“Laiklik, din ile devlet
işlerinin ayrılmasıdır” şeklindeki tanımlama yanıltıcıdır.
Bu tanım
nedeniyle laiklik ilkesi Müslüman halkımızın büyük çoğunluğu tarafından anlaşılamamış
ve benimsenememiştir.. Ülkemizde laiklik karşıtı siyasal akımların, partilerin yönetimde
etkin olmalarının temel nedenlerinden biri de bu yanlış laiklik anlayışıdır.
Laiklik
ilkesinin amacı dini ve toplumu dikta heveslisi dincilerin, radikal gurupların sömürüsünden,
istismarından korumak olmasına rağmen dinci siyasi ve radikal akımlar bu hatalı
tanımdan hareketle laikliği sanki din karşıtı gibi tanıtmışlardır. Milletin
aklını, gönlünü karıştırmışlardır. Laik anlayış üzerinden Cumhuriyet tarihi
boyunca demokrasi ve Atatürk düşmanlığı yapmışlardır.
LAİKLİK: Dincilerle sözde dini kurumlarla
devlet işlerinin, siyasetin ayrılması demektir. Teokrasiye, dinci faşizme,
sömürü ve zulme karşı olan anlayışın adıdır.
Tarih
boyunca dine karşı olanlara değil, teokratik monarşilere/egemenlerin
çıkarlarına göre uyarlanmış, uydurulmuş din, mezhep, şeriat anlayışlarına karşı
olanlara laik denilmiştir.
Laiklik
egemenliğin dinci zümreden alınıp halka verilmesidir, monarşiden cumhuriyete,
demokrasiye geçmektir, dogmalardan kurtulmak ve liyakati, akılcılığı, bilimi
benimsemektir..
Laik
anlayışı benimsemek aslında şu ilahi uyarının da gereğidir. “Aldatan da sakın
sizi Allah adına/Allah ile aldatmasın/sömürmesin.” (Fatır-5 Lokman-33)
Bizleri
Allah ile aldatanlardan, din/iman istismarıyla sömürenlerden korunmanın yolu
dinci zümrenin egemenliğini, tahakkümünü reddetmektir. Bu reddediş ayni zamanda
tevhide sadakatin de gereğidir.
İslam/Tevhid
inancı ile laiklik ilkesi çelişmez.
İslam sahte ilahları müşrik ilan edip yok sayarken; laiklik ilkesi sahte
ilahların, kendilerine kutsiyet atfetmiş kişi ve kurumların yönetimde
egemenliğini/teokrasiyi reddeder.
Kur’an
yönetim konusunda şura, adalet, liyakat, eşitlik, özgürlük gibi evrensel temel ilkeler bildirir. Doktriner
anlamda sistematik, detaylı bir siyasi sistem önermez; İslam’a özgü bir
ideoloji, yönetim şekli bildirmez. Yönetimde egemenliğin kaynağı ilahi değil
beşeridir; insandır, akıldır. İnsanlar
bildirilen temel ilkeleri gözeterek toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak yönetim
sistemini kuracaktır. Şura ilkesi tek adam yönetimlerine kapıyı kapatır.
Kur’an’ın bildirdiği ilkelere en uygun yönetim sistemi günümüzde demokratik parlamenter
cumhuriyettir. Demokrasinin olmadığı ve laiklik ilkesinin benimsenmediği yerde
yani dinci zümrenin/teokrasinin egemen olduğu yerde şura, liyakat, adalet,
özgürlük ilkelerinin uygulanması, bu ilkelere uygun bir sistem kurulması mümkün
değildir..
Kur’an 14
asır önce yönetimde kutsiyet atfedilen kişilerin değil; ilkelerin hakim
olmasını istemiştir. Bildirilen ilkeler günümüzde insanlığın ortak değeri
olarak herkes tarafından benimsenen ilkelerdir. Eminim herkes yöneticilerin
adil ve liyakat sahibi olmasını; buyurgan, despot değil danışarak, ortak akılla
kararlar almasını, hak ve özgürlükleri genişletmesini ister.
Batı’da dine karşı olanlara değil, dini
dünyevi menfaat; saltanat, servet aracı yapan ruhbanların, kilisenin
egemenliğine, kilise üretimi din anlayışına/teokratik monarşiye karşı olanlara
laik denilmiştir. İslam’da dinin istismarı
açısından kilisenin/ruhbanların muadili; tarikatlar, cemaatler, radikal guruplar, siyasal
İslamcılardır. İslam dünyasında da dine karşı olanlara değil, toplumu Allah
adına yönetme iddiasında olan mezhepçi dinci güruhun egemenliğine, sömürüsüne,
çarpık din anlayışlarına karşı olanlara laik denir.
Atatürk sultan-halife düzenini, teokratik monarşiyi-saltanat
sistemini yıkmıştır. Yönetimde egemenliği, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi
olduğunu iddia eden sultandan alıp millete vermiştir.
"Laiklik, 'din'in kendisinin değil, din
adına baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır." (Ahmet Taner Kışlalı-Kemalizm Laiklik ve
Demokrasi-1994- S-30)
"Laiklik, devletin dini bir kurumun hakimiyetinde olmaması
demektir. Bu sebeple laiklik ile teokrasi
birbirinin zıttıdır......” (Abdülaziz Bayındır – Din ve Devlet İlişkileri - S:18 )
Latince Laicus, Fransızca Laic: Ruhban-
(Klerik) din adamı olmayan ruhani bir sıfatı, işlevi olmayan halktan biri, sade
vatandaş demektir.. “lâ-dinî” (din dışı
ya da dinsel olmayan) doğru anlamı sunan bir sözcük değildir. Laik, lâ-dini
olan değil, lâ-ruhban-dinci-dinbaz olmayan demektir..
Laiklik mücadelesinin önderleri çoğunlukla dindar Hıristiyanlardı. Bu kişiler
dine karşı değildiler kilisenin otoritesine, egemenliğine, zulmüne, sömürüsüne
karşıydılar. Martin Luther (1483-1546) kilisenin yozlaşmasına, sömürüsüne,
özellikle endüljansa karşı çıkmıştır. Ve çok önemlidir, İncil dışında kilise
icadı din anlayışının ürünü olan bütün dini metinleri, kural ve uygulamaları
geçersiz saymıştır.
1789’dan sonra kiliselerin kapılarına zincir
vurulmamıştır, kilise mensuplarının -ruhban sınıfının dünyevi yetkilerine
zincir vurulmuştur; kiliseler yıkılmamıştır, gücünü Tanrı’dan aldığını iddia
eden kutsal (!) monarşi yıkılmıştır.
1792’de güçler ayrılığı ve insan haklarına dayalı Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Üniter, ulus devlet kurulmuştur. Yaşanan
süreçte öncelikle din-Hıristiyanlık laikleşmiştir. Kilisenin egemenliğini ve sömürüsünü
reddeden protestan ekol hızla yayılmıştır.
Bazı dönemlerde Avrupa’da
kilise/ruhbanlar toprağın %70’nin sahibiydiler. Bu malları, yetkileri elinden
alınan Katolik Kilisesinin tepkisi sert olmuş, laik cumhuriyetçileri
dinsizlikle suçlamıştır. “Laiklik dinsizlik” söylemi-iftirası kiliseye
aittir. Günümüzde ise İslam dünyasında
dinciler kilisenin bu sözüne sahip çıkarak emellerine engel gördükleri laikleri
dinsizlikle suçluyorlar.
