12 Ekim 2016 Çarşamba

HADİSler - RİVAYETler Dinin Değil, Fitnenin/Mezheplerin Kaynağıdır.

“Kimin hadisi - sözü Allah’tan daha doğru olabilir.?” (Nisa-87)
“Söz söyleme bakımından Allah’tan daha doğru ve tutarlı kim olabilir.?” (Nisa-122)
“Peki, bu Kur’an’dan sonra hangi hadise -söze iman ediyorlar.?”(A'raf-185  Casiye-6  Murselat-50)
De ki: “Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum..” (Enbiya-45)

Hz. Muhammed Allah’ın son nebisi, resulü-elçisidir. Seçilmiş bir kul olduğuna göre hiç şüphesiz üstün, güzel niteliklere sahip, tercih ve iradesine saygı duyulması gereken, hatta tercihlerinde hikmet ve işaret aranması gereken mübarek bir şahsiyettir.
Hz. Muhammed Kur’an’ı tebliğ etmiş ve dini yaşama şekli; din hükümlerini yaşama uygulama şekliyle Müslümanlara örnek ve önder olmuştur.
Hz. Muhammed’in sünneti: Dini yaşama, uygulama, icra etme şeklidir.

Hz. peygamberimiz dini hiç şüphesiz sadece Kur’an’a bağlı olarak  yaşamıştır.
Bizler de dinimizi sadece Kur’an’a  bağlı olarak yorumlar ve yaşarsak; Kur’an hükümlerine ve
ayni zamanda Hz.Peygamberimizin sünnetine uymuş oluruz.
Ancak, sadece Kur’an’a bağlı kalmaz, dinimizi mezhep kabullerine veya diğer beşeri unsurların yönlendirmelerine göre yaşarsak Hz.peygamberimizin sünnetine uymamış oluruz.
Hz. Muhammed’e saygı duyan ve Kur’an’da emredildiği gibi resule itaat eden müminler
olarak dinimizi Hz. Muhammed’in yaşadığı gibi sadece Kur’an’a bağlı olarak yaşamalıyız.

Hz. Peygamberin Kur’an’dan farklı, ayrı bir uygulaması-sünneti veya sözü-hadisi olamaz..
Hz. Peygamberin  sünneti Kur’an’dan ayrı, farklı bir şeymiş gibi algılanıp, kabul edilip dinimizin kaynakları: Kur’an ve Hz.peygamberin sünnetidir, hadisleridir demek doğru değildir.

Tevhid inancında hüküm koyma yetkisi yalnız Allah’a aittir. Bir hadisin doğruluğu kesin olarak kabul edilse bile bunlardan hüküm çıkarılamaz, hükmün kaynağı olamaz. Peygamberlerin yasa, hüküm koyma yetkileri yoktur. Tebliğ ve icra, yürütme, uygulama yetkileri vardır..
Ülkemizde kanun yapma yetkisi  TBMM aittir.  Bir başka kişi veya kurum kanun yaptığını, kanun çıkardığını, kanun tesis ettiğini iddia edemez. Böyle bir durum söz konusu bile olamaz. En yetkili makamlarda oturanlar bile en nihayet  kanunları uygularlar. Benzer şekilde dinde hüküm-kanun koyma, tesis etme yetkisi sadece Yüce Allah’ındır. Sıfatı, makamı ne olursa olsun tüm beşerler hükümlerin ancak uygulayıcısıdırlar,  hükümlere uymakla yükümlüdürler..

“Hüküm yalnız ve yalnız Allah’ındır..” (Enam-57  Kasas-70, 88  Yusuf-40, 67)
“Gözünüzü açın hüküm yalnız O’nundur..”  (Enam-62)
“O, hükmüne hiç kimseyi ortak etmez..” (Kehf-26)
De ki: “Yalnız bana vahiy edilene - Kur’an’a uyarım ben..” (Enam-50  Ahfaf-9)
De ki: “Ben sadece Rabbimden bana vahiy olunana uyuyorum..” (A'raf-203 Yunus-15)
“Rabbinden sana vahiy edilene uy..” (Enam-106)

Hz. peygamberimiz sözlerinin-hadislerinin yazılmasını, toplanmasını istememiştir.
Sözlerinin sonraki nesillere yazılı metinler halinde nakledilmesini doğru bulmamıştır. Kendisinden habersiz derlenen, toplanan sözlerinin-hadislerinin yazıldığı metinleri, yazıları toplatıp,
imha ettirmiştir. Bu tavrı peygamberimizin tartışmasız en sahih uygulaması-sünnetidir..
Allah’ın resulü: ‘‘Benden Kur’an dışında bir şey yazmayın. Kim Kur’an dışında bir şey yazmışsa onu
imha etsin’’ buyurmuştur. (Müslim, sahihi Müslim Kaitab-ı Zühd,  Hanbel, Müsned 3/12,21,22)
“Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi. (Tırmizi, es sünen S:11)

Hz. Muhammed’in yazdığı, yazdırdığı sonraki nesillere, bizlere bıraktığı hadislerini, sünnetini kapsayan herhangi bir kaynak, yazı, kitap YOKTUR..

Hz.peygamberimizin bizlere sünnetini, hadislerini kapsayan, bildiren bir kaynak bırakmamasının nedeni, hikmeti acaba nedir?  Hz. Muhammed bizlere hadislerini, sünnetini kapsayan bir kitap bıraksaydı acaba ne olurdu.??
**Dinimizde ikilik, çift başlılık olurdu.
**İslam’ın özü olan tevhid inancıyla, teklik-birlik ilkesiyle çelişki olurdu.
**İslam’ın, Kur’an’dan başka ikinci bir kitabı olurdu.
**İslam dini tek ilahlı, çok kitaplı bir din olurdu.

Hz.Peygamberimizin vefatından sonra Hulefa-i Raşidin - dört halife döneminde de Hz. peygamberimizin sözlerinin toplanması, hadis kitabı yazılması halifeler tarafından doğru bulunmamıştır.
Hz. Ebu Bekir, halkı toplayarak onlara,  ‘‘Allah’ın elçisinden hadis nakletmeyin. İşte Allah’ın kitabı aramızda O’nun helalini helal bilin, haramını da haram bilin’’ demiştir. (Zehebi,Tezkiret'ü1-Huffaz, c. 1, s. 3 - 4)
Hz. Ömer, hadis nüshalarının imha edilmesini istemiş ve hadis rivayeti yapılmasını yasaklamıştır.
‘‘Allah’ın kitabının yanında başka bir kitap olmaz. Bunlar Kitap Ehli’nin, Yahudilerin mişnası gibi, Müslümanların mişnasıdır ’’ demiştir.
 Hz. Ali de kendi halifeliği döneminde yazılan hadis kitaplarını Hz. peygamberimizi ve Hz. Ömer’i
örnek alarak, toplatıp imha ettirmiştir.
Dört halifeden başka ünlü sahabelerin de hadis nakline karşı oldukları bilinmektedir.
O devirde hadis uyduranlara zındık denirdi. Zındıklık suçuyla ölüme mahkum edilen
İbn Ebil Avca (ölm.772) infazından hemen önce 4.000 hadis uydurduğunu itiraf etmiştir.

“Yazıklar ve azaplar olsun günaha batmış her yalancı iftiracıya..” (Casiye-7)

Hz. Peygamberimize atfedilen hadisleri dinin kaynaklarından sayanlar, hadis kitaplarını dinin kaynaklarından saymayanları peygambere saygısızlık etmekle hatta O’nu inkar etmekle suçlarlar. 
 Bu kişilere şunu sormak gerekir; acaba dört halife de peygamberi sevmiyor muydu?  Hz. Peygambere sizin kadar saygı duymuyorlar mıydı...? Hadisler dinin kaynağı ise, Hz. Peygamberimiz sözlerinin-hadislerinin yazılmasını istemeyerek yanlış bir iş mi yapmıştır? Din kaynağının oluşmasına engel mi olmuştur.? Haşa böyle bir yanlıştan, ihmalden söz edilebilir mi.?

Hadislerin hepsi rivayetlere dayanır. Hiç bir rivayetin yüzde yüz doğruluğu hakkında hüküm verilemez. Hiçbir hadis-söz için hiç kimse ‘‘bu hadis kesinlikle peygamberimize aittir, O’nun  ağzından çıkmıştır’’ diyemez. Rivayetlerin peygamber sözü olduğu "ZAN" edilir. Rivayetteki söz gerçekten nebiye mi ait, bu kesin olarak bilinemez. Sadece ZANedilir.

Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir. (Yunus Suresi- 36)

Rivayetler=Söylentiler= Kulaktan kulağa dolaşan sözlerle Hz. Peygambere isnat edilmiş=dayandırılmış=atıf yapılmış yüzbinlerce hadis ortaya çıkmıştır. Hadislerin doğru olup, olmadığını ancak Kur’an’dan onay arayarak tespit edebiliriz.  Sonuç olarak ‘‘şu hadis Kur’an’a uygundur, peygamberimize ait olabilir’’ diyebiliriz.  Varacağımız yer Kur’an’dır. Hz. Peygamberimizin Kur’an’da olmayan veya İslam ruhuna uymayan  bir sözü söylemiş olabileceğini kabul edemeyiz. Burada, Hakka suresinin 44. - 47. ayetlerini hatırlamamızda fayda vardır.

‘‘Eğer bize ait olmayan bazı lafları bizim sözlerimiz diye söyleseydi, yemin olsun onun sağ elini koparırdık. Sonra onun can-şah damarını keserdik. Hiç kimse ona yardımcı olmazdı..’’

Varacağımız yer Kur’an olduğuna göre, bizlerin rivayetlere dayalı hadislerle zaman ve enerji
harcamak  yerine doğrudan İslam’ın tek kaynağı, onay makamı Kur’an’ı okuyarak dinimizi öğrenmeye çalışmamız daha uygun, doğru, faydalı olmaz mı..? 1400 sene boyunca milyonlarca hadis
Hz. Peygamberimize ve sahabeye isnat edilerek rivayet edilmiştir. Kendimizi bunları
ayıklamak, aklamakla vazifeli görmemiz için hiç bir neden yoktur; bize bir faydası da yoktur..
Boş söz; doğruluğundan emin olmadığımız ve bize bir yararı, katkısı olmayan söz demektir.

