onu söyler.
Rum suresi 30. ayeti dini, fıtrat olarak tanımlar. Allah’ın indirdiği-vahiy etti Kur’an ayetleri nasıl ki dindir, dinin kapsamını belirler ayni şekilde yarattığı ayetler de;  yaratılışın, varoluşun kural ve ölçüleri de dindir. Fıtratullahın-sünnettullahın yasaları yani doğa-tabiat yasaları da dindir, Allah’ın yasalarıdır. İnsan, yaşamını fıtratında bulunan değerlerden, özelliklerden ayrı belirlemeyi düşünemez.   Ayni şekilde yaşamı, dünyevi işleri dünyanın, evrenin yasalarından ayrı düşünmek de mümkün değildir.
Kur’an hükümleri ile dünya işlerini-yaşamı ayırdığımız zaman nasıl ki huzurlu, mutlu, özgür yaşamak mümkün değilse; fıtratımızla, doğa yasalarıyla dünya işlerimizi ayrı düşünmek ve fıtratın yasaları ile çelişkiye düşmek bizi mutsuz edecektir...

İslamiyette sadece Allah’a kulluk vardır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi kiliseye ve ruhbanlara (Dincilere ve sözde dini kurumlara, makamlara) kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyette ruhban /clergy yoktur, olamaz da..  (Aytunç Altındal – Laiklik- S:53)  

Laik-seküler anlayışın hakim olmadığı yönetimlerde ruhban-dinci sınıfının hakimiyeti vardır. İstismar, sömürü ve zulüm vardır.
İslam’ın reddettiği, yok saydığı dinci- ruhban sınıfının egemenliğini reddeden laik anlayışa sahip olmak, sözde dini kurumlara, makamlara teslimiyeti reddetmek tevhide sadakatin gereğidir.

“Şeriat din olarak algılanır ve laikliğe zıt bir konuma getirilirse, dini kabul eden laikliği kabul edemez. Çünkü iki zıt bir arada bulunmaz. Laiklik İslam’a zıt ise laik olan da dini kabul edemez. ......... hem laik, hem de dindar veya hem dindar; hem de laik olabilmek için şeriatın din olup olmadığını, şeriat, din-İslam ve laikliğin ne olduğunu ve laikliğin dinle-İslam’la nerede uyuştuğunu veya uyuşmadığını anlatmak gerekir. Bunu yapmak için fikir hürriyetine  ve fikir üretmeye izin vermek şarttır...”
(Hüseyin Atay – Kur’an’a Göre Araştırmalar 2 – S:74 )

Batı tarihi krallara, kiliseye, ruhban sınıfına; teokrasiye karşı verilen mücadelelerle doludur.
İngiltere’de ilk kez 1215 yılında kralın yetkileri tartışılmaya başlanmıştır. Hukukun, kralın buyruklarından daha üstün olduğu kabul edilmiştir. Yayınlanan Magna Carta (Büyük Ferman) kararlarında bazı özgürlükler ve temel insan hakları garanti altına alınmıştır.
Magna Carta Fermanı hukuk devleti anlayışının, anayasal düzenin ilk adımı kabul edilir.

 Fransa’da 1301 yılında kıral Güzel Philippe, Papa VIII. Bonifatius ile güç mücadelesine girişmiştir.
Papa, kıralı aforoz ettiğini ilan etmiştir; Kıral da Papa’nın tutuklanması yönünde emir vermiştir.
Bu mücadele sonucunda Fransız Milli Kilisesi ortaya çıkmıştır. Onun başı da Fransız Kralı olmuştur.
Günümüzde bu tür çatışmaların belki de son versiyonu ülkemizde yaşanmaktadır.
Tarikat şeyhi okyanus ötesinden beddualar etmekte, iktidar ise onun ülkeye iadesi ve yargılanması
için çareler aramaktadır. Bu çatışmanın nedeni bir tarafın pastanın tamamını yemek istemesidir..
  