Laiklik toplumu ayrıştıran
mezhepçiliğin, nifak ve fitne zehrinin panzehiridir. Laiklik, irticanın,
yobazlığın, baskının, istismar ve sömürünün karşısındadır. Özgürlüğün,
aydınlığın, çağdaşlığın, akılcılığın yanındadır. Avrupa’da laik
anlayışın benimsenmesiyle birlikte mezhep savaşları büyük ölçüde sonlanmış ve
Batı aydınlanması; rönesans dönemi başlamıştır.
Laiklik
esas itibarıyla siyasi bir kavramdır; siyasi değişim, reform hareketidir.
Laiklik: Herkesin
inancını özgürce yaşamasıdır, devletin bütün inançlara eşit mesafede olmasıdır,
herkese
ayni hukuk mevzuatının uygulanmasıdır, bir kişi ve zümreye dinsel ayrıcalık
tanınmamasıdır, devletin dine, inançlara müdahale etmemesidir, bir din-mezhep
anlayışı dayatmamasıdır, kanunların bir
dini yoruma refere edilmeksizin yapılmasıdır ve benzeri ifadeler
laikliğin tanımı değil, sonucudur.
Laik
ülkelerde elbette herkes inancını özgürce yaşar, ibadetini yapar, devlet
inançlara eşit mesafededir, yöneticiler kendi din anlayışlarını topluma empoze
etmeye çalışmazlar ancak laik anlayışın esası teokratik düşünceyi; dinci
kurumların, oluşumların egemenliğini reddediştir. Dinci akımların, dini saltanat,
servet aracı yapanların devleti yönetmesini, millet üzerinde egemenlik
kurmasını reddetmektir. Bu reddedişin bir sonucu olarak laik ülkelerde herkes
eşit haklara sahiptir, huzur ve barış içinde inancını özgürce yaşayabilmektedir.
* * * * *
Tarih
boyunca sözde dini kurumlar ile iktidar sahibi muktedirler genellikle ittifak
halinde olmuşlardır. Pastadan
pay kapma mücadelesinde çıkarlar çatıştığı zaman birbirleriyle çatıştıkları da
olmuştur.
Fransa’da
1301 yılında kral Güzel Philippe, Papa VIII. Bonifatius ile güç mücadelesine
girişmiştir.
Papa kralı
aforoz ettiğini ilan etmiştir, kral da papanın tutuklanması yönünde emir
vermiştir.
Bu mücadele
sonucunda Roma’dan bağımsız Fransız Milli Kilisesi kurulmuştur. Onun başı da Fransız Kralı
olmuştur.
Osmanlı’da
da tarikatlar ile saray arasında benzer
güç mücadeleleri yaşanmıştır.
Fatih
Sultan Mehmet döneminde Edirne’de binlerce hurifinin ateş çukurlarında
yakılması ve 17. yy’da yaşanan
Kadızadeliler hareketi aslında bu tür bir güç – egemenlik paylaşımı
çatışmasıdır. Günümüzde bu tür çatışmaların belki de son versiyonu ülkemizde yaşanmaktadır.
Tarikat şeyhi okyanus ötesinden darbe girişimleri planlamakta, iktidar ise onun
ülkeye iadesi ve yargılanması için çareler aramaktadır. Bu çatışmanın nedeni “ganimet”
paylaşımıdır. Bir tarafın pastanın tamamını yemek istemesidir.
DİN: Özü, kaynağı, kapsamı ilahi olandır.
Kur’an’ın kapsamını ilahi evrensel ilkeler, değerler, normlar oluşturur. Kültürün
kaynağı, kapsamı ise beşeridir. Mezhepler beşeri, kültürel oluşumlardır. Beşeri
olanla, ilahi olan; mezhep kabulleri ile dinin ilahi hükümleri sentezlenip,
harmanlanıp “din işte budur” denemez. Mezhepler din ile eşitlenemez. Mezhepler
dinin yerine ikame edilemez. Mezhepler
dinin versiyonları, türevleri değildir. Ancak
Hıristiyanlıkta din ile mezhepler eşitlenmiştir. Bir Katolik Hıristiyan için
din, Katolik mezhebinin kuralları, kabulleri ve uygulamalarıdır. Aslında Hıristiyanlığı din olarak değil, Batı
kültürünün bir parçası olarak kabul etmek gerekir.
Kitab-ı
Mukaddes, ruhani kutsal temsilcileri, kutsal kurumları ve yönetimleri yani
teokrasiyi işaret eder. Skolastik düşüncenin hâkim olduğu, mezheplerin
dogma kabul, kural ve kurumlarından oluşan Hıristiyanlıkta
din ile din kültürü; din ile ruhbaniyet bir bütündür. Kendilerine ilahi
nitelikler atfeden kilise mensuplarının kendi çıkarlarına
uygun oluşturduğu kural ve kurumlardan oluşan bir din anlayışı hakimdir.
18. yy’dan önce Hıristiyan dünyada dini kurum, devlet kurumu ayrımı yoktu. Kilise
Hıristiyanlığın her şeyidir, mutlak
otoritedir ve her şeye hâkimdir. İncil yöneticilere mutlak itaati emreder. İnsanın
hür ve sorumlu varlık olduğunu reddeder. Teokrasiye, kilisenin ve onun
atadığı kralın egemenliğine karşı çıkan Tanrı’nın egemenliğine karşı çıkmış
sayılır.
Papa
Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi kabul edildiği için ona itaat
mutlak zorunluluktur.
Tanrı
Hıristiyanlığı korumak ve savunmak için biri dünyevi öteki ruhani iki kılıç
vermiştir (Luka İncili 22/38) ve bunlardan ikisini de Papa’ya vermiştir. Papa
dünyevi olanını imparatora vermiştir.
Hıristiyan
düşünürlerden Jean Calvin şöyle der: “Yöneticilere
karşı çıkarken ayni zamanda Tanrı’ya karşı gelmiş oluruz...”
Hıristiyanlıkta
din anlayışı, ruhbaniyet anlayışıyla özdeş olduğu için; ruhbanlarla, kiliseyle devlet
işlerini ayırmak demek ayni zamanda din ile devlet işlerini ayırmak anlamına
gelir. Kiliseye-Papaya karşı olmak, dine de karşı olmak anlamına gelir. Hıristiyanlar
laikliği “din ile devlet işlerinin ayrılması”
veya “kilise-ruhbanlar ile devlet işlerinin ayrılması” şeklinde
tanımlayabilir. Onlar için her ikisi de ayni anlama gelir. Aslında amaç: Dini
kurumlarla devlet kurumlarını; kiliseyle, ruhbanlarla devlet işlerini,
ayırmaktır. Devlet
yönetiminde “kutsal kilise+soylu kral” ortaklığına/ egemenliğine yani teokrasiye
son vermektir.
Batı dinini
laikleştirmek için mücadele etmiştir. Hıristiyanlığı ruhban tasallutundan, kilise
egemenliğinden kurtarmıştır. Katolik
Hıristiyanlığın anti tezi protestan ekolün temeli laik anlayıştır.
“Türkiye’deki laikler, laikliği din
ile devletin ayrılması olarak tanımlamaktadırlar. Oysa Batı’da din ile devletin
değil, çok önemlidir ki, kilise ile devletin ayrılması esası vardır. Kilise ile
devletin ayrılması başka, din ile devletin ayrılması başkadır. Yine Batı’da kilise ile siyasetin ayrılması
ilkesi vardır...................... İslamiyette sadece Allah’a kulluk
vardır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi kiliseye ve ruhbanlara (Dincilere ve sözde
dini kurumlara, makamlara) kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyette
ruhban /clergy yoktur, olamaz da..” (Aytunç Altındal – Laiklik- S: 12- 53)
İslam’da dini
kurum, ruhban sınıfı yoktur. İslam teokrasiyi; sorumsuz kutsal kurumları,
yönetimleri şirk sayar ve reddeder. Yöneticiler
yaptıkları işlerden, icraatlarından sorumludur.