“Müminler, boş sözlerden, lüzumsuz işlerden yüz çevirirler..” (Muminun-3)
Hadis kitapları,  Allah’ın Kitap’ı yanına O’nunla bir çok konuda çelişen yeni bir din kaynağı olarak konulmuş ve bu gaflet  bir meziyet olarak sunulmuştur..

Kur’an’la tamamen uyumlu olan hadisler de İslam’ın kaynağı olarak kabul edilemez.
Dinimizin kaynağı Yüce Allah’ın sözleridir, Kur’an’dır. Kur’an eksiksizdir. (Enam-38) Dinimiz tamamlanmıştır. (Enam-115  Maide-3) Hüküm yalnız Allah’ındır.  (Enam-57  Yusuf-40)  Allah yetkilerine kimseyi ortak etmez.. (Kehf-26) Bizler sadece Kur’an’dan sorumluyuz. (Zuhruf-44 Enbiya-10) Peygamber efendimiz ve dört halifenin uygun, doğru bulmadığı bir işin, sonradan başka birileri tarafından  ‘‘iş’’ edinilmesi, hadis kitapları yazılması en hafif ifadeyle haddi aşmaktır. Hz.peygamberimiz ilahi elçilik görevini eksik mi  yapmıştır? Veya bizlere sünnet, hadis kitabı bırakmayarak yanlış bir iş mi yapmıştır da  bunlar peygamberin eksiğini tamamlama, yanlışını düzeltme çabası içine  girmişlerdir. İyi niyetli olarak yapılmış olsa bile hadis kitabı denen kitapların yazılmış olması peygamberimizin tercihine, düşüncesine, iradesine muhalefet etmek ve hatırasına saygısızlıktır.
Bu kadar çok hadis uydurulmasının en önemli nedeni; Mezheplerin kendi kabullerine, kurallarına ilahi temel-meşruluk kazandırma gayretidir.

Hadis-sünnet kitabı yazılması gerekli ve uygun bir davranış olsaydı, Hz. Peygamberimiz
bunu bizzat kendisi yapardı.   

Dinimizin sahibi olan Yüce Allah’ın kitabı Kur’an ayetleri dinimizin tek kaynağıdır.
Yüce Allah, hükümlerini, emir ve yasaklarını Kur’an ayetleri ile bizlere bildirmiştir.
Hadislerden de ayni Kur’an ayetleri gibi hüküm çıkarılabileceğini söylemek, peygamberleri
şirk unsuru yapma gayretidir. Rivayetleri = Söylentileri Kur’an’a ortak koşma gayretidir.

Klasik fıkıh kitaplarında “sünnetin Kur’an’ı neshi” şeklinde başlıklar vardır. Böyle bir başlık şirk göstergesidir. Eğer sünnet Kur’an ayetlerini hükümden düşürebiliyorsa, o zaman Hz. peygamber Allah’ın elçisi olmaktan çıkıp ortağı konumuna gelmekle kalmayıp, Allah’tan – haşa- üstün hale gelir.

Dört “Hak mezhep” ten biri olan şafilikte sünnet adı altında bir çok uygulama maalesef Kur’an’ın önüne konulmuştur. Recm uygulaması bunlardan biridir. Kur’an’da olmayan bu ceza uygulaması
Hz. peygamberin sünneti olarak kabul edilerek sünnetin Kur’an’ı nesh edebileceği iddia edilmiştir.
Aslında Yahudi şeriatı olan recm bu şekilde dine-İslam’a monte edilmeye çalışılmıştır.   

Dini saltanat, iktidar çıkarlarına uygun şekilde biçimlendirmek isteyen ruhban= din adamları sınıfı, Kur’an’ı  çıkarlarına göre tahrif edemedikleri için ‘‘hadisler de hüküm kaynağıdır’’ diyerek kendilerinin ve yandaşlarının çıkarlarına uygun bir çok yalan, yanlış sözleri Hz. Peygamberimize isnat etmişler ve din hükmü haline getirmeye çalışmışlardır.
                                                                           
                                                                                    * * * * *
Veda Hutbesi Hz. peygamberimizin bize ulaşan üzerinde ihtilaf olmaması gereken en güvenilir sözü-hadisi olmalıdır. Çünkü Veda Hutbesini on binlerce kişi dinlemiştir. On binlerce kişinin duyduğu, işittiği sözlerde bile ihtilaf varken 2-3 kişiden rivayet edilen hadisler sahih kabul edilebilir mi ?
 Hz.peygamberimiz veda hutbesinde:
 ‘‘Size bir emanet bırakıyorum ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet, Allah’ın kitabı KUR’AN’dır’’ demiştir..

Yapmamız gereken: Peygamberimizin sünnetine uygun olarak, O’nun yaptığını yapmak
ve  beşer ürünler olan söylentilere, rivayetlere, isnatlara dayalı olarak yazılmış olan tüm hadis kitaplarını toplayıp imha etmektir. Bu pratikte mümkün değilse her mümine düşen görev, bu
beşer ürünü kitapları şirk unsuru yapmamaktır; Kur’an’a ortak, yardımcı, tamamlayıcı koşmamaktır; onları yok saymaktır..

Saygılarımla.
Vedat AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

7 Ekim 2016 Cuma

ATEİSTLER İLE MEZHEPÇİ İSLAMCILARIN ORTAK YANILGILARI

Klasik İslamcılar ile ateistlerin benzer/ortak yanılgıları: Kur’an’ın her konuda, her zaman ve  coğrafyada dünya varoldukça  geçerli olacak dogma, stabil, sabit bir yapı, çok katı detaylı emir ve yasaklar bildirdiğini iddia etmeleridir.
Bilgi eksikliğine ve ön yargıya dayalı bu yanlış tespitten sonra ateistler; ‘‘Kur’an 1400 yıl önce o dönemin sorunlarına, toplumsal yapısına uygun olarak indirilmiştir. Kur’an ile yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına,  günümüz sorunlarına çözüm bulamayız’’ derler. Bu kişiler dinin özgür düşünceyi sınırladığını, çağdaşlaşmaya engel olduğunu söylerler. Kur’an yaklaşık 700 ayette akla, düşünmeye atıf yapmasına; düşünce ve irade özgürlüğünü esas almasına rağmen, dini aklın, bilimin önündeki  en büyük engel olarak görürler.

Mezhepçi klasik ekol temsilcileri ise ‘‘İslam o kadar mükemmel bir din ve dünya görüşüdür ki, insan ve toplum hayatının her alanını hükme bağlamış, kıyamete kadar her konuda  bütün olacakları, yaşanacakları belirleyerek Kur’an ayetleri ve Hz. peygamberimizin sünnetiyle bildirmiştir’’ derler.  Bu kişilere göre Kur’an’ı motamot yaşama uygulamak her sorunun çözümü için yeterlidir. insanların ayrıca akletmesi, düşünmesi, bilimsel teknolojik, kültürel gelişme için çalışılması; siyasal, idari, sosyal sistemler kurulması, kanunlar çıkarılması, insanların ihtiyaçlarına göre toplumsal kurallar oluşturulması, modernleşme, çağdaşlaşma, ilerleme çabaları gereksizdir. Hatta bu yöndeki gayretler Allah’ın iradesine müdahaledir. Bu kişilere göre Kur’an adeta anayasa kitabıdır. İnsanların ayrıca anayasa yapmaları, kanunlar çıkarması, idari yöntemler, sistemler belirlemesi, kurallar koyması Allah’ın hakimiyetine ortak olma gayretleridir.  Bu kişiler bütün ideolojileri “izm” leri küfür sayarlar. Asıl hedef elbette  Kemalizmdir. Atatürk’ün mirasını Cumhuriyeti, demokrasiyi küfür rejimi, Atatürkçüleri de kafir sayarlar. 

Klasik ekol temsilcileri ile ateistlerin benzer noktalarından biri de şudur: Her ikisi de görüşlerini-iddialarını temellendirmek, kanıtlamak için beşer ürünü rivayet kültürüne sarılırlar. İslam'ın tek asli kaynağı Kur'an'ı değil, beşer ürünü olan mezhep kabullerini, tarikat kurallarını veya radikal dinci örgütlerin uygulamalarını referans gösterirler. Klasik ekol temsilcileri rivayetleri, mezhep kabullerini, kurallarını, fıkıh-ilmihal kitaplarında yazılanları din anlayışlarının bir unsuru sayarlar. Ateistler ise,  çeşitli rivayetleri, mezhep kökenli kabulleri, kuralları ve dinci radikal örgütlerin hatalarını, eksiklerini İslam'a maletmeye çalışırlar.. Klasik mezhepçi İslamcılar ile ateistler zıt kutuplar gibi görülebilir ancak her iki tarafta İslam'ın aslı/Kur'an'ı değil beşeri birikimleri referans aldıkları için insanların İslam'a mesafeli durmalarına neden olurlar. 

Ateistler ve klasik ekol temsilcileri şunu bilmelidir ki, Kur’an aklı ve özgür iradeyi yok sayarak her konuda, her zaman ve mekanda yaşayan ve yaşayacak herkesi bağlayıcı dogma, stabil  her şeyi ayrıntılı belirleyen hükümler bildirmez. Kur’an bütün detaylarıyla bir yönetim şekli de bildirmez.  İnanç, iman esaslarıyla ilgili konular haricinde,  ibadet konularıyla ilgili bazı detaylar da dahil olmak üzere yaşanan zamanın ve mekanın şartlarına bağlı olarak  muamelat alanında yaşamın pratiğine dönük konularda ortaya çıkabilecek değişik sorunların çözümü için Kur’an sadece  temel, genel hükümler, ilkeler bildirir. Uygulama-ameli alanda esneklikler, kolaylıklar sağlar. İnsan iradesine bırakılan hareket alanı evrensel değerlerle, pozitif hukukla, akıl ve bilimle doldurulur. Sorunlara eleştirel akılcı düşünceyle bulunan bilimsel çözüm yolları sorgulamaya, denetime açıktır...
İslam ülkelerinin perişan halinin nedeni  din değildir, Müslümanlardır. Müslümanların tembellikleri, cehaletidir. Akıl ve ilimden uzak yaşamalarıdır. Bir çok İslam ülkesinde yöneticilerin, hanedanların emperyalizme teslim olmaları en büyük sorundur. 