Hıristiyan Avrupa’da 14. yüzyıldan itibaren;  Erasmus (Ölm:1536) Martin Luther (Ölm:1546)
Jean Calvin (Ölm:1564) Volataire (Ölm:1778) Rousseau (1778)  Diderot (1784) gibi fikir adamlarının ve reformistlerin öncülüğünde katolik kilisesinin hegemonyasına karşı mücadele verilmiştir.
İngiltere’de püritenler (İngiliz Protestanları) Cromwel liderliğinde katolikliğe ve Anglikan kilisesine karşı çıkmıştır. Kralın ordularıyla 6 yıl süren iç savaştan sonra 1648 de devrim gerçekleşmiştir. 
Amerika’da 1776 yılında, laik anlayış izleri taşıyan İnsan Hakları bildirgesi yayınlanmıştır.
1786 yılında anayasanın onaylanmasından sonra İngilizler Amerika’dan ayrılmaya başlamışlardır..

Fransız Devrimine kadar Avrupa’da bir çok ülke Katolik Roma kilisesinin baskısına, sömürüsüne tepki olarak kendi milli kiliselerini kurmak için gayret sarf ettiler. Kurulan milli kiliseler protestan anlayışı benimsediler.
1789 Fransız Devrimiyle birlikte kilisenin, papanın, ruhban sınıfının toplum ve yönetim üzerindeki egemenliğine tamamen son verilmiştir. Gücünü Tanrı’dan aldığı iddia edilen krallıkların, monarjinin yıkılabileceği anlaşılmıştır. Fransa’da devrimden sonra  Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlanmıştır. Bu bildirgede ve 1791 yılında kabul edilen anayasada rahipler memur durumuna getirilmiştir. Kilisenin bütün malları devlet denetimine alınmıştır..
Devrimden sonra kiliselerin kapısına zincir vurulmamıştır, ruhban sınıfının yetkilerine zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, ruhban sınıfının egemenliği yani teokrasi  yıkılmıştır.

“Aslında Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Amerikan, Fransız) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır. Kiliseyi yönetimden kovmaktır.
1648 İngiliz devriminde Katolikliğin yerine Protestan kilisesi geçmiştir. Fakat 1789 Fransız ve 1776 Amerikan devrimlerinde kilise (teokrasi)  tamamen saf dışı edilmiştir...”
(İhsan Eliaçık – İslam ve Devrim Teorisi )

Laiklik içi boş bir kavram değildir. Dini kurumların mensubu olmayanlara ve dini kurumların, ruhbanların egemenliğini reddeden; yani teokrasiye karşı olan kişilere tarih boyunca “laik” denilmiştir. Tarihin hiç bir döneminde dine karşı olanlara “laik” denilmemiştir ve laiklik dine karşı veya dinin alternatifi olarak anlaşılmamıştır.  Bu yanlış, saptırılmış anlayış sadece bizde siyasal İslamcılar tarafından halka dikte edilmeye çalışılmış ve büyük ölçüde başarılı olunmuştur.
Cumhuriyet tarihi boyunca Laik anlayış üzerinden demokrasi ve Atatürk düşmanlığı yapılmıştır..

Laiklik denilince: -Dinin değil- Dincilerin, sözde dini kurumların devlet ve siyaset işlerinden arındırılmasını; sekülerlik denildiğin de ise, dincilerin ve sözde dini kurumların tüm yaşamdan, yaşamın bütün alanlarından arındırılmasını anlamak gerekir.
Sekülerlik, laikliği de içine alan kapsayıcı bir tanımlamadır.

Kendi yönetim anlayışlarında Kiliseyi dışlayan, teokrasiyi yıkan devrimler yapan Batı’lı Haçlı güçler Müslümanların teokratik monarjilerle, hanedanlıklarla diktatörlerin baskısı altında yaşamalarını ister.
Teokratik dikta yönetimini; hilafeti, krallık, emirlik, sultanlık rejimlerini desteklerler. Çünkü bu onların ulusal çıkarlarına uygundur. Bir aileyi, bir aşireti veya cemaati kontrolü altına alarak tüm ülkeye egemen olmak, o ülkenin kaynaklarını sömürmek ancak güdümlü, destekli teokratik yapılı sistemleri ile mümkündür. İşte onun içindir ki, Haçlı emperyal güçler ve siyonist Yahudiler İslam ülkelerinde teokrasiyi, krallık, şeyhlik rejimlerini, kukla yönetimleri desteklerler.
                                                                                     
Cumhuriyetin sekülerlik anlayışı; siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi dini dışlamaz. İslam’a ortak koşulan mezhep şeriatlarını, kurallarını, kabullerini dışlar. Dünya işlerinin dogmatik mezhep şeriat kurallarından bağımsız akla, bilime, evrensel değerlere uygun olmasını ister. Dünyevi işlerini mezhep şeriatlarına  göre düzenleyen diğer İslam ülkeleri ise gerçek dini-İslam’ı yaşamdan dışlamış ülkelerdir.