Yaptıkları hataların, yanlışların hesabını siyaseten ve kanunların
emrettiği şekilde verirler.
İslam’ın
kapsamında ruhbaniyet, din sınıfı olsaydı, mezheplerin, tarikatların,
kabulleri; imamların, şeyhlerin sözleri din kabul edilseydi; Kur’an
Hıristiyanlıkta olduğu gibi teokrasiyi emretmiş olsaydı, din sınıfının otoritesini
reddeden laik Müslümanlar, dine karşı
çıkan, din ile devlet işlerini ayırmak isteyen kişiler olarak tanımlanırdı. Ancak,
ruhbaniyet ve teokrasi İslam kapsamında olmadığı için ruhanilere, kutsal
temsilcilere veya tarikatların, cemaatlerin egemenliğine karşı olmak,
İslam’a-dine karşı olmak değildir. İslam haşa dinci zümrenin, din
adamlarının, mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin kuralları kabulleri demek
değildir. Kerametleri kendilerinden menkul dinci, din dışı din adamları ile
dünya, devlet işlerini ayırmak demek,
din ile dünya - devlet işlerini ayırmak anlamına gelmez..
Müslüman
laik olabilir mi? Olamaz mı? Tartışması anlamsızdır. İslam’da dinin
kurumsallaşması; dini kurum, din adamları sınıfı olmadığı için Müslümanlar
doğal olarak zaten laiktir. Bir Müslümanın laik olmaması düşünülemez bu
mümkün de değildir. Laik olmamak için ruhaniyetin-ruhban sınıfının, dini
kurumların en azından varlığı gerekir, İslam’da bu yoktur.
İslam’da
olmayan ruhban-din sınıfı mezhep, tarikat, cemaat kültürünün ve tasavvuf
felsefesinin asli unsurlarıdır. Bunlar eleştiriye kapalı, skolastik, dogmatik
kabullerin, kuralların hakim olduğu yapılardır. Kur’an kapsamında bulunmayan
din sınıfı ve dini kurumlar bu yapılar içinde kendilerine geniş olanaklarla yer
bulmuştur. Sünni mezhebinde ulema sınıfı, mezhep imamları, halifeler; şii
mezhebinde ruhaniyet, imamet anlayışı, sorumsuz ilan edilen 12 imam dinin ve
ümmetin temsilcisi, rehberi sayılmıştır. Peygamberler de bile olmayan nitelikler,
yetkiler bunlara atfedilmiştir. Tasavvuf anlayışıyla İslam’a bir çok şirk unsurlar;
mürşitler, aracılar, erdiriciler, şefaatçiler, evliyalar, yediler, kırklar,
gavslar, kutuplar monte edilmeye çalışılmıştır. Tarikatlar, cemaatler
teokratik düşünceye zemin hazırlamıştır.
Bir
Müslüman için laiklik; işte bu paralel din anlayışları oluşturan ve teokrasiye
zemin hazırlayan
mezhep,
tarikat, cemaat yapıları içinde yuvalanan din dışı radikal, kökten dinci kişi
ve kurumların devlet içinde,
yönetimde egemenliğine karşı olmaktır. Bunların
kendi çıkarlarına uygun, makam ve servet sevdasıyla oluşturdukları uydurma
rivayetlere, zanlara dayalı kabul ve kurallara karşı olmaktır. Dini ve samimi
inançları istismar etmelerine, iktidar sahipleriyle işbirliği yaparak yönetimde,
siyasette etkin olmalarına karşı olmaktır. Geçek dini ve toplumu sömürüden, istismarcı,
baskıcı, dinci zümreden korumaktır.. Dini/Din anlayışını laikleştirmeden yani dini, dincilerin/ruhbanların istismarından arındırmadan devleti, yönetim sistemini laikleştirmek mümkün değildir. Atatürk işte bunun için öncelikle dini laikleştirmiştir. Hilafeti kaldırmıştır, tekkeleri, dergahları kapatmıştır. Kur’an’ın Türkçe mealini ve tefsirini yazdırmıştır. Gerçek İslam’ın öğrenilmesi ve öğretilmesi için imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültesi açmıştır.
Laiklik
mücadelesi İslam dünyasında ilk kez Atatürk’le
başlamış değildir. Laik anlayış çok daha eski tarihlerde yeşermeye başlamıştır. 1100 sene önce Maturidi “diyanet ayrıdır,
siyaset ayrıdır” demiştir.
İbn Haldun
Mukaddime’de devletin hukuk siteminin mutlaka dinden kaynaklanmak zorunda
olmadığını belirtir. Anadolu kapılarını Türklere açan Selçuklular Tuğrul bey döneminde
Arap; Emevi, Abbasi ekolünden farklı olarak
halifelikten bağımsız devletin idari yöneticisi anlamında “Sultanlık” ünvanını-makamını tesis etmiştir.
Selçuklu da sultan, hilafetten-dini kurumlardan tamamen bağımsız olarak devleti
yönetiyordu. Selçuklu döneminde yaşayan
din alimi Süleyman er-Ravendi 1203 yılında –yaklaşık sekiz asır önce- yazdığı
Râhatu’s-Sudur adlı eserinde bakın ne diyor: “İmamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgül olmak Padişahlığı
(hakimiyeti) dünyevi saltanatı ise sultanlara bırakmaktır…”
Fransız Doğu
bilimci Guignes, 1748 yılında yazdığı kitabında Tuğrul beyin devlet yönetim
anlayışından özgüyle bahsetmiştir. Fransız devrimi öncülerinden Voltair bu
kitaptan etkilenerek yazılarında Tuğrul bey’in yönetim anlayışını örnek
göstermiştir..
Fatih
Sultan Mehmet devletin ve tebaanın statüsünü belirleyen iki kanunname ilan
etmiştir. Fatih’in kanunnameleri doğrudan doğruya bir Kur’an ilkesi içermez. Osmanlı’da ve önceki Türk devletlerinde
hükümdarlar şeriattan bağımsız kendi iradelerine dayalı kamu yararına
(maslahat) kanunlar çıkartırlardı. Buna örfi hukuk denilmiştir. Cengiz Han
yasaları, Melikşah, İlhanlılar ve Osman
gazi kanunnameleri buna örnektir. Günümüzdeki seküler hukuk anlayışının kökeni örfi
hukuktur.
18. yy
başlarında İbrahim Müteferrika padişahın
emriyle ilk basımevini açma iznini şeyhülislamın fetvasıyla yalnız din dışı
yazıları yayınlama koşuluna bağlı olarak elde ettiği zaman, din alanı dışında başka bir
bilim ve düşünce alanı bulunduğu da kabul edilmiş oluyordu.
III. Selim
döneminde ilk geniş kapsamlı reform çabasıyla karşılaşıyoruz. 1793’te ilân
edilen “Yeni Düzen” adlı proje ile siyasi ve dinsel alanlar yeniden
belirleniyordu.
II. Mahmut
döneminde şeyhülislam, hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bırakılarak
Selçuklu’da olduğu gibi sadece bir çeşit din görevlisi haline getirilmiştir. Ulema
tamamen padişaha tabi olmuştur. Böylece Osmanlı’da teokratik yapı ilk kez
değişmeye başlamıştır. Tanzimat döneminde adliye, yeni kurulan adliye
nezaretine, vakıf işleri Evkaf Nazırlığı’na ve okulların hepsi Maarif
Nazırlığı’na bağlanmıştır.