Saygılarımla
Vedat AKBAŞAK

1 Ekim 2016 Cumartesi

ATATÜRK-İSLAM-DEVLET

"Biz elhamdülillah Müslümanız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir.
İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur.
Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geldiğine dair esaslar ifade edilmiştir.
Bu esaslardan biri şuradır, meclistir. Bizzat cenabı peygamber şurasız muamele yapmazdı.
İkinci esas adalettir. Şura adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli tasvip görmemiştir. Üçüncüsü ululemre (yöneticilere/kanunlara) itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar din kisvesi altında yine çok fena yorumlamışlardır. Dediler ki: ‘Emir de amir de padişahtır. Padişah rezilin biri de olsa zalim de olsa itaat edeceksin.’ Bu şekilde başa geçen biri sadece canavar olur. Böyle bir canavara ne olursa olsun mutlak itaat etmek lazımdır. Mustebid olsun, rezil olsun, itaat edeceksin............
Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. 
Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 kusur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu........."

(İzmir İktisat Kongresi – 02.Şubat. 1923) 


Vedat AKBAŞAK

kuranpenceresinden@hotmail.com

22 Eylül 2016 Perşembe

Dini Siyasi her açıdan LAİKLİK Nedir? Ne Değildir?


“Laiklik, din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır” şeklindeki tanımlama yanıltıcıdır.

Bu tanım nedeniyle laiklik ilkesi Müslüman halkımızın büyük çoğunluğu tarafından anlaşılamamış ve benimsenememiştir.. Ülkemizde laiklik karşıtı siyasal akımların, partilerin yönetimde etkin olmalarının temel nedenlerinden biri de bu yanlış laiklik anlayışıdır.

Laiklik ilkesinin amacı dini ve toplumu dikta heveslisi dincilerin, radikal gurupların sömürüsünden, istismarından korumak olmasına rağmen dinci siyasi ve radikal akımlar bu hatalı tanımdan hareketle laikliği sanki din karşıtı gibi tanıtmışlardır. Milletin aklını, gönlünü karıştırmışlardır. Laik anlayış üzerinden Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasi ve Atatürk düşmanlığı yapmışlardır.

 

LAİKLİK:  Dincilerle sözde dini kurumlarla devlet işlerinin, siyasetin ayrılması demektir. Teokrasiye, dinci faşizme, sömürü ve zulme karşı olan anlayışın adıdır.

Tarih boyunca dine karşı olanlara değil, teokratik monarşilere/egemenlerin çıkarlarına göre uyarlanmış, uydurulmuş din, mezhep, şeriat anlayışlarına karşı olanlara laik denilmiştir.

Laiklik egemenliğin dinci zümreden alınıp halka verilmesidir, monarşiden cumhuriyete, demokrasiye geçmektir, dogmalardan kurtulmak ve liyakati, akılcılığı, bilimi benimsemektir..

Laik anlayışı benimsemek aslında şu ilahi uyarının da gereğidir. “Aldatan da sakın sizi Allah adına/Allah ile aldatmasın/sömürmesin.” (Fatır-5 Lokman-33)

Bizleri Allah ile aldatanlardan, din/iman istismarıyla sömürenlerden korunmanın yolu dinci zümrenin egemenliğini, tahakkümünü reddetmektir. Bu reddediş ayni zamanda tevhide sadakatin de gereğidir.

İslam/Tevhid inancı  ile laiklik ilkesi çelişmez. İslam sahte ilahları müşrik ilan edip yok sayarken; laiklik ilkesi sahte ilahların, kendilerine kutsiyet atfetmiş kişi ve kurumların yönetimde egemenliğini/teokrasiyi reddeder.

 

Kur’an yönetim konusunda şura, adalet, liyakat, eşitlik, özgürlük gibi  evrensel temel ilkeler bildirir. Doktriner anlamda sistematik, detaylı bir siyasi sistem önermez; İslam’a özgü bir ideoloji, yönetim şekli bildirmez. Yönetimde egemenliğin kaynağı ilahi değil beşeridir; insandır, akıldır.  İnsanlar bildirilen temel ilkeleri gözeterek toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak yönetim sistemini kuracaktır. Şura ilkesi tek adam yönetimlerine kapıyı kapatır. Kur’an’ın bildirdiği ilkelere en uygun yönetim sistemi  günümüzde demokratik parlamenter cumhuriyettir. Demokrasinin olmadığı ve laiklik ilkesinin benimsenmediği yerde yani dinci zümrenin/teokrasinin egemen olduğu yerde şura, liyakat, adalet, özgürlük ilkelerinin uygulanması, bu ilkelere uygun bir sistem kurulması mümkün değildir.. 

Kur’an 14 asır önce yönetimde kutsiyet atfedilen kişilerin değil; ilkelerin hakim olmasını istemiştir.  Bildirilen  ilkeler günümüzde insanlığın ortak değeri olarak herkes tarafından benimsenen ilkelerdir. Eminim herkes yöneticilerin adil ve liyakat sahibi olmasını; buyurgan, despot değil danışarak, ortak akılla kararlar almasını, hak ve özgürlükleri genişletmesini  ister.

 

Batı’da dine karşı olanlara değil, dini dünyevi menfaat; saltanat, servet aracı yapan ruhbanların, kilisenin egemenliğine, kilise üretimi din anlayışına/teokratik monarşiye karşı olanlara laik denilmiştir.  İslam’da dinin istismarı açısından kilisenin/ruhbanların muadili;  tarikatlar, cemaatler, radikal guruplar, siyasal İslamcılardır. İslam dünyasında da dine karşı olanlara değil, toplumu Allah adına yönetme iddiasında olan mezhepçi dinci güruhun egemenliğine, sömürüsüne, çarpık din anlayışlarına karşı olanlara laik denir.

Atatürk sultan-halife  düzenini, teokratik monarşiyi-saltanat sistemini yıkmıştır. Yönetimde egemenliği, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu iddia eden sultandan alıp millete vermiştir.

"Laiklik, 'din'in kendisinin değil, din adına baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır." (Ahmet Taner Kışlalı-Kemalizm Laiklik ve Demokrasi-1994- S-30)

 "Laiklik, devletin dini bir kurumun hakimiyetinde olmaması demektir. Bu sebeple laiklik ile teokrasi

birbirinin zıttıdır......”  (Abdülaziz Bayındır – Din ve Devlet İlişkileri - S:18 )

Latince Laicus, Fransızca Laic: Ruhban- (Klerik) din adamı olmayan ruhani bir sıfatı, işlevi olmayan halktan biri, sade vatandaş demektir..  “lâ-dinî” (din dışı ya da dinsel olmayan) doğru anlamı sunan bir sözcük değildir. Laik, lâ-dini olan değil, lâ-ruhban-dinci-dinbaz olmayan demektir..
Laiklik mücadelesinin önderleri  çoğunlukla dindar Hıristiyanlardı. Bu kişiler dine karşı değildiler kilisenin otoritesine, egemenliğine, zulmüne, sömürüsüne karşıydılar. Martin Luther (1483-1546) kilisenin yozlaşmasına, sömürüsüne, özellikle endüljansa karşı çıkmıştır. Ve çok önemlidir, İncil dışında kilise icadı din anlayışının ürünü olan bütün dini metinleri, kural ve uygulamaları geçersiz saymıştır.
                                                                                  
1789’dan sonra kiliselerin kapılarına zincir vurulmamıştır, kilise mensuplarının -ruhban sınıfının dünyevi yetkilerine zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, gücünü Tanrı’dan aldığını iddia eden kutsal (!)  monarşi yıkılmıştır. 1792’de güçler ayrılığı ve insan haklarına dayalı Cumhuriyet ilan edilmiştir. Üniter, ulus devlet kurulmuştur.  Yaşanan süreçte öncelikle din-Hıristiyanlık laikleşmiştir. Kilisenin egemenliğini ve sömürüsünü reddeden protestan ekol hızla yayılmıştır.
Bazı dönemlerde Avrupa’da kilise/ruhbanlar toprağın %70’nin sahibiydiler. Bu malları, yetkileri elinden alınan Katolik Kilisesinin tepkisi sert olmuş, laik cumhuriyetçileri dinsizlikle suçlamıştır. “Laiklik dinsizlik” söylemi-iftirası kiliseye aittir.  Günümüzde ise İslam dünyasında dinciler kilisenin bu sözüne sahip çıkarak emellerine engel gördükleri laikleri dinsizlikle suçluyorlar.

Laiklik toplumu ayrıştıran mezhepçiliğin, nifak ve fitne zehrinin panzehiridir. Laiklik, irticanın, yobazlığın, baskının, istismar ve sömürünün karşısındadır. Özgürlüğün, aydınlığın, çağdaşlığın, akılcılığın yanındadır. Avrupa’da laik anlayışın benimsenmesiyle birlikte mezhep savaşları büyük ölçüde sonlanmış ve Batı aydınlanması; rönesans dönemi başlamıştır.
Laiklik esas itibarıyla siyasi bir kavramdır; siyasi değişim, reform hareketidir.