Saygılarımla. 
Vedat Akbaşak


  
                                                                                  
                                                                                     
                                                                                    

3 Ekim 2015 Cumartesi

MÜMİNLER ALLAH'IN YARDIMCILARIDIR..!

Kur’an inanç, iman konuları haricinde ameli konularda, muamelat-uygulama alanı olarak da tanımlanan yaşamın pratiğine dönük; yaşanan zaman ve mekan şartlarına bağlı gündelik yaşamla ilgili konularda sadece genel, temel hükümler veya esnek hükümler bildirir. Bu konularda detayları belirleme ve uygulama şekli içtihada, yani insan aklına ve iradesine bırakılmıştır.

Bu anlamda Kur’an bütün zamanların en hermönetik-yorum ilmine açık kitabıdır. Ancak, yapılacak yorumlar muhkem ayetlerle bildirilen temel esaslarla, İslam’ın ruhuyla çelişmemelidir.

Kur’an’da devlet-millet yönetimi, evlilik, boşanma, miras, ticari hayat, borç – alacak ilişkileri gibi gündelik yaşamla ilgili konularda sadece genel, temel hükümler veya esnek hükümler bildirilmiştir.
Bunlara ahkam ayetler denir. Kur’an’da 70 cıvarında ahkam ayet vardır. Ahkam ayetlere hukuk metinleri olarak değil, genel ilkeler bildiren ayetler olarak bakmak gerekir.  
Örneğin: Devlet, millet yönetimiyle ilgili sadece genel, temel hükümler-ilkeler bildirilmiştir.
İnsanlar bildirilen temel ilkelerin detaylarını, en etkin, en faydalı uygulama şeklini  yaşadıkları zamanın, mekanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre Kur’an’ın işaret ettiği akıl, bilgi- ilim yoluyla, özgür çağdaş düşünce ve iradeleriyle içtihad (yorum, tercih) yaparak, evrensel maruf değerlerden, çağın imkanlarından yararlanarak serbestçe belirlerler. Demokratik, özgür ortamda ortaya çıkan birbirinden farklı düşünceler, yöntemler, politikalar içinden en uygun olanlarını seçerler ve uygularlar..

Örneğin: Kur’an, yönetimde şura esasını emretmiştir. Şuranın nasıl işleyeceği, en etkin nasıl uygulanacağı ise, içtihada bırakılmıştır. Ayni şekilde temel ibadetlerle ilgili bazı konularda da genel veya esnek hükümler bildirilmiş; detay içtihada bırakılmıştır. Zekat vermek, hacca gitmek, oruç tutmak muhkem ayetlerle bildirilen temel ibadetlerdir. Ancak, zekatın oranı, tutarı, hac ibadetinin süresi, oruç ibadetinde zorluk halinin ve hastalara, yolculara sağlanan kolaylıkların uygulaması gibi konular içtihada bırakılmıştır. Bundan başka Kur’an yaşamın pratiğine dönük, günlük hayatta karşılaşılan bir çok toplumsal,  sosyal konuda esnek hükümler bildirilmiştir. Bu konularda başı ve sonu ayetlerle bildirilen hareket alanı içinde kalarak kamu yararı gözetilerek tercihler belirlenir ve uygulanır. Örneğin: Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesinden; pişmanlık duyması halinde affedilmesine kadar esnek uygulamalara cevaz verecek hükümler vardır.

Evrensellik ve zaman, mekan üstü olma özelliği dinimizin temel özelliklerindendir. Bu kavramları anlamadan İslam’ı, Kur’an’ı anlamak mümkün değildir..
Kur’an’ı  düşünerek, anlamaya çalışarak bir kez dahi okumayanlar. Kur’an konusunda eksik bilgiden kaynaklanan ön yargıları-ön kabulleri olanlar. İslam dininin evrensellik ve zaman, mekan üstü olma özelliğini anlayamayan, yanlış yorumlayan, yanlış bilenler.  Doğrusunu bildiği halde İslam’ı kendince kötülemek isteyenler. Aralarında saygın! bilim adamları, felsefeciler, araştırmacı yazarlar ve siyasetçilerin de olduğu bazı kişiler Kur’an’ın her konuda, her zaman ve  coğrafyada dünya var oldukça  geçerli olacak dogma; stabil, sabit bir yapı, çok katı detaylı emir ve yasaklar bildirdiğini söyleyerek ‘‘Kur’an 1400 yıl önce o dönemin sorunlarına çözüm olarak ve toplumsal, sosyal yapısına uygun olarak indirilmiştir. Kur’an ile yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına,  günümüz sorunlarına çözüm bulamayız’’ derler. Bu kişiler dinin özgür düşünceyi sınırladığını, çağdaşlaşmaya engel olduğunu söylerler. Kur’an, yaklaşık 700 ayette akla, düşünmeye, bilime atıf yapmasına rağmen; düşünce ve irade özgürlüğünü esas almasına rağmen, dini aklın, bilimin önündeki  en büyük engel olarak görürler.