1840 ve 1851 yıllarında dinden bağımsız ceza kanunnameleri çıkarılmıştır.
1846
yılında şer’i mahkemelerin yanı sıra yargının laikleşmesi anlamına gelen
nizamiye mahkemeleri kurulmuştur.. 1856 yılında Ahmet Cevdet Paşa tarafından
hazırlanmaya başlanan Mecelle (Medeni Kanun) Osmanlı modernleşme sürecinin
önemli çalışmalarındandır…
Laik
anlayışın benimsenmediği yerde, dogma mezhepçi anlayışın hâkimiyeti ve
yönetimde dincilerin egemenliği vardır. Kur’an hükümleri yerine
mezhep şeriatlarına, tarikat kurallarına tabi olanlar din dışı ruhani, dini kurumların
egemenliğinin yani teokrasinin savunucusu olmuşlardır. Teokrasiye karşı
olan laik anlayışı dinsizlik olarak nitelemişlerdir. Laik
anlayışı benimseyenleri dine karşı olmakla suçlamışlardır. Teokrasi
ancak mezhepçi anlayışın hakim olduğu ve dincilerin yönetimde etkin olduğu
yerde yeşerir..
Laiklik
ilkesine karşı olanlar mezhep kabullerini, Emevi fıkhını veya şii şeriatını dinin
yerine koyanlardır. Tevhide bağlı gerçek Kur’an müminler ise,
ruhbanlığın; hilafetin veya imametin İslam dışı olduğunu bildikleri için laik
anlayışı benimserler ve teokrasiye karşı çıkarlar.
Dini, İslam’ı
yaşamdan ayırma düşüncesi mümini inkara,
küfre sürükler.
Kur’an
mutlak gerçeğin sesidir, yaşamın kullanma kılavuzudur. Dünyada ve ahirette
huzuru, mutluluğu; iyiliği,
güzelliği arayan samimi, inançlı her mümin Kur’an hükümlerine göre amel
etmelidir; yaşamını Kur’an hükümlerine göre dizayn etmelidir. Kur’an’ın
bildirdiği temel evrensel ilkeler ile devleti, yaşamı ayırırsak dünya yaşanmaz hale
gelir.. Kur’an çalmayın, rüşvet alıp-vermeyin, yetim hakkı yemeyin, zina
yapmayın, gıybet, dedikodu yapmayın, fitne fesat bozgunculuk peşinde koşmayın;
çalışın, üretin, paylaşın, adil olun gibi her dönemde herkesin kabul edeceği
insanlığın hayrına; barış ve huzur içinde özgürce yaşamayı teminat altına
alacak evrensel ilkeler bildirir. Kur’an ilkelerini yaşamdan dışlamak ve dini
“kişisel inançlar” seviyesine indirgemek; İslam’ın sosyal yönünü reddetmek
mümkün değildir.
Laikliği -yanlış
şekilde- din ile devlet işlerinin ayrılması olarak tanımlarsak; laik anlayışı,
İslam’ı devlet işlerinden, yaşamdan dışlayan bir kavram olarak tanımlamış
oluruz. Laik olmakla mümin olmayı zıt kavramlarmış gibi sunmuş oluruz.
İnsanları mümin olmak ya da laik olmak arasında tercih yapmaya zorlamış oluruz. “Laiklik
dinsizliktir” veya “ya laik olacaksın ya da Müslüman, ikisi bir arada olmaz”
diyenleri doğrulamış oluruz. Ayrıca, laik devletler tamamen din dışı
veya dine uygun olamayan hükümlerle yönetilen; laik olmayan devletler ise,
dini- İslam’i hükümlerle yönetilen devletlermiş gibi yanlış bir algının
oluşmasına neden oluruz.. Günümüzde laik olmayan İslam ülkelerinin hiç birinde
Kur’an ilkelerine uygun yönetim sistemi
yoktur.
* * * * *
Kur’an, doktriner anlamda sistematik,
detaylı bir siyasi sistem önermez; İslam’a
özgü bir ideoloji, devlet-millet yönetim şekli bildirmez. Evrensel rehber olma
özelliğinin gereği olarak bu konuda sadece zaman ve mekân üstü temel ilkeler bildirmiştir. Şura
esası, liyakat-işin ehline verilmesi, adalet, sosyal paylaşım, eşitlik, insan
haklarına saygı ve özgürlük bildirilen temel ilkelerdir. (Şura-38 Aliimran-159
Maide-42 Nahl-90 Nisa-58, 59 Kaf-45 Gaşiye-22 Zariyat-19 Aliimran-134) Nisa-59.
Ayet “..sizden olan/sizin seçtiğiniz yetki sahiplerine-kanunlara itaat edin”
ifadesiyle yöneticilerin seçimle belirlenmesini
bildirmiştir. Yönetici yetkiyi halktan alacak; Kur’an’a göre yönetimde
egemenliğin kaynağı millettir..
Dini-İslam’i
esaslara dayalı devlet yönetim şekli:
Kur’an’ın bu konuda bildirdiği temel hükümleri esas alan ve detayların evrensel
objektif kurallara, zamanın şartlarına, toplumun ihtiyaçlarına göre
belirlendiği ve dinin, dindarların istismar edilmediği adil yönetimlerdir.
Cumhuriyet
Rejimi; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti, insan haklarını ve
özgürlükleri önceleyen yönetim anlayışı dini esaslara, Kur’an hükümlerine ve insan fıtratına en uygun yönetim şeklidir.
Mezhep
şeriatlarına, Emevi fıkhına uygun yönetim şekli ise, Kur’an hükümlerine tamamen
zıt olan saltanat ve hilafet sistemidir; padişahlık, krallık, sultanlık, emirlik
sistemleridir.
Emeviler’den
itibaren Kur’an’ın bildirdiği ilkeler değil, dönemin güçlü devletlerinin
yönetim sistemleri esas alınmış, onlara özenilmiştir. Padişahlık Roma İmparatorluğu’nun,
hilafet ise papalığın kötü kopyalarıdır. Günümüzde İslam ülkelerinin hemen
tamamında mezhep şeriatlarının ve geçmiş kültürlerin referans alındığı baskıcı
yönetim şekilleri mevcuttur.
İslam
ülkeleri içinde hâlen ilk ve tek örnek olan
Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik,
sosyal, hukuk devleti bilinen yönetim şekilleri içinde Kur’an hükümlerine en uygun
yönetim şeklidir.. Mustafa Kemal’in mirasıyla, Hz. Muhammed Mustafa’nın
mirası çelişmez.
Günümüzde
ve gelecekte idarecilerin adil ve liyakat sahibi olmaları; sistemin paylaşımcı,
eşitlikçi ve özgürlükçü olması hiç kimsenin, hiçbir zaman itiraz edemeyeceği,
karşı çıkamayacağı ilkelerdir.
Laik
anlayışın da bu ilkelere karşı olması söz konusu değildir. Karşı olmak bir yana
Kur’an’ın bildirdiği temel ilkelerin
uygulanabilmesinin ön koşulu, olmazsa olmaz yegane şartı laik anlayıştır.
Laik anlayışın
benimsenmediği yerde Kur’an ilkelerine uygun yönetim sistemi kurmak mümkün değildir. Çünkü
laik olmayan ülkelerde şura esası-kollektif katılım, danışma, uzlaşma olmaz,
liyakat esası gözetilmez, bağımsız tarafsız adalet olmaz, sosyal
paylaşım, eşitlik olmaz, yöneticiler adil seçimlerle iş başına gelmezler. İnsanlar güven ve barış
içinde özgürce yaşayamazlar.