Laiklik: Herkesin inancını özgürce yaşamasıdır, devletin bütün inançlara eşit mesafede olmasıdır,
herkese ayni hukuk mevzuatının uygulanmasıdır, bir kişi ve zümreye dinsel ayrıcalık tanınmamasıdır, devletin dine, inançlara müdahale etmemesidir, bir din-mezhep anlayışı dayatmamasıdır,  kanunların bir dini yoruma refere edilmeksizin yapılmasıdır ve  benzeri ifadeler laikliğin tanımı değil, sonucudur.
Laik ülkelerde elbette herkes inancını özgürce yaşar, ibadetini yapar, devlet inançlara eşit mesafededir, yöneticiler kendi din anlayışlarını topluma empoze etmeye çalışmazlar ancak laik anlayışın esası teokratik düşünceyi; dinci kurumların, oluşumların egemenliğini  reddediştir. Dinci akımların, dini saltanat, servet aracı yapanların devleti yönetmesini, millet üzerinde egemenlik kurmasını reddetmektir. Bu reddedişin bir sonucu olarak laik ülkelerde herkes eşit haklara sahiptir, huzur ve barış içinde inancını özgürce yaşayabilmektedir.
                                                                               * * * * *                                                                
Tarih boyunca sözde dini kurumlar ile iktidar sahibi muktedirler genellikle ittifak halinde olmuşlardır. Pastadan pay kapma mücadelesinde çıkarlar çatıştığı zaman birbirleriyle çatıştıkları da olmuştur. 
Fransa’da 1301 yılında kral Güzel Philippe, Papa VIII. Bonifatius ile güç mücadelesine girişmiştir.
Papa kralı aforoz ettiğini ilan etmiştir, kral da papanın tutuklanması yönünde emir vermiştir. 
Bu mücadele sonucunda Roma’dan bağımsız Fransız Milli  Kilisesi kurulmuştur. Onun başı da Fransız Kralı olmuştur.   
Osmanlı’da da tarikatlar ile saray  arasında benzer güç mücadeleleri yaşanmıştır.
Fatih Sultan Mehmet döneminde Edirne’de binlerce hurifinin ateş çukurlarında yakılması ve 17. yy’da  yaşanan Kadızadeliler hareketi  aslında  bu tür bir güç – egemenlik paylaşımı çatışmasıdır. Günümüzde bu tür çatışmaların belki de son versiyonu ülkemizde yaşanmaktadır. Tarikat şeyhi okyanus ötesinden darbe girişimleri planlamakta, iktidar ise onun ülkeye iadesi ve yargılanması için çareler aramaktadır. Bu çatışmanın nedeni “ganimet” paylaşımıdır. Bir tarafın pastanın tamamını yemek istemesidir.

DİN: Özü, kaynağı, kapsamı ilahi olandır. Kur’an’ın kapsamını ilahi evrensel ilkeler, değerler, normlar oluşturur. Kültürün kaynağı, kapsamı ise beşeridir. Mezhepler beşeri, kültürel oluşumlardır. Beşeri olanla, ilahi olan; mezhep kabulleri ile dinin ilahi hükümleri sentezlenip, harmanlanıp “din işte budur” denemez.  Mezhepler din ile eşitlenemez. Mezhepler dinin yerine ikame edilemez. Mezhepler dinin versiyonları, türevleri değildir. Ancak Hıristiyanlıkta din ile mezhepler eşitlenmiştir. Bir Katolik Hıristiyan için din, Katolik mezhebinin kuralları, kabulleri ve uygulamalarıdır. Aslında Hıristiyanlığı din olarak değil, Batı kültürünün bir parçası olarak kabul etmek gerekir.

Kitab-ı Mukaddes, ruhani kutsal temsilcileri, kutsal kurumları ve yönetimleri yani teokrasiyi işaret eder. Skolastik düşüncenin hâkim olduğu, mezheplerin dogma kabul, kural ve kurumlarından oluşan Hıristiyanlıkta din ile din kültürü; din ile ruhbaniyet bir bütündür. Kendilerine ilahi nitelikler atfeden kilise mensuplarının kendi çıkarlarına uygun oluşturduğu kural ve kurumlardan oluşan bir din anlayışı hakimdir. 18. yy’dan önce Hıristiyan dünyada dini kurum, devlet kurumu ayrımı yoktu. Kilise Hıristiyanlığın her şeyidir,  mutlak otoritedir ve her şeye hâkimdir. İncil yöneticilere mutlak itaati emreder. İnsanın hür ve sorumlu varlık olduğunu reddeder. Teokrasiye, kilisenin ve onun atadığı  kralın egemenliğine karşı çıkan Tanrı’nın egemenliğine karşı  çıkmış sayılır.  
Papa Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi kabul edildiği için ona  itaat mutlak zorunluluktur.
Tanrı Hıristiyanlığı korumak ve savunmak için biri dünyevi öteki ruhani iki kılıç vermiştir (Luka İncili 22/38) ve bunlardan ikisini de Papa’ya vermiştir. Papa dünyevi olanını imparatora vermiştir.
Hıristiyan düşünürlerden Jean Calvin şöyle der: “Yöneticilere karşı çıkarken ayni zamanda Tanrı’ya karşı gelmiş oluruz...”

Hıristiyanlıkta din anlayışı, ruhbaniyet anlayışıyla özdeş olduğu için; ruhbanlarla, kiliseyle devlet işlerini ayırmak demek ayni zamanda din ile devlet işlerini ayırmak anlamına gelir. Kiliseye-Papaya karşı olmak, dine de karşı olmak anlamına gelir. Hıristiyanlar laikliği “din ile devlet işlerinin ayrılması”  veya “kilise-ruhbanlar ile devlet işlerinin ayrılması” şeklinde tanımlayabilir. Onlar için her ikisi de ayni anlama gelir. Aslında amaç: Dini kurumlarla devlet kurumlarını; kiliseyle, ruhbanlarla devlet işlerini, ayırmaktır. Devlet yönetiminde “kutsal kilise+soylu kral” ortaklığına/ egemenliğine yani teokrasiye son vermektir.
Batı dinini laikleştirmek için mücadele etmiştir. Hıristiyanlığı ruhban tasallutundan, kilise egemenliğinden kurtarmıştır.  Katolik Hıristiyanlığın anti tezi protestan ekolün temeli laik anlayıştır.

“Türkiye’deki laikler, laikliği din ile devletin ayrılması olarak tanımlamaktadırlar. Oysa Batı’da din ile devletin değil, çok önemlidir ki, kilise ile devletin ayrılması esası vardır. Kilise ile devletin ayrılması başka, din ile devletin  ayrılması başkadır.  Yine Batı’da kilise ile siyasetin ayrılması ilkesi vardır......................  İslamiyette sadece Allah’a kulluk vardır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi kiliseye ve ruhbanlara (Dincilere ve sözde dini kurumlara, makamlara) kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyette ruhban /clergy yoktur, olamaz da..”  (Aytunç Altındal – Laiklik- S: 12- 53) 

İslam’da dini kurum, ruhban sınıfı yoktur. İslam teokrasiyi; sorumsuz kutsal kurumları, yönetimleri şirk sayar ve reddeder.  Yöneticiler yaptıkları işlerden, icraatlarından sorumludur.  Yaptıkları hataların, yanlışların hesabını siyaseten ve kanunların emrettiği şekilde verirler.
İslam’ın kapsamında ruhbaniyet, din sınıfı olsaydı, mezheplerin, tarikatların, kabulleri; imamların, şeyhlerin sözleri din kabul edilseydi; Kur’an Hıristiyanlıkta olduğu gibi teokrasiyi emretmiş olsaydı, din sınıfının otoritesini reddeden laik Müslümanlar,  dine karşı çıkan, din ile devlet işlerini ayırmak isteyen kişiler olarak tanımlanırdı. Ancak, ruhbaniyet ve teokrasi İslam kapsamında olmadığı için ruhanilere, kutsal temsilcilere veya tarikatların, cemaatlerin egemenliğine karşı olmak, İslam’a-dine karşı olmak değildir.  İslam haşa dinci zümrenin, din adamlarının, mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin kuralları kabulleri demek değildir. Kerametleri kendilerinden menkul dinci, din dışı din adamları ile dünya,  devlet işlerini ayırmak demek, din ile dünya - devlet işlerini ayırmak anlamına gelmez..
Müslüman laik olabilir mi? Olamaz mı? Tartışması anlamsızdır. İslam’da dinin kurumsallaşması; dini kurum, din adamları sınıfı olmadığı için Müslümanlar doğal olarak zaten laiktir. Bir Müslümanın laik olmaması düşünülemez bu mümkün de değildir. Laik olmamak için ruhaniyetin-ruhban sınıfının, dini kurumların en azından varlığı gerekir, İslam’da bu yoktur.  

İslam’da olmayan ruhban-din sınıfı mezhep, tarikat, cemaat kültürünün ve tasavvuf felsefesinin asli unsurlarıdır. Bunlar eleştiriye kapalı, skolastik, dogmatik kabullerin, kuralların hakim olduğu yapılardır. Kur’an kapsamında bulunmayan din sınıfı ve dini kurumlar bu yapılar içinde kendilerine geniş olanaklarla yer bulmuştur. Sünni mezhebinde ulema sınıfı, mezhep imamları, halifeler; şii mezhebinde ruhaniyet, imamet anlayışı, sorumsuz ilan edilen 12 imam dinin ve ümmetin temsilcisi, rehberi sayılmıştır. Peygamberler de bile olmayan nitelikler, yetkiler bunlara atfedilmiştir. Tasavvuf anlayışıyla İslam’a bir çok şirk unsurlar; mürşitler, aracılar, erdiriciler, şefaatçiler, evliyalar, yediler, kırklar, gavslar, kutuplar monte edilmeye çalışılmıştır. Tarikatlar, cemaatler teokratik düşünceye zemin hazırlamıştır.

Bir Müslüman için laiklik; işte bu paralel din anlayışları oluşturan ve teokrasiye zemin hazırlayan
mezhep, tarikat, cemaat yapıları içinde yuvalanan din dışı radikal, kökten dinci kişi ve  kurumların devlet  içinde, yönetimde egemenliğine karşı olmaktır.  Bunların kendi çıkarlarına uygun, makam ve servet sevdasıyla oluşturdukları uydurma rivayetlere, zanlara dayalı kabul ve kurallara karşı olmaktır. Dini ve samimi inançları istismar etmelerine, iktidar sahipleriyle işbirliği yaparak yönetimde, siyasette etkin olmalarına karşı olmaktır.  Geçek dini ve toplumu sömürüden, istismarcı, baskıcı,  dinci zümreden korumaktır..  Dini/Din anlayışını laikleştirmeden yani dini, dincilerin/ruhbanların istismarından arındırmadan devleti, yönetim sistemini laikleştirmek mümkün değildir. Atatürk işte bunun için öncelikle dini laikleştirmiştir. Hilafeti kaldırmıştır, tekkeleri, dergahları kapatmıştır. Kur’an’ın Türkçe mealini ve tefsirini yazdırmıştır. Gerçek İslam’ın öğrenilmesi ve öğretilmesi için imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültesi açmıştır. 