Bu konuda başka bazı kişiler ise, kendilerince İslam’ı yüceltme düşüncesiyle ‘‘İslam o kadar mükemmel bir din ve dünya görüşüdür ki, insan ve toplum hayatının her alanını hükme bağlamış ve hiç bir boşluğa, insan aklına ve özgür iradesine, insiyatif kullanmasına yer vermemiş buna gerek görmemiştir. İslam kıyamete kadar her konuda  bütün olacakları yaşanacakları en ince detayına kadar belirleyerek Kur’an ayetleri ve Hz. peygamberimizin sünnetiyle bildirmiştir’’ derler. 
Bu kişilere göre Kur’an’ı motamot yaşama uygulamak her sorunun çözümü için yeterlidir.
insanların ayrıca akletmesi, düşünmesi, bilimsel teknolojik, kültürel gelişme için çalışılması; siyasal,
 idari, sosyal sistemler kurulması, kanunlar çıkarılması, insanların ihtiyaçlarına göre toplumsal kurallar oluşturulması bir başka ifadeyle içtihad yapmak; yenileşme, modernleşme, çağdaşlaşma, ilerleme çabaları gereksizdir. Hatta bu yöndeki gayretler Allah’ın iradesine müdahaledir. Bu kişilere göre Kur’an anayasa kitabıdır. İnsanların ayrıca anayasa yapmaları, kanunlar çıkarması, kurallar koyması Allah’ın hakimiyetine ortak olma gayretleridir.  

Hemen şunu söyleyelim ki, bu tür düşünceler Kur’an ruhuyla uyumlu düşünceler değildir.  
Kur’an aklı ve özgür iradeyi yok sayarak her konuda, her zaman ve mekanda yaşayan ve yaşayacak insanları bağlayıcı dogma, stabil ve her şeyi ayrıntılı belirleyen hükümler bildirmez.

Kur'an, inanç, iman esaslarıyla ilgili konular haricinde,  ibadet konularıyla ilgili bazı detaylar da dahil olmak üzere yaşanan, yaşanacak zamanın ve mekanın şartlarına bağlı olarak muamelat alanında ortaya çıkabilecek değişik sorunların çözümü, ihtiyaçların karşılanabilmesi için sadece  temel, genel hükümler, ilkeler bildirir. Uygulama-ameli alanda esneklikler, kolaylıklar sağlar. İnsan iradesine bırakılan hareket alanı evrensel değerlerle, tabii hukukla, akıl ve ilimle doldurulur.


“Çalışın iş yapın-üretin yaptıklarınızı Allah’ta, Resulü’de, müminlerde görecektir..” (Tevbe-105)
Bu ayet, yaratılışın ilahi sistemi içinde insanın rolünü belirlemesi açısından çok önemlidir. 
Yaratan’ın devamlı iş ve oluşta olduğu gibi bizler de ilahi sistemin kurallarına, işleyişine uygun
olarak; aklımızı işleterek, ilim sahibi olarak, çalışarak, devamlı iş ve değer üretme gayreti içinde
olmalıyız. Tembellik, hazırcılık, zahitlik, miskinlik, rantiye, riba İslam’la bağdaşmayan kavramlarıdr.  
                                                                                  
Kur’an’da  ‘‘Ey iman sahipleri Allah’ın yardımcıları olun.’’ (Saff-14)
                       ‘‘Siz Allah’a yardım ederseniz, Allah’ta size yardım eder..’’ (Muhammed-7) 
                       “Allah elbette kendisine yardım edene yardım edecektir.” (Hac-40) buyurulmuştur.