Aklın,
iradenin özgürlüğün olmadığı; baskının, zulmün olduğu yerde kültür, sanat,
sanayi, teknoloji gelişmez, medeniyet kurulamaz.. Laik olmayan sistemler,
yönetimler Allah’ın iradesine uygun yönetimler olamazlar.. Arap ülkelerinde
laiklik mafiş; demokrasi, özgürlük, bilim mafiş.
Çıkarlara
uygun şekillendirilen din, Allah’ın dini olmaktan çıkar. O artık şirk dini
olur; devlet dini veya bir zümrenin dini olur, ortaçağda Hıristiyanlığın
“kilise dini” olduğu gibi.. Din, Hıristiyanlıkta ruhbanların, kilisenin; İslam
ülkelerinde ise sultanların-sarayın imtiyazı haline getirilmiştir. Din, siyasal
ideoloji olarak kullanılırsa egemenlerin baskı ve zulüm aracına dönüşür. Egemen
gücün hem devlet-dünya, hem de sözde dini kurumlara hükmettiği yönetimler teokrasiye,
dinci faşizme yelken açar. Bir ülkede yürütmeye-iktidara bağlı sözde dini kurumların
varlığı, laik anlayıştan kopuşu, teokrasiye yol alışı işaret eder. Unutmayalım!
Laikliğin zıttı teokrasidir.
İslam’ın
özü, esası tevhid ilkesidir. Tevhide sadakat insanın yaratılış gayesidir.
(Zariyat-56)
Yüce Allah
“la İlahe- yoktur İlah” diyerek bütün sahte ilahları putları, ruhbanları,
aracıları yok saymıştır.
“İllallah
- Allah’tan başka” O’nun altında, astından olan başka ilahlar, yetkililer,
temsilciler yoktur demektir. Tevhid, Allah’ın varlığına, birliğine imanın yanı
sıra sadece O’nun gücüne, otoritesine boyun eğmeyi ve yeryüzünde O’nun
iradesini gerçekleştirmek için çalışmayı da zorunlu kılar. Tevhide sadakat ancak şirk unsurları yok
sayan anlayışa sahip olmakla mümkündür. Laik anlayışı benimsemeden yani; din
sınıfının varlığına ve otoritesine karşı çıkmadan, sözde dini kurumların,
çeşitli dinci yapıların tarikatların, cemaatlerin devlet, millet yönetiminde etkin olmalarına ve
din aracılığı ile siyasi rant elde
edilmesine, kamu malının, devlet hazinenin talan edilmesine,
yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı çıkmadan, insanları Allah ile-din ile
aldatan şeytan evliyalarına, siyasetçi veya bürokrat kılıklı dinci rant
çetelerine karşı çıkmadan, onları siyasetten ve yaşamdan dışlamadan tevhide
sadakat mümkün değildir...
Kur’an’ı
Kerim’de laik anlayışla uyumlu; din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapan bir çok
ayet vardır.
“....bizim amellerimiz/dinimiz
bize, sizin amelleriniz/dininiz size. Selam olsun hepinize..” (Kafirun-6
Şura-15 Kasas-55
Yunus-41) Maide suresi 2. ayeti müşriklerin de Kabe’de ibadet yapabileceğini
bildirir. Ayrıca; Hadid suresi 27. ayetinde ruhbanlık, ruhbaniyet anlayışı
reddedilmiştir. Kaf suresi 45. ayeti dinde zorlamanın olmadığını bildirmiştir.
Enam suresi 108. ayeti diğer dinlere-inançlara saygılı olmayı, farklı inanç
sahiplerine kötü söz söylememeyi emretmiştir.
Hz.
peygamberimiz Medine’ye hicretinden sonra oradaki Yahudi ve Hıristiyanların
inançlarına, ibadetlerine karışmamıştır. Onlara baskı yapmamıştır. İsteyen
özgür iradesi ile Müslüman olmuştur.
Hz.
peygamberimizin bu konudaki uygulaması-sünneti de laik anlayışla tam bir uyum
içindedir.
Tarih
boyunca kurulan Müslüman devletleri her zaman çok uluslu ve çok dinli olmuştur.
Endülüs Emevilerinden Osmanlı’ya kadar bütün Müslüman ülkelerde din ve vicdan
özgürlüğü sağlanmıştır. İnsanlar dinlerini
özgürce yaşamışlardır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Rum
Ortodoks kilisesini yeniden yapılandırmış ve yerli halka dinlerini özgürce
yaşayabileceklerini ilan etmiştir. Bunlar hem laik anlayışla hem de İslam
ilkeleriyle uyumlu uygulamalardır. Günümüzün
anti laik siyasetçileri ise, farklı bakış açılarına tahammül edemiyorlar. İnsanları
asimile etmeye, kendi mezhep görüşlerini, din yorumlarını zorla herkese dikte
etmeye çalışıyorlar.
Tevhidin esas
amacı: Özgürlüktür. Özgür düşüncenin, özgür iradenin egemen kılınmasıdır.
Akıl ve irade
başkalarının oluşturduğu sınırlara, kalıplara; Ali Şeriati’nin ifadesiyle
zındanlara hapsedilmemelidir.. Aklı,
iradesi bir yerlere bağımlı olmayan özgür benlikler yeryüzünde yaratılış
amacına uygun olarak sıratı müstakim yolunda Allah’ın iradesini gerçekleştirmek
için yaşarlar.
Aklı,
iradesi, özgürlüğü bir yerlere (kişilere, zümrelere, ekollere, ideolojilere) bağlı olan; kime, neye bağımlıysa onun
otoritesine tabi olur. Onların kulu, kölesi olur, onların buyruklarına kurallarına
boyun eğer.
Kur’an dinci
diktatörleri Fravun’la sembolize etmiştir. Teokrasinin temsilcileri ve
destekçileri şirk yolunda günümüzün Haman’larıyla, Belam’larıyla, Karun’larıyla
birlikte Fravun’un iradesini gerçekleştirmek için; saltanat ve servet için
yaşarlar. Bunlar nefisleri tağutlaşmış zalimlerdir...
Özgürlüğün
iki temel şartı vardır.
1- İlahi
anlamda tevhide sadakat.
2-
Dünyevi-siyasi anlamda demokrasi ve laiklik. Bu ikisinin bir arada olmadığı yerde
insanların özgür yaşamaları ve Allah’ın iradesinin gerçekleşmesi mümkün
değildir...
Peygamberler
insanların özgür yaşamaları için çaba harcamışlardır. Hz. İbrahim Nemrut’un;
Hz. Musa, Firavun’un; Hz. Muhammed, Mekke’li müşriklerin zulmünden insanları
kurtarmaya çalışmıştır. Özgür
yaşama arzusu insanın fıtratında vardır. İnsan onurunu rencide eden,
özgürlükleri kısıtlayan sistemler, yönetimler insan fıtratına ve İslam’a
aykırıdır. İnsanlık tarihi özgürlükler için verilen mücadelelerle doludur.
Diktatörler ancak köleliğe, raina-sürü gibi güdülmeye razı olan insanların olduğu
yerde ortaya çıkarlar.
Kur’an’da
da İncil ve Tevrat’ta olduğu gibi yöneticilere, kanunlara itaati emreden hüküm
vardır.