Laiklik mücadelesi İslam dünyasında  ilk kez Atatürk’le başlamış değildir. Laik anlayış çok daha eski tarihlerde yeşermeye başlamıştır.  1100 sene önce Maturidi “diyanet ayrıdır, siyaset ayrıdır” demiştir.
İbn Haldun Mukaddime’de devletin hukuk siteminin mutlaka dinden kaynaklanmak zorunda olmadığını belirtir. Anadolu kapılarını Türklere açan Selçuklular Tuğrul bey döneminde Arap; Emevi, Abbasi  ekolünden farklı olarak halifelikten bağımsız devletin idari yöneticisi anlamında  “Sultanlık” ünvanını-makamını tesis etmiştir. Selçuklu da sultan, hilafetten-dini kurumlardan tamamen bağımsız olarak devleti yönetiyordu.  Selçuklu döneminde yaşayan din alimi Süleyman er-Ravendi 1203 yılında –yaklaşık sekiz asır önce- yazdığı Râhatu’s-Sudur adlı eserinde bakın ne diyor: “İmamın vazifesi  hutbe ve dua ile meşgül olmak Padişahlığı (hakimiyeti) dünyevi saltanatı ise sultanlara bırakmaktır…”  
Fransız Doğu bilimci Guignes, 1748 yılında yazdığı kitabında Tuğrul beyin devlet yönetim anlayışından özgüyle bahsetmiştir. Fransız devrimi öncülerinden Voltair bu kitaptan etkilenerek yazılarında Tuğrul bey’in yönetim anlayışını örnek göstermiştir..

Fatih Sultan Mehmet devletin ve tebaanın statüsünü belirleyen iki kanunname ilan etmiştir. Fatih’in kanunnameleri doğrudan doğruya bir Kur’an ilkesi içermez.  Osmanlı’da ve önceki Türk devletlerinde hükümdarlar şeriattan bağımsız kendi iradelerine dayalı kamu yararına (maslahat) kanunlar çıkartırlardı. Buna örfi hukuk denilmiştir. Cengiz Han yasaları, Melikşah, İlhanlılar ve  Osman gazi kanunnameleri buna örnektir. Günümüzdeki seküler hukuk anlayışının kökeni örfi hukuktur.  
18. yy başlarında İbrahim Müteferrika  padişahın emriyle ilk basımevini açma iznini şeyhülislamın fetvasıyla yalnız din dışı yazıları yayınlama koşuluna bağlı olarak elde ettiği zaman, din alanı dışında başka bir bilim ve düşünce alanı bulunduğu da kabul edilmiş oluyordu.
III. Selim döneminde ilk geniş kapsamlı reform çabasıyla karşılaşıyoruz. 1793’te ilân edilen “Yeni Düzen” adlı proje ile siyasi ve dinsel alanlar yeniden belirleniyordu.
II. Mahmut döneminde şeyhülislam, hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılarak Selçuklu’da olduğu gibi sadece bir çeşit din görevlisi haline getirilmiştir. Ulema tamamen padişaha tabi olmuştur. Böylece Osmanlı’da teokratik yapı ilk kez değişmeye başlamıştır. Tanzimat döneminde adliye, yeni kurulan adliye nezaretine, vakıf işleri Evkaf Nazırlığı’na ve okulların hepsi Maarif Nazırlığı’na bağlanmıştır. 1840 ve 1851 yıllarında dinden bağımsız ceza kanunnameleri çıkarılmıştır.
1846 yılında şer’i mahkemelerin yanı sıra yargının laikleşmesi anlamına gelen nizamiye mahkemeleri kurulmuştur.. 1856 yılında Ahmet Cevdet Paşa tarafından hazırlanmaya başlanan Mecelle (Medeni Kanun) Osmanlı modernleşme sürecinin önemli çalışmalarındandır…    
                                                                                           
Laik anlayışın benimsenmediği yerde, dogma mezhepçi anlayışın hâkimiyeti ve yönetimde dincilerin egemenliği vardır. Kur’an hükümleri  yerine mezhep şeriatlarına, tarikat kurallarına tabi olanlar din dışı ruhani, dini kurumların egemenliğinin yani teokrasinin savunucusu olmuşlardır. Teokrasiye karşı olan laik anlayışı dinsizlik olarak nitelemişlerdir. Laik anlayışı benimseyenleri dine karşı olmakla suçlamışlardır. Teokrasi ancak mezhepçi anlayışın hakim olduğu ve dincilerin yönetimde etkin olduğu yerde yeşerir..
Laiklik ilkesine karşı olanlar mezhep kabullerini, Emevi fıkhını veya şii şeriatını dinin yerine koyanlardır.  Tevhide bağlı gerçek Kur’an müminler ise, ruhbanlığın; hilafetin veya imametin İslam dışı olduğunu bildikleri için laik anlayışı benimserler ve teokrasiye karşı çıkarlar.
                                                                                    
Dini, İslam’ı yaşamdan ayırma düşüncesi  mümini inkara, küfre sürükler.
Kur’an mutlak gerçeğin sesidir, yaşamın kullanma kılavuzudur. Dünyada ve ahirette huzuru, mutluluğu; iyiliği, güzelliği arayan samimi, inançlı her mümin Kur’an hükümlerine göre amel etmelidir; yaşamını Kur’an hükümlerine göre dizayn etmelidir. Kur’an’ın bildirdiği temel evrensel ilkeler ile devleti, yaşamı ayırırsak dünya yaşanmaz hale gelir.. Kur’an çalmayın, rüşvet alıp-vermeyin, yetim hakkı yemeyin, zina yapmayın, gıybet, dedikodu yapmayın, fitne fesat bozgunculuk peşinde koşmayın; çalışın, üretin, paylaşın, adil olun gibi her dönemde herkesin kabul edeceği insanlığın hayrına; barış ve huzur içinde özgürce yaşamayı teminat altına alacak evrensel ilkeler bildirir. Kur’an ilkelerini yaşamdan dışlamak ve dini “kişisel inançlar” seviyesine indirgemek; İslam’ın sosyal yönünü reddetmek mümkün değildir.

Laikliği -yanlış şekilde- din ile devlet işlerinin ayrılması olarak tanımlarsak; laik anlayışı, İslam’ı devlet işlerinden, yaşamdan dışlayan bir kavram olarak tanımlamış oluruz. Laik olmakla mümin olmayı zıt kavramlarmış gibi sunmuş oluruz. İnsanları mümin olmak ya da laik olmak arasında tercih yapmaya zorlamış oluruz.   “Laiklik dinsizliktir” veya “ya laik olacaksın ya da Müslüman, ikisi bir arada olmaz” diyenleri doğrulamış oluruz.  Ayrıca, laik devletler tamamen din dışı veya dine uygun olamayan hükümlerle yönetilen; laik olmayan devletler ise, dini- İslam’i hükümlerle yönetilen devletlermiş gibi yanlış bir algının oluşmasına neden oluruz.. Günümüzde laik olmayan İslam ülkelerinin hiç birinde Kur’an ilkelerine uygun yönetim sistemi  yoktur.
                                                                                     * * * * *
Kur’an, doktriner anlamda sistematik, detaylı bir siyasi sistem önermez; İslam’a özgü bir ideoloji, devlet-millet yönetim şekli bildirmez. Evrensel rehber olma özelliğinin gereği olarak bu konuda sadece zaman ve mekân üstü temel ilkeler bildirmiştir. Şura esası, liyakat-işin ehline verilmesi, adalet, sosyal paylaşım, eşitlik, insan haklarına saygı ve özgürlük bildirilen temel ilkelerdir. (Şura-38 Aliimran-159 Maide-42 Nahl-90 Nisa-58, 59 Kaf-45 Gaşiye-22 Zariyat-19 Aliimran-134) Nisa-59. Ayet “..sizden olan/sizin seçtiğiniz yetki sahiplerine-kanunlara itaat edin” ifadesiyle  yöneticilerin seçimle belirlenmesini bildirmiştir. Yönetici yetkiyi halktan alacak; Kur’an’a göre yönetimde egemenliğin kaynağı millettir..                                                                              
                                                                                        
Dini-İslam’i esaslara dayalı devlet  yönetim şekli: Kur’an’ın bu konuda bildirdiği temel hükümleri esas alan ve detayların evrensel objektif kurallara, zamanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlendiği ve dinin, dindarların istismar edilmediği adil yönetimlerdir.
Cumhuriyet Rejimi; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti, insan haklarını ve özgürlükleri önceleyen yönetim anlayışı dini esaslara, Kur’an hükümlerine  ve insan fıtratına en uygun yönetim şeklidir.
Mezhep şeriatlarına, Emevi fıkhına uygun yönetim şekli ise, Kur’an hükümlerine tamamen zıt olan saltanat ve hilafet sistemidir;  padişahlık, krallık, sultanlık, emirlik sistemleridir.
Emeviler’den itibaren Kur’an’ın bildirdiği ilkeler değil, dönemin güçlü devletlerinin yönetim sistemleri esas alınmış, onlara özenilmiştir. Padişahlık Roma İmparatorluğu’nun, hilafet ise papalığın kötü kopyalarıdır. Günümüzde İslam ülkelerinin hemen tamamında mezhep şeriatlarının ve geçmiş kültürlerin referans alındığı baskıcı yönetim şekilleri mevcuttur.
İslam ülkeleri içinde hâlen ilk ve tek örnek olan  Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti bilinen yönetim şekilleri içinde Kur’an hükümlerine en uygun yönetim şeklidir.. Mustafa Kemal’in mirasıyla, Hz. Muhammed Mustafa’nın mirası  çelişmez. 