İslam’ın amacı: İmanlı, ahlaklı, çalışan, üreten, paylaşan, sorumluluğunun bilincinde olan güzel erdemlere sahip insanlardan oluşan; güven, esenlik içinde özgürce yaşayan toplum oluşturmaktır. Bu amaca ancak müminlerin katkısı, gayreti sonucu ulaşmak mümkündür. Yukarıdaki ayetlerde Yüce Yaratan ilahi sistemin işleyişinde açıkça kendisine yardımcı olmamızı, O’nunla birlikte hareket etmemizi istemekte, bildirmektedir. Sınırsız gücün, kudretin sahibi olan Yüce Allah kendisine yardımcı olarak  iman sahibi kullarını görmektedir. Sahip olduğumuz akıl, irade ve diğer beşeri değerlerimizi, kapasitemizi Allah’ın iradesi yönünde kullanmalıyız. Kişisel, toplumsal ve evrensel anlamda sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız..
Allah’a yardımcı olmak: O’nun iradesine uygun olarak salih amel ile çalışarak,  amaca uygun  insan ve
toplum oluşturmak için evrensel maruf değerler üretmek, iyiliğe yönelerek, kötülükten sakınmak,
(Tevbe-112) topluma katkı sağlamak, faydalı olmaktır. İnsanlara, halka hizmet, Hakk’a hizmettir..
Bizlerin Allah’ın yardımcıları olmak gibi çok onurlu ve sorumluluk  gerektiren önemli bir görevimiz vardır. Allah’ın bizlere yardım etmesi, bizim eylemlerimize bağlıdır. (Tevbe-14, 15) Allah için iş yapmamıza, çalışıp faydalı değerler üretmemize, Kur’an’ın uyarı ve öğütlerine tabi olarak, inandığımız gibi yaşayarak-amel ederek O’nun hoşnutluğunu kazanmamıza bağlıdır..
Müminler resüllere  iman edip onlara da yardımcı olurlar. (dini tanıtmak ve örnek yaşamlarıyla)  (En'am-12)

Tarikat ve tasavvufçular ile insanları Allah adına yönetme iddiasında olan teokratik diktanın temsilcileri tarih süreci içinde bu ayetleri Allah için çalışmak, iş yapmak şeklinde değil de; Allah’ın adına, Allah’ın yerine iş yapmak olarak anlamışlardır. Kendilerine Allah’ın niteliklerini, yetkilerini vererek şirke sapmışlardır. 
Kendilerini Allah’a yakın kul veya Allah’ın temsilcisi- avukatı, gölgesi olarak niteliyerek halkı sömürmüşlerdir. Makam, mevki sahibi olmuşlardır.

Siyaset, iktisat, sağlık gibi  toplumu ilgilendiren bilimlerle uğraşanlar ve  kamu-halk hizmetlerinde çalışanlar Yaratan’dan aldıkları güçle, O’nun iradesine uygun olarak insanların  daha rahat, huzurlu, sağlıklı, güvenli, mutlu bir hayat sürmeleri için çalışırlar.
Aklını işleten ve bilgi, fikir, bilim sahibi olanlara,  çalışıp değer üretip insanlara faydalı olmaya gayret edenlere Yaratan da inşallah yardım edecektir.
Allah’ın yarattığı tüm varoluş-evren devamlı değişim, gelişim halindedir. Bilgi-fikir birikimi, bilimsel, teknolojik gelişmeler gibi varoluşun bir parçası olan insanların sosyal, kültürel, ekonomik ihtiyaçları da devamlı gelişim, değişim halindedir.

Kur’an maruf kazanımları, iyi, faydalı evrensel değerleri birikimleri, korumak anlamındaki muhafazakarlığa izin verir; gelişime, değişime, ilerlemeye, çağdaşlaşmaya direnç gösterme anlamındaki muhafazakarlık anlayışına onay vermez. Bu anlamdaki muhafazakarlık akışkanlığı olmayan pis su birikintisi gibidir. Bulunduğu yeri kirletir, kokutur, çürütür.
İman sahibi mümin bilime, gelişime, değişime açık olmalıdır. Geçmişe saplanıp kalmamalıdır.
Muhafazakar olmalarıyla övünenlerin muhafaza ettikleri şey Arap-Emevi kültürüdür veya şii şeriatıdır. Bunlar Arap kültürünü İslam esaslarına değişen Arap hayranı mürteciler, irticacılardır...

Saygılarımla.
Vedat AKBAŞAK


SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....