Kur’an
toplumda kargaşa, kaos istemez. (Nisa-59) Ancak, Tevrat ve İncil’den farklı
olarak Kur’an yöneticilerden Allah’ın indirdiği-bildirdiği şekilde
hükmetmelerini ister; liyakat sahibi ve adil olmalarını ister; toplumun
çıkarlarını gözetmelerini ister. Kur’an bu konuda yönetilenlere yani
halka da görev ve
sorumluluklar yüklemiştir. Allah’ın bildirdiği ilkelere göre hükmetmeyen; adil
ve ehil olmayan, sahip olduğu makamı şahsi ihtiraslarına alet eden, servet
ve nimetle şımarmış yöneticiler meşruiyetlerini kaybetmişler demektir. Onlar
kafirdir, fasıktır, zalimdir. (Maide-44, 45, 47) Böyle
yöneticilere itaat etmek söz konusu değildir. Tam tersi bu azgın
zalimlere karşı gelmek; zulümle, sömürüyle, yolsuzlukla mücadele-cihat
etmek her Müslümanın görevidir. (İsra-16 Rad-11 Hud-116) Tevrat ve
İncil’de bu yönde hükümler yoktur. Yöneticilere her ne olursa olsun, ne
yaparlarsa yapsınlar mutlak itaat emredilmiştir. Emevi şeriatının
takipçilerinin örnek aldıkları işte bu anlayıştır.
Farklı
inançlara sahip insanların bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarının temel
şartı laik anlayıştır. Laik anlayışın benimsenmediği yerde teokratik eğilimler
artar, din ideolojiye dönüşür; din
devletleşir toplum bölünür, parçalanır. Farklı inanç ve mezhep mensubu zümreler
iktidara sahip olmayı ve kendi benimsedikleri
yönetim anlayışının uygulanmasını ister. Her zümre diğer inanç ve mezhep
görüşlerine sahip olanları kâfir olmakla suçlayıp tekfir eder. Bununla da kalmayıp
kendileri gibi düşünmeyen herkesin katlini caiz görür. Şiddeti, Terörü; kafa
kesmeyi, ciğer yemeyi kendilerince meşrulaştırırlar.
Kur’an bu
konuda ümmeti uyarmış ve din eksenli bölünmeyi; mezhepçi anlayışı
yasaklamıştır.
(Ali
İmran-103 Şura-13 Enam-153, 159) Mezhepçi anlayışın amacını “Bağy” (Azgınlık, doymazlık,
fesat, kıskançlık) olarak açıklamıştır.
Mezhepçilik,
radikal unsurların ve teokratik dikta temsilcilerinin en belirgin özelliğidir.
Din ve inanç özgürlüğünü savunmak anti laik, mezhepçi dincilerin fıtratlarına aykırıdır.
Dinsel kaynaklı siyasal şiddetin ilacı, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran
ve inanç özgürlüğünü güvence altına alan laiklik ilkesidir. Bir ülkede
demokratik laik anlayış benimsenip, uygulanmadıkça, mezhepçi dinci anlayış
iktidardan ve hatta bütün dünyevi işlerden uzak tutulmadıkça o ülkede
huzur, mutluluk olmaz; kültür, sanat olmaz; kalkınma, ilerleme olmaz. Laikliğin
alternatifi; dinci mezhepçi zulümdür, yoksulluktur, cahilliktir, baskıdır,
sömürüdür, yalandır, talandır; teokrasidir-faşizmdir.
Din
siyasallaştırılırsa; siyasal ideoloji olarak kullanılırsa egemenlerin baskı ve
zulüm aracına dönüşür. Tarih
boyunca insanlara en büyük zulümleri, acıları teokrasinin mensupları olan şirk
ehli dinci zümre, din
bezirganları yaşatmıştır. İnsanlık için en büyük tehlike mezhepçiliktir,
radikal dinciliktir, teokrasidir. Dinin saltanat ve servet aracı
yapılmasıdır. Yüce dinimizin saygınlığını oya tevil etmek isteyenler;
iktidar, saltanat çıkarlarına alet etmek isteyenler, sömürü, zulüm aracı yapmak
isteyenler olduğu sürece laik anlayış önemini koruyacaktır. Dincilere karşı
yapılacak cihadın en önemli silahı laiklik ilkesidir.
Teokrasilerde
devlet kurumları ile sözde dini kurumların; iktidar gücü ile din gücünün işbirliği,
ortaklığı söz konudur. Ortaklığın işleyişinde Hıristiyanlıkta dini kurumların gücü,
etkinliği daha fazladır. Özellikle Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra
kilisenin etkinlği/gücü artmıştır.
Müslüman
ülkelerde ise, siyasetin-devlet kurumlarının dini kurumlar üzerindeki etkinliği
daha fazladır.
Kilise kralları
bile atama yetkisine sahip olarak devlet kurumları üzerinde tam bir etkinlik
kurarken; padişahlar halifeleri, şeyhülislamları atayarak dini kurumlar
üzerinde egemen olmuştur. Müslüman ülkelerde dini kurumlar saltanatın/siyasetin
vesayetinde, kontrolünde, emrinde yandaş olmuşlardır.. Halifelik: Allah’ın
dinini devlet dinine dönüştüren, İslam’ı
saltanat imtiyazı haline getiren kurumdur. Günümüzde
DİB bu anlayışın devamı olarak iktidarın
emrinde yandaşlık görevini ifa
etmektedir.
Şii
mezhebinde durum biraz daha farklıdır. İmamet kurumunun sistem içindeki
etkinliği daha fazladır..
Teokraside
ortaklar arasındaki güç dengesinin, yetkilerin dinlere, mezheplere göre farklı
olması önemli değildir.
Önemli olan böyle bir ortaklığın varlığıdır. İktidar ile dincilerin-din
sınıfının, sözde dini kurumların işbirliği yapma amacı; egemenliği baskıya
dönüştürmek, otoriter bir yönetim kurmak, sömürü ve zulümdür. Laik anlayış işte bu şer
ittifakını engellemek, geçersiz kılmak için vardır.
“Kur’an, sekülarite anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler.
Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir.
Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm sistemidir ki,
Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür.... (Yaşar Nuri Öztürk – Yurt Gazetesi – 21.04.2013)
Fransız tipi,
Amerikan tipi, İngiliz tipi olarak adlandırılan laik anlayışların detayda,
yöntemlerde farklılıkları olsa da ortak noktaları teokratik mutlakiyete;
kilise-kral, siyasi güç+din gücü ittifakına ve egemenliğine karşı
olmalarıdır.
“Aslında Batı’da gerçekleşen üç
büyük devrim (İngiliz, Amerikan, Fransız) birbirinden geniş ölçüde
etkilenmişlerdir. Üçünde de temel öğe Katolik kilisesine karşıtlıktır. Kiliseyi
yönetimden kovmaktır.
1648 İngiliz devriminde Katolikliğin
yerine Protestan kilisesi geçmiştir. Fakat 1789 Fransız ve 1776
Amerikan devrimlerinde kilise tamamen saf dışı edilmiştir...”
(İhsan
Eliaçık – İslam ve Devrim Teorisi S:152)
“Devletler laik olmalı, dini
olanların sonu kötü bitiyor. Bunu tarih öğretti bize…” (Papa Francesco-2016)
Ruhbaniyet,
Katolik inancının özüdür. Buna rağmen Katolikler bile; ruhbanları, sözde din
adamlarını, dini
kurumları-kiliseyi dünya ve devlet işlerinden dışlamışken; ruhbaniyet
anlayışını tamamen reddeden İslam’ın mensubu olan Müslümanların din
dışı, dinci zümrenin; mezhep, tarikat, cemaat mensuplarının siyasette bu
kadar etkin olmalarına ve bunların idaresi altında yaşamaya razı olmalarını
anlamak mümkün değildir. Nüfusun çoğunluğu Katolik Hıristiyan olan Avrupa’da
laik anlayış tamamen yerleşmiş iken bir Müslümanın laiklik karşıtı
olmasını, hilafeti savunmasını anlamak mümkün değildir.