Günümüzde ve gelecekte idarecilerin adil ve liyakat sahibi olmaları; sistemin paylaşımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü olması hiç kimsenin, hiçbir zaman itiraz edemeyeceği, karşı çıkamayacağı ilkelerdir.
Laik anlayışın da bu ilkelere karşı olması söz konusu değildir. Karşı olmak bir yana Kur’an’ın bildirdiği temel ilkelerin uygulanabilmesinin ön koşulu, olmazsa olmaz yegane şartı laik anlayıştır.
Laik anlayışın benimsenmediği yerde Kur’an ilkelerine uygun yönetim sistemi kurmak mümkün değildir. Çünkü laik olmayan ülkelerde şura esası-kollektif katılım, danışma, uzlaşma olmaz, liyakat esası gözetilmez, bağımsız tarafsız adalet olmaz, sosyal paylaşım, eşitlik olmaz, yöneticiler adil seçimlerle  iş başına gelmezler. İnsanlar güven ve barış içinde özgürce yaşayamazlar.
Aklın, iradenin özgürlüğün olmadığı; baskının, zulmün olduğu yerde kültür, sanat, sanayi, teknoloji gelişmez, medeniyet kurulamaz.. Laik olmayan sistemler, yönetimler Allah’ın iradesine uygun yönetimler olamazlar.. Arap ülkelerinde laiklik mafiş;  demokrasi,  özgürlük, bilim mafiş.
                                                                                 
Çıkarlara uygun şekillendirilen din, Allah’ın dini olmaktan çıkar. O artık şirk dini olur; devlet dini veya bir zümrenin dini olur, ortaçağda Hıristiyanlığın “kilise dini” olduğu gibi.. Din, Hıristiyanlıkta ruhbanların, kilisenin; İslam ülkelerinde ise sultanların-sarayın imtiyazı haline getirilmiştir. Din, siyasal ideoloji olarak kullanılırsa egemenlerin baskı ve zulüm aracına dönüşür. Egemen gücün hem devlet-dünya, hem de sözde dini kurumlara hükmettiği yönetimler teokrasiye, dinci faşizme yelken açar. Bir ülkede yürütmeye-iktidara bağlı sözde dini kurumların varlığı, laik anlayıştan kopuşu, teokrasiye yol alışı işaret eder. Unutmayalım! Laikliğin zıttı teokrasidir.
                                                                                  
İslam’ın özü, esası tevhid ilkesidir. Tevhide sadakat insanın yaratılış gayesidir. (Zariyat-56)
Yüce Allah “la İlahe- yoktur İlah” diyerek bütün sahte ilahları putları, ruhbanları, aracıları yok saymıştır.
“İllallah - Allah’tan başka” O’nun altında, astından olan başka ilahlar, yetkililer, temsilciler yoktur demektir. Tevhid, Allah’ın varlığına, birliğine imanın yanı sıra sadece O’nun gücüne, otoritesine boyun eğmeyi ve yeryüzünde O’nun iradesini gerçekleştirmek için çalışmayı da zorunlu kılar.  Tevhide sadakat ancak şirk unsurları yok sayan anlayışa sahip olmakla mümkündür. Laik anlayışı benimsemeden yani; din sınıfının varlığına ve otoritesine karşı çıkmadan, sözde dini kurumların, çeşitli dinci yapıların tarikatların, cemaatlerin  devlet, millet yönetiminde etkin olmalarına ve  din aracılığı ile siyasi rant elde edilmesine,  kamu malının, devlet hazinenin talan edilmesine, yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı çıkmadan, insanları Allah ile-din ile aldatan şeytan evliyalarına, siyasetçi veya bürokrat kılıklı dinci rant çetelerine karşı çıkmadan, onları siyasetten ve yaşamdan dışlamadan tevhide sadakat mümkün değildir...
                                                                                               
Kur’an’ı Kerim’de laik anlayışla uyumlu; din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapan bir çok ayet vardır.
“....bizim amellerimiz/dinimiz bize, sizin amelleriniz/dininiz size. Selam olsun hepinize..” (Kafirun-6
Şura-15 Kasas-55 Yunus-41) Maide suresi 2. ayeti müşriklerin de Kabe’de ibadet yapabileceğini bildirir. Ayrıca; Hadid suresi 27. ayetinde ruhbanlık, ruhbaniyet anlayışı reddedilmiştir. Kaf suresi 45. ayeti dinde zorlamanın olmadığını bildirmiştir. Enam suresi 108. ayeti diğer dinlere-inançlara saygılı olmayı, farklı inanç sahiplerine kötü söz söylememeyi emretmiştir.
                                                                                
Hz. peygamberimiz Medine’ye hicretinden sonra oradaki Yahudi ve  Hıristiyanların inançlarına, ibadetlerine karışmamıştır. Onlara baskı yapmamıştır. İsteyen özgür iradesi ile Müslüman olmuştur.
Hz. peygamberimizin bu konudaki uygulaması-sünneti de laik anlayışla tam bir uyum içindedir.
Tarih boyunca kurulan Müslüman devletleri her zaman çok uluslu ve çok dinli olmuştur. Endülüs Emevilerinden Osmanlı’ya kadar bütün Müslüman ülkelerde din ve vicdan özgürlüğü sağlanmıştır. İnsanlar dinlerini  özgürce yaşamışlardır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Rum Ortodoks kilisesini yeniden yapılandırmış ve yerli halka dinlerini özgürce yaşayabileceklerini ilan etmiştir. Bunlar hem laik anlayışla hem de İslam ilkeleriyle uyumlu uygulamalardır. Günümüzün anti laik siyasetçileri ise, farklı bakış açılarına tahammül edemiyorlar. İnsanları asimile etmeye, kendi mezhep görüşlerini, din yorumlarını zorla herkese dikte etmeye çalışıyorlar.       
                                                                               
Tevhidin esas amacı: Özgürlüktür. Özgür düşüncenin, özgür iradenin egemen kılınmasıdır.
Akıl ve irade başkalarının oluşturduğu sınırlara, kalıplara; Ali Şeriati’nin ifadesiyle zındanlara hapsedilmemelidir..  Aklı, iradesi bir yerlere bağımlı olmayan özgür benlikler yeryüzünde yaratılış amacına uygun olarak sıratı müstakim yolunda Allah’ın iradesini gerçekleştirmek için yaşarlar.
Aklı, iradesi, özgürlüğü bir yerlere (kişilere, zümrelere, ekollere, ideolojilere)  bağlı olan; kime, neye bağımlıysa onun otoritesine tabi olur. Onların kulu, kölesi olur, onların buyruklarına kurallarına boyun eğer.
Kur’an dinci diktatörleri Fravun’la sembolize etmiştir. Teokrasinin temsilcileri ve destekçileri şirk yolunda günümüzün  Haman’larıyla, Belam’larıyla, Karun’larıyla birlikte Fravun’un iradesini gerçekleştirmek için; saltanat ve servet için yaşarlar. Bunlar nefisleri tağutlaşmış zalimlerdir...

Özgürlüğün iki temel şartı vardır.
1- İlahi anlamda tevhide sadakat.  
2- Dünyevi-siyasi anlamda demokrasi ve laiklik. Bu ikisinin bir arada olmadığı yerde insanların özgür yaşamaları ve Allah’ın iradesinin gerçekleşmesi mümkün değildir... 
                                                                              
Peygamberler insanların özgür yaşamaları için çaba harcamışlardır. Hz. İbrahim Nemrut’un; Hz. Musa, Firavun’un; Hz. Muhammed, Mekke’li müşriklerin zulmünden  insanları kurtarmaya çalışmıştır. Özgür yaşama arzusu insanın fıtratında vardır. İnsan onurunu rencide eden, özgürlükleri kısıtlayan sistemler, yönetimler insan fıtratına ve İslam’a aykırıdır. İnsanlık tarihi özgürlükler  için verilen mücadelelerle doludur. Diktatörler ancak köleliğe, raina-sürü gibi güdülmeye razı olan insanların olduğu yerde ortaya çıkarlar.
                                                                                
Kur’an’da da İncil ve Tevrat’ta olduğu gibi yöneticilere, kanunlara itaati emreden hüküm vardır. 
Kur’an toplumda kargaşa, kaos istemez. (Nisa-59) Ancak, Tevrat ve İncil’den farklı olarak Kur’an yöneticilerden Allah’ın indirdiği-bildirdiği  şekilde hükmetmelerini ister; liyakat sahibi ve adil olmalarını ister; toplumun çıkarlarını gözetmelerini ister. Kur’an bu konuda  yönetilenlere yani halka da görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Allah’ın bildirdiği ilkelere göre hükmetmeyen; adil ve ehil olmayan, sahip olduğu makamı şahsi ihtiraslarına alet eden, servet ve nimetle şımarmış yöneticiler meşruiyetlerini kaybetmişler demektir. Onlar kafirdir, fasıktır, zalimdir. (Maide-44, 45, 47) Böyle yöneticilere itaat etmek söz konusu değildir. Tam tersi bu azgın zalimlere karşı gelmek; zulümle, sömürüyle, yolsuzlukla mücadele-cihat etmek her Müslümanın görevidir.   (İsra-16 Rad-11 Hud-116) Tevrat ve İncil’de bu yönde hükümler yoktur. Yöneticilere her ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar mutlak itaat emredilmiştir. Emevi şeriatının takipçilerinin örnek aldıkları işte bu anlayıştır. 
                                                                                       
Farklı inançlara sahip insanların bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarının temel şartı laik anlayıştır. Laik anlayışın benimsenmediği yerde teokratik eğilimler artar, din ideolojiye dönüşür;  din devletleşir toplum bölünür, parçalanır. Farklı inanç ve mezhep mensubu zümreler iktidara sahip olmayı ve kendi benimsedikleri yönetim anlayışının uygulanmasını ister. Her zümre diğer inanç ve mezhep görüşlerine sahip olanları kâfir olmakla suçlayıp tekfir eder. Bununla da kalmayıp kendileri gibi düşünmeyen herkesin katlini caiz görür. Şiddeti, Terörü; kafa kesmeyi, ciğer yemeyi kendilerince meşrulaştırırlar.  
Kur’an bu konuda ümmeti uyarmış ve din eksenli bölünmeyi; mezhepçi anlayışı yasaklamıştır.
(Ali İmran-103 Şura-13 Enam-153, 159) Mezhepçi anlayışın amacını “Bağy” (Azgınlık, doymazlık, fesat, kıskançlık) olarak açıklamıştır.
                                                                                            
Mezhepçilik, radikal unsurların ve teokratik dikta temsilcilerinin en belirgin özelliğidir. Din ve inanç özgürlüğünü savunmak anti laik, mezhepçi dincilerin fıtratlarına aykırıdır. Dinsel kaynaklı siyasal şiddetin ilacı, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran ve inanç özgürlüğünü güvence altına alan laiklik ilkesidir. Bir ülkede demokratik laik anlayış benimsenip, uygulanmadıkça, mezhepçi dinci anlayış iktidardan ve hatta bütün dünyevi işlerden uzak tutulmadıkça o ülkede huzur, mutluluk olmaz; kültür, sanat olmaz; kalkınma, ilerleme olmaz. Laikliğin alternatifi; dinci mezhepçi zulümdür, yoksulluktur, cahilliktir, baskıdır, sömürüdür, yalandır, talandır; teokrasidir-faşizmdir.

Din siyasallaştırılırsa; siyasal ideoloji olarak kullanılırsa egemenlerin baskı ve zulüm aracına dönüşür. Tarih boyunca insanlara en büyük zulümleri, acıları teokrasinin mensupları olan şirk ehli dinci zümre, din bezirganları  yaşatmıştır. İnsanlık için en büyük tehlike mezhepçiliktir, radikal dinciliktir, teokrasidir. Dinin saltanat ve servet aracı yapılmasıdır. Yüce dinimizin saygınlığını oya tevil etmek isteyenler; iktidar, saltanat çıkarlarına alet etmek isteyenler, sömürü, zulüm aracı yapmak isteyenler olduğu sürece laik anlayış önemini koruyacaktır. Dincilere karşı yapılacak cihadın en önemli silahı laiklik ilkesidir.

Teokrasilerde devlet kurumları ile sözde dini kurumların; iktidar gücü ile din gücünün işbirliği, ortaklığı söz konudur. Ortaklığın işleyişinde Hıristiyanlıkta dini kurumların gücü, etkinliği daha fazladır. Özellikle Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra kilisenin etkinlği/gücü artmıştır.
Müslüman ülkelerde ise, siyasetin-devlet kurumlarının dini kurumlar üzerindeki etkinliği daha fazladır.
Kilise kralları bile atama yetkisine sahip olarak devlet kurumları üzerinde tam bir etkinlik kurarken; padişahlar halifeleri, şeyhülislamları atayarak dini kurumlar üzerinde egemen olmuştur. Müslüman ülkelerde dini kurumlar saltanatın/siyasetin vesayetinde, kontrolünde, emrinde yandaş olmuşlardır.. Halifelik: Allah’ın dinini devlet dinine dönüştüren,  İslam’ı saltanat imtiyazı haline getiren kurumdur. Günümüzde DİB  bu anlayışın devamı olarak iktidarın emrinde yandaşlık görevini  ifa etmektedir.
                                                                                
Şii mezhebinde durum biraz daha farklıdır. İmamet kurumunun sistem içindeki etkinliği daha fazladır..
Teokraside ortaklar arasındaki güç dengesinin, yetkilerin dinlere, mezheplere göre farklı olması önemli değildir. Önemli olan böyle bir ortaklığın varlığıdır. İktidar ile dincilerin-din sınıfının, sözde dini kurumların işbirliği yapma amacı; egemenliği baskıya dönüştürmek, otoriter bir yönetim kurmak,  sömürü ve zulümdür. Laik anlayış işte bu şer ittifakını engellemek, geçersiz kılmak için vardır.  

“Kur’an, sekülarite anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler.
Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir.
Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm sistemidir ki,
Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür.... (Yaşar Nuri Öztürk – Yurt Gazetesi – 21.04.2013)

Fransız tipi, Amerikan tipi, İngiliz tipi olarak adlandırılan laik anlayışların detayda, yöntemlerde farklılıkları olsa da ortak noktaları teokratik mutlakiyete; kilise-kral, siyasi güç+din gücü ittifakına ve egemenliğine karşı olmalarıdır.  
“Aslında Batı’da gerçekleşen üç büyük devrim (İngiliz, Amerikan, Fransız) birbirinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır. Kiliseyi yönetimden kovmaktır.
1648 İngiliz devriminde Katolikliğin yerine Protestan kilisesi geçmiştir. Fakat 1789 Fransız ve 1776
Amerikan devrimlerinde kilise  tamamen saf dışı edilmiştir...”
(İhsan Eliaçık – İslam ve Devrim Teorisi S:152)
                                                                                            
“Devletler laik olmalı, dini olanların sonu kötü bitiyor. Bunu tarih öğretti bize…” (Papa Francesco-2016)
Ruhbaniyet, Katolik inancının özüdür. Buna rağmen Katolikler bile; ruhbanları, sözde din adamlarını, dini kurumları-kiliseyi dünya ve devlet işlerinden dışlamışken; ruhbaniyet anlayışını tamamen reddeden İslam’ın mensubu olan Müslümanların  din dışı, dinci zümrenin; mezhep, tarikat, cemaat mensuplarının siyasette bu kadar etkin olmalarına ve bunların idaresi altında yaşamaya razı olmalarını anlamak mümkün değildir. Nüfusun çoğunluğu Katolik Hıristiyan olan Avrupa’da laik anlayış tamamen yerleşmiş iken bir Müslümanın laiklik karşıtı olmasını, hilafeti savunmasını anlamak mümkün değildir.

LAİK ANLAYIŞA KARŞI ÇIKANLAR:
*Demokrasi, özgürlük ve insan hakları karşıtıdır.
*Dini istismar etmek, inançları sömürmek isteyenlerdir.
*Egemenlik hakkını ortaçağda olduğu gibi bir dinci zümreye vermek isteyen teokrasi yanlılarıdır.
*Ruhbaniyet anlayışını etkin kılmak, hilafeti geri getirmek isteyenlerdir.
* Dini de siyaseti de yozlaştıranlardır.
* Akla, bilime, özgür düşünceye karşı olan; taklitçi bağnaz, dogmatik, zihniyyetli yobazlardır.
* Allah’ın iradesi yerine kendi iradelerini  hâkim kılarak halkın üzerinde otorite kurmak isteyen
   dikta heveslileridir.

Laikliğin zıttı teokrasi, demokrasinin zıttı diktatörlüktür. 
Laik demokrasinin zıttı teokratik diktatörlüktür.
Her laik rejim demokratik değildir, ama her demokratik rejim laiktir.
Laik olmayan rejim demokratik olamaz. Laik olmayan kişi demokrat olamaz.
 
Anayasamızın 24. maddesi din ve ibadet özgürlüğünü teminat altına almıştır. Herkes inancını özgürce yaşamalıdır.. Din ve inanç özgürlüğünün temel şartı: Devletin din-inanç alanına müdahale etmemesidir; yani laik anlayışın benimsenmesidir.
Laik ülkelerde devlet bütün dinlere, inançlara, mezheplere hatta inançsızlara-ateistlere karşı nötr-tarafsız, yansız olmalıdır. Bir dine veya mezhebe pozitif ayrımcılık yapılması kabul edilemez.
Bir dine veya mezhebe pozitif ayrıcalık yapılarak devlet imkanlarından faydalandırılıyor, kaynak aktarılıyorsa diğer din veya mezhep mensuplarının da bu yöndeki talepleri meşrudur. Ancak sorunun çözümü devletin diğer din veya mezheplere de devlet imkanlarını sunması, kaynak aktarması değildir. Çözüm: Devletin hiç bir dine, mezhebe, tarikata kaynak aktarmamasıdır.. Devlet din, inanç alanından elini tamamen çekmelidir. Birçok din anlayışları ve mezhepler, tarikatlar vardır. Yüzlerce tarikattan, cemaatten birine veya bir kaçına kaynak aktarıp, kamu imkanlarından yararlandırıp diğerlerine hiç bir şey vermemek adil olmayacağı gibi, hepsine birden kaynak aktarma imkanı da pratikte mümkün değildir. Devletin böyle bir görevi, sorumluluğu da yoktur.
 Devletin dini olmaz. Yürütmeye-hükümete bağlı dini kurum olmaz. Devlet kurumları içinde ibadethane olmaz. Oy hesaplarıyla bir dine veya mezhebe pozitif ayrımcılık yapılamaz. Devlet bütün inançlara hatta inançsızlara eşit mesafede olmalıdır. Bir devlet kurumunun içinde; örneğin TBMM’de veya okullarda mescit-cami varsa alevilerin de cem evi açma talepleri meşrudur. 
Ancak çözüm:TBMM içinde veya okullarda cem evi açmak değildir, TBMM’nin içindeki mescidi kapatmak, okullara mescid açmamaktır.. Toplumda çeşitli din, inanç, mezhep mensupları olabilir ancak bütün kamu kurumlarında onlarca çeşit ibadethane; mescid, cemevi, tekke, dergah, kilise, havra, vs. açmak pratik olarak da mümkün değildir..   Bunu bir örnekle  açıklamaya çalışalım: “İTÜ Rektörü Mehmet Karaca’nın, kampüse cami planı ve ‘isterlerse sinagog da açarız’ sözleri üzerine öğrenciler Budist tapınağı için imza kampanyası başlattı.” (Cumhuriyet Gazetesi-28.03.2014)  Kampüs içine bir çok, belki onlarca çeşit ibadethane açmak mümkün değildir,  doğru da değildir.
Devlet kurumları ile din işleriyle ilgili kurumlar birbirinden ayrı, bağımsız-özerk olmalıdır.  Hükümet-Yürütme erki ülkemizde olduğu gibi din işleriyle ilgili kurumlar üzerinde egemen olmamalıdır. Din, tarikatlar, cemaatler DİB marifetiyle hükümetin emrine sokulmaya ve siyaset yelkenleri din rüzgarıyla doldurulmaya çalışılmamalıdır. Devletin dine müdahalesi  idari-özerk bir kurum aracılığıyla sadece denetleme ve  düzenleme ile sınırlı olmalıdır. Örneğin: “İbadethaneleri Düzenleme Denetleme Kurumu” (İDDK) adı altında bir kurum olabilir.
İbadethanelerin siyasallaşmasına;  siyasete, ticarete bulaşmalarına ve rejim karşıtı zararlı organizmalar üreten mekânlar haline gelmelerine asla izin verilmemelidir.
İlçe halkı, mahalle halkı dernekler, vakıflar kurarak ihtiyaç duyulan yerlerde ibadethanelerini kendileri yapmalı ve giderlerini kendileri karşılamalıdır. Örneğin: Camiye gidenler caminin, 
cemevine gidenler cemevinin, tekkeye gidenler tekkenin elektrik- su vb. giderlerini karşılamalıdır.