LAİK
ANLAYIŞA KARŞI ÇIKANLAR:
*Demokrasi,
özgürlük ve insan hakları karşıtıdır.
*Dini
istismar etmek, inançları sömürmek isteyenlerdir.
*Egemenlik
hakkını ortaçağda olduğu gibi bir dinci zümreye vermek isteyen teokrasi
yanlılarıdır.
*Ruhbaniyet
anlayışını etkin kılmak, hilafeti geri getirmek isteyenlerdir.
* Dini de
siyaseti de yozlaştıranlardır.
* Akla,
bilime, özgür düşünceye karşı olan; taklitçi bağnaz, dogmatik, zihniyyetli yobazlardır.
* Allah’ın
iradesi yerine kendi iradelerini hâkim
kılarak halkın üzerinde otorite kurmak isteyen
dikta heveslileridir.
Laikliğin zıttı teokrasi,
demokrasinin zıttı diktatörlüktür.
Laik demokrasinin zıttı teokratik
diktatörlüktür.
Her laik rejim demokratik değildir,
ama her demokratik rejim laiktir.
Laik olmayan rejim demokratik
olamaz. Laik olmayan kişi demokrat olamaz.
Anayasamızın 24. maddesi din ve ibadet
özgürlüğünü teminat altına almıştır. Herkes
inancını özgürce yaşamalıdır.. Din ve inanç özgürlüğünün temel şartı: Devletin
din-inanç alanına
müdahale etmemesidir; yani laik anlayışın benimsenmesidir.
Laik ülkelerde
devlet bütün dinlere, inançlara, mezheplere hatta inançsızlara-ateistlere karşı
nötr-tarafsız, yansız olmalıdır. Bir dine veya mezhebe pozitif ayrımcılık
yapılması kabul edilemez.
Bir dine
veya mezhebe pozitif ayrıcalık yapılarak devlet imkanlarından faydalandırılıyor,
kaynak aktarılıyorsa diğer din veya mezhep mensuplarının da bu yöndeki talepleri
meşrudur. Ancak sorunun çözümü devletin
diğer din veya mezheplere de devlet imkanlarını sunması, kaynak aktarması
değildir. Çözüm: Devletin hiç bir dine, mezhebe, tarikata kaynak aktarmamasıdır..
Devlet din, inanç alanından elini tamamen çekmelidir. Birçok din anlayışları ve
mezhepler, tarikatlar vardır. Yüzlerce tarikattan, cemaatten birine veya bir
kaçına kaynak aktarıp, kamu imkanlarından yararlandırıp diğerlerine hiç bir şey
vermemek adil olmayacağı gibi, hepsine birden kaynak aktarma imkanı da pratikte
mümkün değildir. Devletin böyle bir görevi, sorumluluğu da yoktur.
Devletin
dini olmaz. Yürütmeye-hükümete bağlı dini kurum olmaz. Devlet kurumları
içinde ibadethane olmaz. Oy hesaplarıyla bir dine veya mezhebe pozitif
ayrımcılık yapılamaz. Devlet bütün inançlara hatta inançsızlara eşit mesafede
olmalıdır. Bir devlet kurumunun içinde; örneğin TBMM’de veya okullarda
mescit-cami varsa alevilerin de cem evi açma talepleri meşrudur.
Ancak çözüm:TBMM
içinde veya okullarda cem evi açmak değildir, TBMM’nin içindeki mescidi
kapatmak, okullara mescid açmamaktır.. Toplumda çeşitli din, inanç, mezhep
mensupları olabilir ancak bütün kamu kurumlarında onlarca çeşit ibadethane;
mescid, cemevi, tekke, dergah, kilise, havra, vs. açmak pratik olarak da mümkün
değildir.. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: “İTÜ Rektörü Mehmet
Karaca’nın, kampüse cami planı ve ‘isterlerse sinagog da açarız’ sözleri
üzerine öğrenciler Budist tapınağı için imza kampanyası başlattı.” (Cumhuriyet
Gazetesi-28.03.2014) Kampüs içine bir
çok, belki onlarca çeşit ibadethane açmak mümkün değildir, doğru da değildir.
Devlet
kurumları ile din işleriyle ilgili kurumlar birbirinden ayrı, bağımsız-özerk olmalıdır. Hükümet-Yürütme erki ülkemizde olduğu gibi din
işleriyle ilgili kurumlar üzerinde egemen olmamalıdır. Din, tarikatlar, cemaatler
DİB marifetiyle hükümetin emrine sokulmaya ve siyaset yelkenleri din rüzgarıyla
doldurulmaya çalışılmamalıdır. Devletin dine müdahalesi idari-özerk bir kurum aracılığıyla sadece
denetleme ve düzenleme ile sınırlı
olmalıdır. Örneğin: “İbadethaneleri Düzenleme Denetleme Kurumu” (İDDK) adı
altında bir kurum olabilir.
İbadethanelerin
siyasallaşmasına; siyasete, ticarete
bulaşmalarına ve rejim karşıtı zararlı organizmalar üreten mekânlar haline
gelmelerine asla izin verilmemelidir.
İlçe halkı,
mahalle halkı dernekler, vakıflar kurarak ihtiyaç duyulan yerlerde ibadethanelerini
kendileri yapmalı ve giderlerini kendileri karşılamalıdır. Örneğin: Camiye
gidenler caminin,
cemevine gidenler cemevinin,
tekkeye gidenler tekkenin elektrik- su vb. giderlerini karşılamalıdır.
Devlet
kurumları- kamu personeli din, inanç,
ırk, etnik köken vb. farklılık gözetmeksizin; eşit, adil ve tarafsız
olarak topluma hizmet verir. devlet adalet, güvenlik, sosyal hizmetler ve daha bir
çok alanda bu hizmetleri verirken tarafsızlık, eşitlik, hakkaniyet açısından halkın
aklında, gönlünde soru işaretleri oluşmamalıdır. Kamu hizmeti veren bir çok
kurumda personelin giydiği üniforma-tek tip kıyafetin asıl amacı da, devletin
tek tip hizmet verme, tarafsızlık özelliğinin görünür kılınmasıdır.
Devlet
kurumlarında, kamu personelleri aracılığıyla dini veya mezhepsel simgelerin
görünür olması devletin toplumu
kapsayıcı ve güven verme niteliğini korumasını güçleştirir.
Kişisel
tercih veya din ve vicdan özgürlüğü söylemiyle bu konuda bir dine veya mezhebe
ayrıcalık tanınamaz. Bütün din, inanç
anlayışlarına, mezheplere, tarikatlara bu konuda serbestlik tanınırsa, ortaya
çıkacak kargaşanın, kaosun,
ayrımcılığın, güvensizliğin, fitnenin, bölünmenin, boyutlarını tahmin bile edemeyiz.