Devlet kurumları- kamu personeli din, inanç,  ırk, etnik köken vb. farklılık gözetmeksizin; eşit, adil ve tarafsız olarak topluma hizmet verir. devlet adalet, güvenlik, sosyal hizmetler ve daha bir çok alanda bu hizmetleri verirken tarafsızlık, eşitlik, hakkaniyet açısından halkın aklında, gönlünde soru işaretleri oluşmamalıdır. Kamu hizmeti veren bir çok kurumda personelin giydiği üniforma-tek tip kıyafetin asıl amacı da, devletin tek tip hizmet verme, tarafsızlık özelliğinin görünür kılınmasıdır.  
Devlet kurumlarında, kamu personelleri aracılığıyla dini veya mezhepsel simgelerin görünür olması devletin toplumu kapsayıcı ve güven verme niteliğini korumasını güçleştirir.
Kişisel tercih veya din ve vicdan özgürlüğü söylemiyle bu konuda bir dine veya mezhebe ayrıcalık tanınamaz.  Bütün din, inanç anlayışlarına, mezheplere, tarikatlara bu konuda serbestlik tanınırsa, ortaya çıkacak  kargaşanın, kaosun, ayrımcılığın, güvensizliğin, fitnenin, bölünmenin,  boyutlarını tahmin bile edemeyiz.
Bir mahkeme düşünelim: Hakim “X” mezhebinin simgesini taşıyor, şüpheli veya sanık “Y” mezhebinin sembolü bir kıyafet giymiş, savcı ise “Z” dininin veya felsefi akımının simgesini boynuna asmış veya başına takmış olsun. O mahkemenin vereceği karar ne kadar tarafsız olur? Veya tarafsızlığına kim nasıl güvenebilir? Başka bir örnek: Bağlısı oldukları dinlerin, mezheplerin çeşit çeşit dinsel simgelerini giyen, takan öğrencilerin fakültelerindeki amfiye geldiklerini düşünelim. Bir Budist öğrenci de olabilir, oranj kıyafetiyle bir türbanlı bacımızın yanına rahatça oturabilir mi?  Oturursa ders hocası tarafından dersten çıkartılır veya tutanak tutulur mu? Tutanak tutan hoca, sayın Rennan Pekünlü gibi öğrenim hakkını engellemek suçlamasıyla yargılanıp, hapse atılır mı..? Hele bir de amfide nudist akıma gönül veren bir öğrenci varsa o zaman ne yapacağız? Kişisel tercih, vicdan özgürlüğü, eğitim öğretim hakkı deniyorsa o öğrencinin de kişisel tercihine saygı duymak gerekmez mi?  Böyle bir ortamda öğrenciler birlik, beraberlik içinde bir arada mı otururlar? Yoksa ayni dinsel-mezhepsel sembolleri giyenler-taşıyanlar ayrı ayrı guruplar oluşturarak mı otururlar.? Bu örneği bir de topluma yaygınlaştırarak düşünelim. Sözde dinsel simgeler görünür kılınırsa öğrenciler amfide;  toplum her yerde, her alanda guruplaşır, bölünür. 

“Türban takan hanımlar daha dindardır, türban takmayan hanımların dini hassasiyetleri zayıftır” söylemi, algısı yayılırsa toplumda birlik, beraberlik kalmaz; emperyal güçlerin tuzağına düşülmüş olur. Dini sembollerin kamusal alanda görünür olmasının kimseye bir faydası yoktur. Toplumun birliğine, bütünlüğüne zararı çoktur. Dini simgelerin görünür olmasını sadece din istismarcısı siyasi akımlar, partiler ve onların destekçileri, yandaşları talep etmektedir. Dinci siyasetçilerin oylarını arttırmak için kullandıkları yegane yöntem din istismarıdır..  Bu konuda dinsel kaygıların ötesinde evrensel, objektif bir bakış açısının gerektiği çok açıktır.
Kur’an bizleri din ile Allah ile aldatanlara karşı uyarmıştır.
“Aldatan, sizi sakın Allah ile aldatmasın” (Lukman-33 Fatır-5 Hadid-14)

“Başörtüsü ile ilgili düşüncemi Kur’an’ın açık ve seçik ifadesine göre şöyle üç cümle ile özetlemek istiyorum. Kadınların başlarını örtmeleri:    1-Kur’an’da emir değildir.   2- Kur’an’da yasak değildir.
3- Kur’an’a göre caizdir. (Mubahtır) Kur’an’da yalnız göğsü örtmeye emir vardır.”
(Hüseyin Atay-Kur’an’a göre araştırmalar – VI  S:60, 61, 71,76)

Devleti yönetenler kendi din ve mezhep anlayışlarını topluma benimsetmeye, dayatmaya; herkesi kendileri gibi yapmaya, tek tipleştirmeye çalışmamalıdır. Din derslerinde genel evrensel din-ahlak
ilkeleri öğretilmelidir. Bir mezhebin kabul ve kuralları din eğitiminin kapsamını oluşturmamalıdır.  
Kur’an Kursları adı altında faaliyet gösteren kurumların müfredatı, faaliyet esasları MEB tarafından belirlenmeli ve denetimleri yapılmalıdır. Bu mekanlar hanefi fıkhının din diye öğretildiği ve demokrasi,  laiklik karşıtı irticai düşüncelerin genç beyinlere aşılandığı yerler olmaktan çıkarılmalıdır.
Dini vakıfların, derneklerin, cemaatlerin faaliyetleri devletin sıkı denetiminde olmalıdır. Bu kurumlar kamu yararına çalışmalar yapmalıdır, temel insan haklarına saygılı olmalıdır,  siyasetle, ticaretle ilgileri olmamalıdır. Etüd merkezi, öğrenci yurdu, öğrenci evi, yatılı Kur’an kursu vb. adlar altında açılan mekânların MEB’na bağlı okulların alternatifi  gibi faaliyette  bulunmalarına izin verilmemelidir.
                                                                                    
Anayasamızın 174. Maddesi ile alternatif eğitim kurumları açılamayacağı, eğitim-öğretimin Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğine uygun olacağı güvence altına alınmıştır.
Dini vakıflar, cemaatler MEB'nın görev ve yetkilerini üslenen paralel yapılar konumuna getirilmemelidir.

Anayasanın, eğitim ve öğrenim hakkını düzenleyen 42. maddesine göre; eğitim ve öğretim Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Milli Eğitim Temel Yasası’na göre eğitim; laik, demokratik, bilimsel, eşitlikçi ve karma
eğitim  anlayışına uygun olmak zorundadır. Anayasa’nın 129. Maddesine göre; memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.  
                                                                                    
Okullarda din dersleri zorunlu olmamalıdır. Dinde zorlama yoktur. Zorlamanın olduğu yerde din yoktur. Dindar nesil yetiştirmek, herkesi dindar yapmak Hz. peygamberlerin bile görevi olmamıştır. Hz. İbrahim babasını, Hz. Nuh karısını ve bir oğlunu Hz. Muhammed amcasını Müslüman, dindar  yapamamıştır.
Din konusunda zorlama, baskı yapmak  Kur’an’ın açık hükmüne karşı gelmektir. Resullerin  görevi; tebliğ etmek, uyarmak, örnek olmaktır. Hal böyle iken günümüzde bazı siyasetçilerin topluma din, mezhep empoze etme gayretleri laik anlayışla bağdaşmadığı gibi din ile de bağdaşmaz.

 “...sen bir uyarıcı - düşündürücüsün. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin..”  (Gaşiye-21, 22)
“.....Sen onların üstüne bir zorba değilsin. O halde benim tehdidimden korkanlara sadece Kur’an’la öğüt ver..” (Kaf- 45)
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus-99)
Tebliğ etmek sana, hesap sormak bize düşer..” (Rad-40)
“Resullerin üzerine düşen tebliğden başka bir şey değildir..” (Maide-99  Nur-54)

İmam Hatip Liseleri meslek liseleridir.  Ancak, İslam’da imamlık, hatiplik veya din görevlisi, din adamı vb. ünvanlar,  meslekler yoktur. İHL’nin dini veya toplumsal rasyonel karşılıkları yoktur. Varoluş amaçları; siyasal İslamcı akımlara taraftar-oy  kaynağı oluşturmaktır.  Laik Cumhuriyetin kazanımlarına karşı; çağdaş bilimsel değerlerden uzak, mezhepçi, dinci, kinci, duyarsız-tepkisiz, güce boyun eğen, sorgulamayan, itaatkar tek tip insanlar yetiştirmektir.

Ülkemizde Genel Kurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Cevdet Sunay 1969 yılında bakın neler söylemiş: ‘‘Laik okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu laik okullardan yetişenlere memleket idaresi teslim edilemez. Laik okullara karşı imam hatip okullarını bir alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu imam hatip okullarında yetiştireceğiz...’’
Günümüzde bu amacın gerçekleştiğini görüyoruz.
                                                                                    

 Saygılarımla.

VEDAT AKBAŞAK


                                                                                 







                        



SADECE İSLAM DİNDİR..

  Su insanlar için en önemli nimetlerden biridir; elbette temiz, doğal olan su. Suyu içeriz, yemek çorba yaparız, temizlik işlerimizde vs....