Bir mahkeme
düşünelim: Hakim “X” mezhebinin simgesini taşıyor, şüpheli veya sanık “Y”
mezhebinin sembolü bir kıyafet giymiş, savcı ise “Z” dininin veya felsefi
akımının simgesini boynuna asmış veya başına
takmış olsun. O mahkemenin vereceği karar ne kadar tarafsız olur? Veya tarafsızlığına
kim nasıl güvenebilir? Başka bir örnek: Bağlısı oldukları dinlerin, mezheplerin
çeşit çeşit dinsel simgelerini giyen, takan
öğrencilerin fakültelerindeki amfiye geldiklerini düşünelim. Bir Budist öğrenci
de olabilir, oranj kıyafetiyle
bir türbanlı bacımızın yanına rahatça oturabilir mi? Oturursa ders hocası tarafından dersten
çıkartılır veya tutanak tutulur mu? Tutanak tutan hoca, sayın Rennan Pekünlü
gibi öğrenim hakkını engellemek suçlamasıyla yargılanıp, hapse atılır mı..? Hele
bir de amfide nudist akıma gönül veren bir öğrenci varsa o zaman ne yapacağız? Kişisel tercih,
vicdan özgürlüğü, eğitim öğretim hakkı deniyorsa o öğrencinin de kişisel tercihine saygı duymak
gerekmez mi? Böyle bir ortamda
öğrenciler birlik, beraberlik içinde bir arada mı otururlar? Yoksa ayni dinsel-mezhepsel
sembolleri giyenler-taşıyanlar ayrı ayrı guruplar oluşturarak mı otururlar.? Bu
örneği bir de topluma yaygınlaştırarak düşünelim. Sözde dinsel simgeler görünür
kılınırsa öğrenciler amfide; toplum her
yerde, her alanda guruplaşır, bölünür.
“Türban
takan hanımlar daha dindardır, türban takmayan hanımların dini hassasiyetleri
zayıftır” söylemi, algısı yayılırsa toplumda birlik, beraberlik kalmaz;
emperyal güçlerin tuzağına düşülmüş olur. Dini sembollerin
kamusal alanda görünür olmasının kimseye bir faydası yoktur. Toplumun
birliğine, bütünlüğüne zararı çoktur. Dini simgelerin görünür olmasını sadece
din istismarcısı siyasi akımlar, partiler ve onların destekçileri, yandaşları talep
etmektedir. Dinci siyasetçilerin oylarını arttırmak için kullandıkları yegane
yöntem din istismarıdır.. Bu konuda
dinsel kaygıların ötesinde evrensel, objektif bir bakış açısının gerektiği çok
açıktır.
Kur’an bizleri
din ile Allah ile aldatanlara karşı uyarmıştır.
“Aldatan, sizi sakın
Allah ile aldatmasın”
(Lukman-33 Fatır-5 Hadid-14)
“Başörtüsü ile ilgili düşüncemi
Kur’an’ın açık ve seçik ifadesine göre şöyle üç cümle ile özetlemek istiyorum.
Kadınların başlarını örtmeleri:
1-Kur’an’da emir değildir. 2-
Kur’an’da yasak değildir.
3- Kur’an’a göre caizdir. (Mubahtır)
Kur’an’da yalnız göğsü örtmeye emir vardır.”
(Hüseyin
Atay-Kur’an’a göre araştırmalar – VI
S:60, 61, 71,76)
Devleti
yönetenler kendi din ve mezhep anlayışlarını topluma benimsetmeye, dayatmaya;
herkesi kendileri gibi yapmaya, tek tipleştirmeye çalışmamalıdır. Din derslerinde
genel evrensel din-ahlak
ilkeleri
öğretilmelidir. Bir mezhebin kabul ve kuralları din eğitiminin kapsamını
oluşturmamalıdır.
Kur’an Kursları adı altında faaliyet gösteren kurumların
müfredatı, faaliyet esasları MEB tarafından belirlenmeli ve denetimleri
yapılmalıdır. Bu mekanlar hanefi fıkhının din diye öğretildiği ve
demokrasi, laiklik karşıtı irticai düşüncelerin
genç beyinlere aşılandığı yerler olmaktan çıkarılmalıdır.
Dini
vakıfların, derneklerin, cemaatlerin faaliyetleri devletin sıkı denetiminde
olmalıdır. Bu kurumlar kamu yararına çalışmalar yapmalıdır, temel insan
haklarına saygılı olmalıdır, siyasetle,
ticaretle ilgileri olmamalıdır. Etüd merkezi, öğrenci yurdu, öğrenci evi,
yatılı Kur’an kursu vb. adlar altında açılan mekânların MEB’na bağlı okulların
alternatifi gibi faaliyette bulunmalarına izin verilmemelidir.
Anayasamızın
174. Maddesi ile alternatif eğitim kurumları açılamayacağı, eğitim-öğretimin
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğine uygun olacağı güvence altına alınmıştır.
Dini vakıflar,
cemaatler MEB'nın görev ve yetkilerini üslenen paralel yapılar konumuna
getirilmemelidir.
Anayasanın,
eğitim ve öğrenim hakkını düzenleyen 42. maddesine göre; eğitim ve öğretim
Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Milli Eğitim Temel Yasası’na
göre eğitim; laik, demokratik, bilimsel, eşitlikçi ve karma
eğitim anlayışına uygun olmak zorundadır. Anayasa’nın
129. Maddesine göre; memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara
sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.
Okullarda din
dersleri zorunlu olmamalıdır. Dinde zorlama yoktur. Zorlamanın olduğu yerde din
yoktur. Dindar nesil yetiştirmek, herkesi dindar yapmak Hz. peygamberlerin bile
görevi olmamıştır. Hz. İbrahim babasını,
Hz. Nuh karısını ve bir oğlunu Hz. Muhammed amcasını Müslüman, dindar yapamamıştır.
Din konusunda
zorlama, baskı yapmak Kur’an’ın açık
hükmüne karşı gelmektir. Resullerin görevi; tebliğ etmek, uyarmak, örnek olmaktır.
Hal böyle iken günümüzde bazı siyasetçilerin topluma din, mezhep empoze etme
gayretleri laik anlayışla bağdaşmadığı gibi din ile de bağdaşmaz.
“...sen bir uyarıcı - düşündürücüsün. Onlara
zor ve baskı kullanacak değilsin..” (Gaşiye-21, 22)
“.....Sen onların üstüne
bir zorba değilsin. O halde benim tehdidimden korkanlara sadece Kur’an’la öğüt
ver..” (Kaf- 45)
“Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündeki insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin
olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?” (Yunus-99)
“Tebliğ etmek sana, hesap sormak bize
düşer..” (Rad-40)
“Resullerin üzerine
düşen tebliğden başka bir şey değildir..” (Maide-99
Nur-54)
İmam Hatip
Liseleri meslek liseleridir. Ancak, İslam’da
imamlık, hatiplik veya din görevlisi, din adamı vb. ünvanlar, meslekler yoktur. İHL’nin dini veya toplumsal
rasyonel karşılıkları yoktur. Varoluş amaçları; siyasal
İslamcı akımlara taraftar-oy kaynağı
oluşturmaktır. Laik Cumhuriyetin
kazanımlarına karşı; çağdaş bilimsel değerlerden uzak, mezhepçi, dinci, kinci, duyarsız-tepkisiz,
güce boyun eğen, sorgulamayan, itaatkar tek tip insanlar yetiştirmektir.
Ülkemizde
Genel Kurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Cevdet Sunay 1969
yılında bakın neler söylemiş: ‘‘Laik
okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu laik okullardan yetişenlere
memleket idaresi teslim edilemez. Laik okullara karşı imam hatip okullarını bir
alternatif olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz
kişileri bu imam hatip okullarında yetiştireceğiz...’’
Günümüzde bu amacın gerçekleştiğini görüyoruz.
Saygılarımla.